Dünyayı Dolduran Çağla

Burnumu cama dayayıp dışarıyı seyre koyuldum. Dağlara yağmur yağıyor yine. Bu bahar, bizim buralara çok yağmur yağdı.

“Rahmet berekettir.” diyor babam. Ekinler tez elden boy atarmış. Fiğ daneleri rahmeti yiyince iri iri olurmuş. Babam da onları satar çok para kazanırmış. Çok parası olunca da bana spor ayakkabıyla naylon top alacakmış.
Yağmur hâlâ dinmedi. Camda burnumun izini bırakarak “anne” diye sesleniyorum ama beni duymuyor. Durmadan yufka açıyor. Oklavayla hamuru çabucak inceltiyor. Pişiriyor. Soğumaları için bir köşeye bırakıyor. İşine öyle dalmış ki etrafa saçtığı undan, yanı başındaki varlığımdan habersiz. Tekrar:
“Anne…” diye sesleniyorum.
“Hıı… Efendim oğlum!” diyerek başını kaldırıyor:
“Hani geçen gün dizi yırtılan pantolonum vardı ya, ondan bana yine top yapar mısın?” diye soruyorum.
Annem, bu kaçıncı top, dercesine bakıyor yüzüme. Çünkü annemin şimdiye değin yaptığı tüm topları Rüstem Dede’nin bahçesine kaçırdım. Yüzüme en mahzun hâlini vererek annemin yanına sokuluyorum, yalvarıyorum. Annem yorgun elini alnına götürüyor, alnı una bulanıyor. Bakışlarını bana düşürüyor, bakışları sevgiye bulanıyor.
“Az bekle. İşim bitince yaparım.” diyor.
Sedire çıkıp az evvel camda bıraktığım izine burnumu tekrar dayıyorum. Yağmur dinmiş. Komşumuz Rüstem Dede, üzerine yün hırkasını geçirip bahçeye çıkmış. Etrafını seyrediyor. Rüstem Dede’nin hiç çocuğu olmamış. Geçen yıl da eşini sele kaptırmış. Yeryüzünde yapayalnız kala kalmış. Yüzü gülmüyor. Suratının asıklığına inat, bahçesi çok güzel. Kaysı ağaçları meyveye durmak üzere. Hatta bazıları çağla haline gelerek yeşillenmiş. Gözüm kalıyor hep Rüstem Dedenin çağlalarında. Çağlalar kaysılaşmadan ağaca tırmanıp ceplerimi doldurmak, elimi bulutlara dokundurmak geçiyor içimden hep. Sonra da ağacın dibinde oturup çağlaları tuza batırarak yemek istiyorum. Hayali bile ağzımı tatlı tatlı sulandırıyor. Birden Rüstem Dedenin bana doğru baktığını görüyorum. Yoksa bahçesinden çağla aşıracağımı mı anladı diye korkuyorum. Telaşla pencere önünden ayrılıp odama kaçıyorum. Bir müddet oyalandıktan sonra, somyanın altından sepeti çekip içindeki dizi yırtık pantolonumu alıyorum. Annemin dikiş makinesinin gözünden de makası alıp yufkaların başına dikiliyorum.
Annem önce pantolonun yan dikişlerini sökerek açıyor. Sonra makasla iki parmak kalınlığında şeritler kesiyor. Kesme işi bitince kumaş şeritleri birbirine ekleyerek düğüm atıyor ve sarmaya başlıyor. Yumağa şeritleri usul usul doluyor. Eşinin alın terini, gençliğinin hüzünlerini, çocuklarının sevgisini, çağlanın acısını doluyor usul usul ve yorulsa da hiç ses etmiyor. Kumaş, koca bir yumak haline gelince de ucunu sıkıca yumağa dikiyor açılmasın diye. Sevgisini katarak, çaputtan topumu bana uzatıyor:
“Al bakalım” diyor. “İstediğin gibi oldu mu?”
Havada kapıyorum bir zamanlar pantolonum olan çaputtan topumu. Oynamak için çamurun kurumasını beklemem gerek. Bir de Rüstem Dedenin ağır ama aksamayan adımlarıyla köy kahvesine gitmesini beklemem gerek. Güneş çıkmış mı diye tekrar camdan dışarıya bakıyorum. Bahar yağmurları ne güzel! Hemencecik gelip hemencecik kaçıyor dağlar ardına. Rüstem Dede de bahçede yok, demek ki gitmiş diyorum içimden. O ara okuldan dönen ablam odaya giriyor. Elimdeki topu görünce her zamanki gibi oynamak istiyor. Vermiyorum. Çünkü kızgınım ona. Hep benimle uğraşıyor. Bana sataşmazsa sanki işi rast gitmeyecek. Ablamın ısrarlı bakışları karşısında daha bir sıkı sarılıyorum çaputtan topuma:
“Hiç boşuna bakma, vermem!” diye de efeleniyorum.
