İslam ve Türkler

İnsanoğlu tarih sahnesine çıktığı günden beri kusursuzluğu ve mükemmelliği aramış, daha iyisine ulaşabilmeyi arzulamıştır. Daha iyisine ulaşma yolunda ilerlerken, yaratılışında bulunmayan özelliklerden dolayı yarı yolda kaldığı zaman, başaramadığı işlere veya özelliklerini tanımlayamadığı nesnelere tanrısal ve mitolojik anlamlar yüklemiştir. Bu da bize insanoğlunun doğaüstü bir varlığa ihtiyacını ve onun yardımına gereksinimini göstermiştir. Yeri gelmiş yaşadıkları alanı aydınlatan Güneş’i kutsal saymışlar, yeri gelmiş karanlıklar içinde parlayan Ay’ı ve yıldızları Tanrı bilmişlerdir. Bazen gördükleri nesnelere tapmışlar, bazen de hayallerinde oluşturduklarına. Her koşulda acizliklerini örtmek için bir varlığa inanmışlar, bir dine mensup olmuşlardır. Burada değerlendirecek olduğumuz, doğaüstü varlığın ve dinlerin var olup olmadığı ya da kaç tane olduğu tartışması değildir. Zaten bizim coğrafyamız için, fertleri olduğumuz milletimizin bir dini (İslamiyet) ve inandığı bir Tanrı’sı (Allah c.c.) vardır. Bu ön kabulü milletimiz çoktan yapmış bulunmaktadır. Burada münazara edilecek konu ilk Türklerin dini inancı ve İslam’ın indirilmesiyle, Türklerin Müslümanlık süreçleri ve onun akabinde yaşananlar olacaktır.

Bilindiği üzere Türklerin İslamiyet’ten önceki dini tek Tanrılıdır. Türkler tarih boyunca çok Tanrılı bir dine inanmamakla birlikte ‘Din yoktur. Bu düzen kendiliğinden işlemektedir.’ demeyi de her zaman reddetmişlerdir. Yaşayış tarzına en uygun inanç sistemi olarak gördükleri tek Tanrılı dinlerinin ışığında kendi örf ve adetlerini, gelenek ve göreneklerini şekillendirmişler; günlük aktivitelerinden devlet meselelerine kadar birçok konuda inandıkları Tanrı’ya ve onun çizdiği yollara uygun tavır sergilemişlerdir. Örneğin ilk Türklerde, devleti yöneten hakanın yetkisinin Tanrı tarafından verildiği ve hakanın verdiği her karardan, attığı her adımdan Gök Tanrı’ya hesap vereceğine inanması, dinlerine bağlılıklarını ve dinin hayatlarındaki önemini bizlere göstermektedir.

Kut alma ve Tanrı’ya hesap verme inancı sayesinde milletimizin, İslamiyet’ten önceki tarihi ile gurur duyduğunu düşünmekteyim. Zira kut alma ve Tanrı’ya hesap verme inancı olmasaydı, belki de geçmişimiz bağımsızlıklarına bu derece düşkün olmayacak ve devletin başına gelen hakan, ülkeyi bu derece iyi yönetme kaygısı içinde bulunmayacaktı. Öyle ki yaptığı her hareketten sorumlu tutulacağına inanan bir kağan, halkının dışa bağımlı ve fakirlik içinde yaşamasına göz yummayacağı için İslamiyet’ten sonra olduğu gibi İslamiyet’ten öncede esaret nedir bilmeyen bir milletin fertleriyiz.

Nihayet vakit geldi ve büyük millet Hak dinini buldu. Artık Türkler için tarihin kahramanlıklarla dolu bir sayfası kapanıyor ve kahramanlıklarla dolacak olan tertemiz başka bir sayfası açılıyordu. Ebu Bekir’in sadakatini, Ömer’in adaletini, Osman’ın dürüstlüğünü, Ali’nin cesaretini içinde barındıran Türk milleti, İslam’ın sancaktarlığını yapmaya hazırdı.
Talas Savaş’ından sonra Türkler kitleler halinde Müslüman olmuşlardı. Bana göre bu savaş bizim İslamiyet’i kabulümüz açısından sadece bir tarihten ibarettir. Öyle ki zaten Araplarla siyasi ve ticari ilişkilerimizin üst seviyede olduğu 8. asır ve sonrasında milletimiz Hak dinini kendine yakın bulmuş ve kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmiştir. İlk bakışta zengin kültüre ve şanlı tarihe sahip Türk milletinin yeni bir dine sorgusuz sualsiz girmesi garip karşılanabilir. Neticede tüm taşlar yerine oturmuş ve eski diniyle gayet barışık bir milletten söz ediyoruz. Bunun nedenini kaynaklar ‘göçebe toplumun yerleşik hayata geçerken her şeyini değiştirdiği gibi dinini de değiştirmesi’ olarak gösterse de ben bunun Allah tarafından ecdadımıza, bize ve bizden sonrakilere bahşedilmiş bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Nitekim Türkler son din olarak gönderildiğine inandıkları İslam’ı koruyacak ve yayacaktır. Bu ulu görevi Allah milletimize bahşetmiş olacak ki bir mucize gibi görülen, kültürel zenginliğe sahip bir toplumun kültür öğesini, hem de en önemlisini, değiştirmesine vesile olmuştur.

