Ahde Vefa

“Hulusi Ağabey” diye hitap etti uzun süre. Bunca yıllık tanışıklıkları ona ağabey demesini gerektiriyordu. Yaş, konum ve sosyal statü olarak beraber bulundukları topluluklarda ona hep hürmetli davrandı, saygıda kusur etmedi. Çünkü onlar gerçek birer ağabey kardeş gibiydiler. Başka türlüsü uygun düşmezdi. Zamanında kendisine çok yardımı olmuştu. Bu günkü seviyeye gelmesinde onun çok emek ve katkıları vardı.

Sonra kader onları aynı işyerinde bir araya getirdi. Daha doğrusu ağabey, onun orada görev almasını sağladı. Ast-üst olacak şekilde bir arada görev yaptılar uzun süre. Gerek sicil yönünden gerekse idari olarak bir birlerinin amiri memuru konumundaydılar artık. Mecburen ona“sen” değil “siz” diye seslenmesi gerekiyordu. O da öyle yaptı doğal olarak.
Diğer meslektaşlarıyla ağabeyin arasında mesai dışındaki diyalogları her zaman resmi olmaz, genellikle birbirlerine hitap ederlerken, aralarındaki samimiyete dayanarak senli-benli konuştukları olurdu. Böyle durumlarda o ise hep resmi olarak söylenmesi gerektiği şekilde seslenirdi. Çoğu zaman da arkadaşlarına kızardı. “Biz büyüğümüze nezaket sözcükleriyle seslenmeliyiz” diye onları uyarırdı. Hatta bazen bunun dozunu kaçırır, hitaplarında nezaketinin derecesini belirtmek için “ağabey” veya “sayın beyefendi” sözcüklerini öyle eğip bükerek telaffuz ederdi ki, kelimeler normal söylenişlerini kaybeder, fonetik biliminin bile içinden çıkamayacağı yeni şekiller alırdı. Çevrelerindekiler de bu durumu istihza ile karşılar, konuyu gündem malzemesi edip, ona şaka yollu takılır, hoş vakit geçirirlerdi.
Bir gün ağabeyini aniden görevden aldılar. Yerine başkasını atayıp onu, aynı yerde bir alt göreve verdiler. Bu kez ağabey kardeşin görevleri eşitlendi. İkisinin de adının önünde herhangi bir sıfat yoktu. Unvansız, etkisiz, yetkisiz görevler…
Bir iki gün bocalayıp zorlandılarsa da gündelik hayatın olağan akışı içinde yeni duruma ikisi de alıştı.
Bir süre daha geçtikten sonra, kardeş olanı ağabeyin isminin arkasına bey sıfatı ekleyerek araya bir mesafe koymaya çalıştı. Sonra yavaş yavaş onunla karşılaşmamaya, aynı ortamlarda bulunmamaya gayret etti. Bir grupta beraber olmaları gerekiyorsa ya hiç konuşmadı ya da bir bahane ile oradan ayrıldı. Kısacası kardeş, ağabeyden kaçıyordu. Bu kaçış, kişilik bozukluğundan mı, geleceğe yönelik yatırım(!) planlarından mı, yoksa her ikisinden mi kaynaklanıyordu, kimse anlayamadı.

* * *

Bir gün ağabeyin eskisinden daha da yüksek bir göreve geldiğini öğrendi. Şaşırdı, panikledi. Sonra düşündü taşındı. Ne yapması gerektiğinin muhasebesini yaptı. Bir şekilde kendini affettirmesi lazımdı. “Hayırlı Olsuna” nasıl gidilmesi gerekiyorsa o şekilde hazırlanıp, yüzünde gülücüklerle kapısını açtı. Ağabeyine iltifatlar yağdırıp, kendisinden ayrı geçen günlerde onu ne kadar çok özlediğini, işlerinin yoğunluğu nedeniyle bu güne kadar kendisini ziyaret edemediğini bir yığın süslü cümleler kurarak anlattı, anlattı…
Ağabey bunları olağan karşıladı. Aldığı terbiye ve edindiği tecrübeler ona, bu gibi durumlarda nasıl hareket etmesi gerektiğini öğretmişti. İnsanların farklı zamanlarda farklı davranışlar sergileyebileceklerini, ahde vefa duygusunun biraz da insanın yaratılışıyla ilgili olduğunu; dolayısıyla onları bu davranışlarına göre değil, bir insan olarak, ”Yaratandan ötürü” sevmeleri gerektiğini biliyordu.
Ona, gerçekten ağabeyiymiş gibi içten, bağışlayıcı davrandı.

* * *

Aradan uzun yıllar geçti.
Bu arada ağabey emekli oldu. İyice yaşlandığı için köşesine çekildi. Bütün zamanı evi ile cami arasında, yaşıtlarıyla ettiği dost sohbetleriyle geçmeye başladı. Doğal olarak toplumun bazı kesimleriyle ilişkileri zayıfladı. Gün geçtikçe eski tanıdıklarından bazılarıyla irtibatı kesildi. Ağabey kardeş de görüşmez oldular.
Zaman bu, hükmünü sürdürüyordu…

* * *

Yıllar sonra bir gün yolda karşılaştılar.
Önce tanımakta zorlandı kardeş. Sonra tarihin derinliklerinden bir çehreyi hatırlıyormuş gibi gözlerini kısarak düşündü, ama hatırladı... Sayısız iyiliğini gördüğü, yıllarca “ağabey” dediği bu olgun insanı küçümser bir eda ile:
“Ha, sen Hulusi’sin! Şu “bizim Hulusi !” dedi.
Aralarındaki havanın Sibirya soğuklarını aratmayacak şekilde buz kesmesi ve insanın iliklerine işlemesi gerekirken, ağabey istifini hiç bozmadı. Sanki ondan bu tavrı, bu sözleri bekliyormuş gibiydi. Hayret ifadesi dahi göstermeden, monolog şeklindeki diyalogu sonuna kadar dinledi.
Kardeş, büyük adam olmuştu, çok büyük adam olmuştu…
Meşhurdu. Gazetelere yazılıyor, televizyonlara çağırılıyordu. Memleketin geleceğiyle ilgili görüşleri soruluyordu.
O artık çok büyüktü…
Memleket meseleleri insana neleri unutturmuyordu ki…
Zorlansa da Hulusi’yi hatırlamıştı.
“Bizim Hulusi…”

(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 28.01.2010)