Bozuluyor ablam bana. Zaten ben doğunca da çok bozulmuş. Arada bir, senin yüzünden pabucum dama atıldı diyor. O da izin vermeseymiş pabucunun dama atılmasına. Çıkıp damdan gerisin geriye alsaymış. Allah Allah, zaten onun gözünde ne yapsam suçluyum. Bu sefer de beni anneme şikâyet ediyor:
“Anne, şu oğluna bir şey de. Topu bana atsın. Yoksa topunu alır kaşla göz arası Rüstem dedenin bahçesine fırlatıveririm.“ diyor.
Annem yan gözle sus işareti yapıyor ama anlayan kim? Bana sataşmaya devam ediyor:
“Hem de öyle bir atarım ki taa en karanlık köşesine yollarım. Sen de almaya gidemezsin. Gitsen de Rüstem Dede seni yakalar. Yakaladığı çocuklara ne yaptığını biliyor musun? Hemen karanlık bir odaya kapatıyormuş. Sonra onları aç bırakıp bir deri bir kemiğe dönüştürüp; kemik niyetine Çomar’ın önüne atıyormuş.”
Korkudan annemin yeleğinin altına saklanıyorum. Annem kızarak susturuyor ablamı. Ablam çantasını alıp, bana olan hıncıyla yüzünü asıp içeriye gidiyor istemeye istemeye. Ben de topumu alıp bahçeye çıkıyorum. Güneş çoktan ortalığı ısıtmış. Çocukluğumun tüm oyun heveslerini yükleyip ayağıma, topun peşine düşüyorum. Topumu bir vuruşta havaya dikmeye çalışıyorum ama nafile kumaş çok ağır geliyor:
“Rıdvan… Rıdvan… Aldı topu ayağına. Yine şeytanlığı üzerinde… Rakibini çalımlayarak filelere koşuyor. Topa vuruyor Rıdvan. Evvet sayın seyirciler gooll… Golll…” Topa öyle vuruyorum ki top çitlerin dikenlerini çalımlayarak şık bir havalanışla Rüstem Dedenin bahçesine düşüyor. İçimden, işte şimdi yandık diye geçiriyorum. Annem bana daha da top yapmaz. Ablam da geçer karşıma iyice bir oh çeker. Düşüncelerim, içim kapkara. Bir müddet ne edeceğimi bilemiyorum. Üzgün üzgün çitlere ve dikenlerine bakıyorum. Azıcık boyları kısa olsa üzerinden uzanır alırım ama nafile. Bahçeye hızlıca girip alsam, Rüstem Dede gelmeden geri dönebilir miyim hesaplarını yapıyorum ama işin içinden çıkamıyorum. Gözümü çitin aralığına dayayıp topuma bakıyorum. Orada çok dokunaklı bir duruşla bekliyor sahibini. Yok, öyle yağma diyorum birden, bu sefer topumu Rüstem Dedeye bırakmayacağım işte. Cesaretlenerek bahçemizden çıkıp Rüstem Dedenin bahçe kapısının önüne kadar geliyorum. Bahçe kapısının koca koca kütükleri dikenli tellerle birbirine sarılmış. Yer yer de çivilerle sağlamlaştırılmış. Çiviler de en az Rüstem Dede kadar yaşlı. Çoktan paslanmış. Kapı sıkıca kapatılıp önüne de açılmasın diye koca bir taş dayanmış. Bir iki kere deniyorum, açmayı başaramıyorum. Geri dönmeye niyetleniyorum, gözlerim topumda. Topumun oradaki dokunaklı duruşunu görmezlikten gelemiyorum. Bir anda gözümü karartıp bahçe kapısına tırmanıyorum. Kendimi içeriye salıveriyorum.
