TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Kâbus

Ortopedik özürlü Murat, hızla yağan yağmurda tarihî tiyatronun merdivenlerini yardımsız çıkamayacağını anlayınca babasının koluna sıkıca sarıldı. Şu Çılgın Türkler’i seyretmek üzere aceleci adımlarla salona doğru yürürlerken, oyunun başlamak üzere olduğu anonsu yapıldı. Pürtelâş içeri girdiklerinde ışıklar sönmüş, kendi çabalarıyla yerlerini bulmaları imkânsız hale gelmişti.

Görevlinin işaretiyle koltuklarına oturduklarında, aceleyle ıslak palto ve montlarını vestiyere asmadıklarını hatırladılar. Şimdi bunu dert edecek zaman değildi. Çünkü perde açılmış, oyun başlamıştı bile.
Salonun sessizliğine inat Şerif’in içinde garip bir sevinç vardı. Sebebini çok iyi bildiği bir yürek kıpırtısıydı bu. Zaten bu kıpırtı değil miydi onu bu akşam tiyatroya getiren? Uzun zamandır reklamı yapılan bu eseri izlemek için oğlu kendisine adeta yalvarmış, o da çocuk kırılmasın düşüncesiyle “Olur!” deyivermişti. Çocuk kırılmasın diye… Yoksa ömründe hiç gelmediği ve büyük ihtimalle de bir daha gelmeyeceği tiyatroda ne işi vardı? Bu işler Şerif’e göre değildi. O, böyle şeylere kafa yormaz, sanat edebiyat gibi uğraşlarla zihnini meşgul etmezdi. Tek lüksü; tatil günlerinde, arkadaşlarıyla pişti oynamaktı. Uyanık arkadaşları, Şerif’in biraz saf oluşundan yararlanarak, ufak tefek hilelerle oyunu hemen her defasında onda bırakırlardı. Şerif bunu hissederdi ama sesini çıkarmazdı.
Onu tiyatroya getiren tek sebep oğlu Murat’tı. Murat; Şerif’in ilk ve tek çocuğuydu. Onun için yapamayacağı fedakârlık yoktu. Liseye bu yıl başlamıştı. Babasının saf duruşunun tersine akıllı ve çalışkandı. Bütün ödevlerini günü gününe yapıyor, ailesi ve öğretmenlerine hiç bir sıkıntı getirmiyordu. Özrünün farkındaydı ve kendisiyle barışık yaşıyordu. Yaşının üzerinde bir olgunluğa sahipti. Eğilim ve kabiliyetleri doğrultusunda kültürel çalışmalara yönelmişti. Bu konuda hayli becerikli olduğundan sınıfının fahrî UNESCO temsilcisi gibiydi. Etrafındakiler her yeni etkinliğin, gelişmenin haberini ondan alırlardı. Yaşının gereği bilmesi gereken konulardan fazlasını bilirdi. Sürekli okur, şiir yazar, yeni gösterime giren filmleri, oyunları, yeni çıkan kitapları takip ederdi. Kısacası o, gelişen her olaydan haberli entelektüel bir yapıya sahipti. Kendini saydırıyor, sevdiriyordu.
Şerif’in de Genel Müdürü Çağrı Bey dışında hiç bir sıkıntısı yoktu. Güya çaycıydı, başka işe bakmayacaktı ama gerçek böyle değildi. Müdür, sabahtan akşama kadar, durup dinlenme hakkı tanımadan çalıştırırdı. En küçük hatayı affetmezdi. Katı kuralları olan ve bunlara harfiyen uyulmasını isteyen bir idareciydi. Çok basit bir iş için bile Şerif’i saatlerce uğraştırır, yorardı. Uykularını kaçıran, zor bir adamdı. Tek istisnası sanat ve edebiyattı. Konu sanat olunca “akan sular dururdu.” Her gün bu camiadan insanları ağırlar, uzun sohbetler ederdi. O bir sanat aşığı idi. Böyle bir adam nasıl oluyor da bu kadar kuralcı olabiliyordu, akıl erecek gibi değildi.
Şerif uyudu.
Gözleri durmadan hareket eden insanlardayken, kafasından farklı düşünceler akıp giderken, Şerif rahat koltuğunda tatlı bir uykuya daldı.
Murat babasının uyuduğundan habersiz, büyük bir dikkat ve heyecanla oyunu izliyordu. Kulaklarında Yunan generalinin ve subaylarının ihtiraslı sesleri:

-“İşte kutsal Yunan Bayrağımız üç ay sonra yine Afyon’da! Yakında Kütahya’da, Eskişehir’de, Ankara’da ve İstanbul’da dalgalanacak!
-Yaşasın büyük Yunanistan!
-Yaşasın yeni Bizans İmparatorluğu!
-Yaşasın Kralımız 12.Konstantin!”