‘Mensubu olunan toplum bedendir, inanç ise ruhtur. Ruhsuz beden ceset olur’ sözünün karşılığını bulduğu yegane millet olan Türk milleti, tıpkı İslamiyet’ten önce olduğu gibi, sonra da inançları ölçüsünde yaşamıştır. İslam’ı Türklük ile özümsemiş, yaşam biçimi olarak uygulamıştır. Kurulan her devlette, günlük yaşamdan devlet meselelerine kadar her alanda İslamiyet benimsenmiştir. Din değiştirmek, toplumda oluşan kültür mirasını tepeden tırnağa değiştirmek olarak vuku bulmamıştır. Bunun yerine korunulan ve sahip çıkılan değerleri İslam ile özümseyerek, olduğundan daha değişik bir hale gelmesini sağlamıştır. Bu olayın sonucu olarak da yeni dine uyum çabuk gerçekleşmiştir.

Saygı ve hoşgörü dini olan İslam’ı zorla yayma yani dinde zorlama politikasıyla toplumların İslam’a ve Müslümanlara bakışlarının değişmeye başladığı bir zamanda Türkler bu yüce dinin sancaktarlığını ellerine almışlar ve dinin hak ettiği noktalara gelmesinde büyük çaba sarf etmişlerdir. Öyle ki zamanın batı kaynaklarında İslam’ın adı Türklük olmuş, batılılar Müslüman olan toplumları Türk olarak telaffuz etmişlerdir. Burada söz konusu olan Türklük tabiî ki de soydaşlık anlamı taşımamaktadır. Ecdadımızın yaptığı hizmetlerden dolayı, bize atfedilmiş bir onur, bir mükafatlandırma olmuştur batılı aydınların İslam’ı Türklüğe benzetmeleri. Burada altının çizilmesi gereken bir husus da şudur ki: İslam’ın savunmasını ve yayılmasını ecdadımız yapmasa idi, zaten Kuran’da da belirtildiği üzere bu din yüce Allah tarafından kıyamete kadar korunacaktı. İşte ne büyük bir şereftir ki milletimiz, Allah’ın bu kelamının yeryüzündeki temsilcisi olmuştur.

İslam’ı kabulden önce olduğu gibi sonra da fetih arzusunu sürdüren ecdadımız, fethettikleri yerleri devletin bekası için Türkleştirmiş ancak asla fetih topraklarındaki insanların inançlarına karışmamışlardır. Türkleştirmeyi soykırımla yapmadıkları gibi, dini de devlet politikası haline getirmeyi İslam etiğine uygun bulmamışlardır. İskan politikasıyla, fethedilen topraklara yerleştirilen soydaşlarımızın İslam’ı yaşayış tarzı, yerli halkın albenisini kazanmıştır. Bu sayede yeni topraklardaki yerli halkın büyük bir bölümünün İslam’a hayranlık duygusu oluşmuş, hatta bir kısmı İslam’ı kendiliğinden kabul etmiştir.

Ordu Muhammed’in ordusu, devlet İslam’ın sancaktarı, millet ise Allah’ın kelamının yeryüzündeki temsilcisi olmuştur. Rehber Kuran olarak alınmış, hadisler karanlıktaki ışık olarak bilinmiştir. İslam Türklere hoca, Türklerse İslam’a asker olmuşlardır.

Yeni Çağ’ın ortalarına kadar başta ecdadımız olmak üzere, İslam devletleri bilimin merkezi sayılmışlardır. Bu tarihten sonra Avrupalılar, çaresizlik içinde yeni yollar arama ümidiyle çıktıkları keşiflerde başarıya ulaşmış ve büyük zenginlikler elde etmişlerdir. Karınları doyup ilimle uğraşınca büyük gelişmeler kat etmişler ve İslam’ın karşısına başka bir güç olarak çıkmışlardır. Gelişen batı bizim onlara sergilediğimiz hoşgörüyü sergilememiş, İslam’a sürekli saldırmışlardır. Bazen direkt yollarla olan bu saldırı bazense sinsice oyunlar halini almıştır. Gelişmiş, İslam düşmanı ülkelerin sinsi oyunları günümüzde de İslam ülkelerini tehdit etmektedir.

Bilakis ülkemizde dönen dolaplar hiçbir dinde etik olmayan kurallar cinsindendir. Şanlı tarihe ve zengin kültüre sahip olan milletimiz yavaş ve kesin yollardan geri dönüşü olmayan yere doğru çekilmeye çalışılmaktadır. Geçici olduğuna inandığım yılgınlık ve vurdumduymazlık hali bu sinsi planlara karşı koymamızı engellese de, bu uyuyan devin yakında uyanacağının bilincindeyim. Alçak oyunların, tarihi geçmişe dayanan kin ve kıskançlıktan kaynaklandığı fikrinde ve bu kötü niyetli duyguların sahibinden başkasına zararının dokunmaması arzusundayım.

İslam’ı gerici olarak kabul eden hakim düşüncenin yine Türkler tarafından kırılacağının bilincinde ve İslam’ı doğruluk ve dürüstlükle temsil edenin yine Türkler olacağının farkında olan milletin uyanma vaktidir. Tarih yarım kaldığı sayfadan bizi yazmak istemektedir.