Etrafa hızlıca bir göz atıyorum. Rüstem Dedenin yatsı namazına kadar gelmeyeceğini ümit ederek kalbim küt küt ata ata topumun yanına gidiyorum. Tam topu alıp geri döneceğim sıra gözüme kaysı ağacı ilişiyor. Önce ağacın gövdesini görüyor gözlerim, sonra dallarını, yapraklarını, çağlalarını… Ne kadar çok çağla vardı böyle. Gözlerimin arsızlığı çağlaları hiç rahatsız etmiyor. Yutkunuyorum. Büyülenmiş gibi yürüyorum ağaca doğru, tırmanıyorum ve kendimi dalların arasında çağla toplarken buluyorum. Uzanıp bir çağla sokuyorum cebime… Çaputtan topumu unutuyorum. Bir çağla daha… Rüstem Dedeyi unutuyorum. Bir tane daha… Çomar’ı unutuyorum. Bir tane daha… Korkularımı, annemi, ablamı, nerede olduğumu unutuyorum. Bir tek kaysı ağacı kalıyor koca evrende. Kaysı ağacının dalları, yaprakları, yaprakları arasındaki çağlalar ve ben kalıyoruz.
Böyle ne kadar vakit geçirdiğimi bilmiyorum. Birden bahçe kapısının açılma sesi düşüyor kulaklarıma. Başımı kaldırıyorum ve ağır bahçe kapısını, acelesiz, ağır hareketlerle Rüstem Dedenin açtığını görüyorum. O anda unuttuğum ne varsa hepsi gerisin geri geliyor. Korkudan nefesimi tutup orada öylece bekliyorum. Rüstem Dede benden yana geliyor. Bacaklarıma doğru sıcak sıcak bir şeyler akıyor. Rüstem Dede yavaş yavaş kaysı ağacının yanından geçip tulumbanın önündeki kütüğe oturuyor. Ayaklarından siyah lastiklerini çıkarıyor. Kollarını dirseklerine dek sıvıyor. Kasketini dizine koyup tulumbadan su çekiyor. Abdest alıyor. En son siyah meshlerinin üzerini de su ile sıvazlayıp ayağına lastik ayakkabılarını geçiriyor. Bahçe kapısının yakınında, kasketini ters çevirip başına takıyor ve namaza duruyor.
Bir müddet korku içinde ağacın tepesinden seyrediyorum Rüstem Dedeyi. Çaresizlik diz boyumu aşmış bir halde. Sırtımdan ter akıyor. Rüstem Dede terimin kokusunu alıp da burada olduğumu anlayacak diye hepten panikliyorum. Kendi kendime ne yapıp edip kaçmalıyım diyorum. Sonra tüm cesaretimi toplayıp ses çıkarmadan iniyorum ağacın dibine. Cebimdeki çağlaları usulca yere boşaltıyorum. Böylece Rüstem Dede beni yakalasa bile çağlalarını geri verdiğim için bırakır belki diyorum. Yine de yanından sıvışıp kaçamıyorum. Kaçmam için önünden geçmem gerek ama annem bana namaz kılanın önünden geçilmez demişti. Ne yapacağımı bilemeden açık bırakılan kapıya dikiyorum gözlerimi. Arada bir de nefesimi tutarak dedeyi kontrol ediyorum. Rüstem Dede başını önce sağa sonra sola çevirdiği vakit hızlıca atılıyorum kapıya doğru ve ardıma bile bakmadan bahçeden çıkıyor, evimize giriyorum.
Uzunca bir süre camdan dışarı bakmıyorum, bahçeye çıkmıyorum ve çaputtan topumun lafını hiç etmiyorum. Dışarıya annemle çıkıp eve annemle giriyorum.

Burnumu cama dayayıp dışarıyı seyre koyuluyorum. Artık dağlara yağmur yağmıyor. Yağmurlar geri dönmeyecekmişçesine çekip gittiler buradan. Babam güneşe kaldırıp bakışlarını “Rahmet berekettir.” diyor ümitsizce. Evimizin üzerinden bir tek bulut bile geçmiyor. Babam tabakasına dizdiği Bafra sigarasından alıp bir tane içine çekerken bana tarladaki ekinlerianlatıyor uzun uzun. Yağmur çok yağarsa; ekinler tez elden boy atarmış. Fiğ daneleri rahmeti yiyince iri iri olurmuş. Babam da onları satar çok para kazanırmış. Çok parası olunca da bana spor ayakkabıyla naylon top alacakmış.
Dönüp anneme bakıyorum, ocakta bulgur pilavı pişiriyor. Ablam yufkaları sulayarak yumuşaması için kenara koyuyor. Birazdan babam gelir hep birlikte yufkalarımızın arasına bulgur pilavını dürer yeriz. O anda kapı çalınıyor. Babam geldi diyerek koşuyorum kapıya. Ve olduğum yerde mıhlanmış gibi kalakalıyorum.
Yerde çağla dolu büyükçe bir sepet, yanında parlak kocaman sarı bir top duruyor. Sepetin ve topun gerisinde Rüstem Dede bana bakıyor ve gülümsüyor gözlerime.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Hikâye Atölyesi 22.02.2010)