Oyundaki bu diyaloga uyandı Şerif. Uyanmasıyla birlikte aniden gelen hapşırma refleksini kontrol edemedi. Eliyle ağzını kapatamadan müthiş bir gürültüyle hapşırarak bütün salonun dikkatini ve bakışlarını üzerine çekti. Durumun ciddiyeti; tam önündeki beyefendi geri dönüp Şerif’e ters ters bakınca ve cebinden mendilini çıkarıp başındaki tükürük damlacıklarını temizlemeye başlayınca anlaşıldı. Ön koltukta saçsız başını temizleyen adam, gündüzlerin kâbusu, gecelerin korkulu rüyası, Şerif’in Genel Müdürü Çağrı Beyin ta kendisiydi.

Şerif’in işi zordu artık. Genel Müdürü ona bundan sonra nasıl davranır, nasıl bir ceza verir, bilinmezdi. Bunu önceden kestirmek mümkün değildi. Tehlike büyüktü. Bir tedbir düşünmeli, özür dilemeli, gönlünü almalıydı. Ancak, neler yapması gerektiği konusunda en ufak bir düşüncesi yoktu. Ayrıca beynindeki zıt fikirler de birbiriyle çatışma halindeydi. Acaba Genel Müdürü onu tanımamış olabilir miydi? Bu karanlık salonda belki de tanımamıştı… Hemen oradan ayrılıp gitse... Bu sefer de, oğlu oyunun geri kalan kısmını seyredemeyecekti. Başka bir çözüm düşünmeliydi.
Çaresiz yerinde kaldı. Döndü, dikkat ve heyecanla oyunu izlemekte olan oğluna baktı. Ona hiç bir şey hissettirmemeliydi. Ne kadar saf, ne kadar masum bir görünüşü vardı. İç geçirdi, dertlendi onun çilesine, kızdı kendi kendine, çaresizliğine… Yandı, elinden bir şey gelmemesine… Yapacak bir şey yoktu… Döndü önüne… Oyunu seyreder gibi yaparak, vestiyere bırakmayı unuttuğu paltosuna sarılıp, kendi kendisiyle hesaplaşmaya başladı. Daldı, gitti uzaklara…

“Eşi Âlime ve oğlu Murat’la Genel Müdürü Çağrı Beyin Ankara’nın lüks semtlerinden birindeki evinin merdivenlerinde, kaliteli bir pastanenin markasını taşıyan büyük boy bir pasta kutusuyla ilerlerken buldu kendini. Çekinerek çaldığı kapının açılmasıyla birlikte içerden Çağrı Beyin kızgın başı göründü. Lunaparklardaki güldüren ayna görüntülerini andıran yüzü; kimi öfkeli kimi alaylı bir hal almıştı. Çılgın ve beyin zonklatan kahkaha seslerini duymamak için kulaklarını tıkayarak koşar adım uzaklaştı oradan…
Makam odasında esas duruşta dikiliyordu şimdi. Suçlu, mahzun ve af diler halde…”Senin ne işin var tiyatroda?” diye bağırdı Genel Müdürü. “Sen kimsin tiyatro kim, rezil herif, oralar senin yerin mi, yaptığını beğendin mi?” dedi, saçsız başını göstererek.
Büyük bir mahcubiyet içersinde uzaklaştı iş yerinden. Korku filmlerinden fırlamış mağdur oyuncu çılgınlığıyla koştu sokaklarda… Yorgun… Çaresiz…
Bitkin bir halde evine attı kendini. Her sıkıştığında, her başı dara düştüğünde yaptığı gibi… Yıkılmışlığını paylaştı, eşiyle oğluyla… Evinde kutlu bir sığınak sıcaklığı hissederek…
Yapacak bir şeyi de kalmamıştı zaten…
Umutsuzdu…
-Sana geldim, dedi, gözlerini yukarılara dikerek…
Ve Çağrı Beyin gönül zenginliği ile sanatçı zarafetine…

Oğlunun seslenişiyle, kan ter içersinde uyandı daldığı hülyalardan…
-Baba hadi gidelim, oyun bitti, dedi Murat saygıyla…
Şerif oğlunun uzattığı mendille terini silerken, nerde olduğunu tahmin etmeye çalışarak bakındı etrafına. Hiç konuşmadı. Oğlunu onaylayarak denileni yaptı.
Koridorda olmasını en çok istediği şey, adeta bir mucize gerçekleşti. Genel Müdürü Çağrı Bey, Şerif’in güm güm atan yüreğinden ve kaçamak bakışlarından habersiz, kim bilir belki de haberli, yanlarına geldi, karşılarına dikildi. Kızgın görünmüyordu, aksine gözlerinin içi gülüyordu.
-Aferin Şerif Efendi, dedi. Sizleri buralarda görmek ne güzel…
Şerif konuşamadı.
Adeta dili tutulmuştu.
“Kurtardık” diye geçirdi içinden, sevgiyle oğluna gülümsedi.

(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 19.01.2010)