Kuralsız Savaş

Eyvaz ZEYNALOV , Çeviren: İmdat AVŞAR

Samir kapının önünde, iki gün önce tamir ettirdiği; ama burnu tekrar açılmış olan ayakkabılarını bağlıyordu. Kapı hafifçe açık kaldığından, içerden gelen sesler duyuluyordu. Karısı ile kızı arasındaki konuşmaları dinledi.
- Anne, çoraplarıma baksana!
- Neyine bakayım, kızım?
Kadın, kızı başından savmak istiyordu.
- Baksana anne, kaç yerinden yırtıldı, tabanı delik deşik.
Kadın boğuluyormuş gibi bezgin, sitem dolu bir sesle cevap verdi:
- Ben ne yapayım, ay balam, babanın kazandığı para, karnımızı doyurmaya yetmiyor.
Babasının kazancı kızın umurunda değildi, sanki bütün dertlerini bugünn, bu saat anlatması gerekiyordu.
- Söz vermiştin anne! Yeni çanta alacaktın, almadın! Sınıf öğretmenimiz de üç Memmedemin[1] istedi, hiç olmazsa onu ver.
Samir, bir müddet sessizce kapıda bekledi. Şimdi karım esip yağar, kapıyı açıp: “Gel kızına cevap ver!” diye bağırır, kadın haklı, diye düşündü. Aile reisi olarak çocuğunun sorularına ilk önce kendisinin cevap vermesi gerekiyordu; çünkü karısı da çocukları da onun kazandığı üç beş kuruşa bakıyorlardı.
Samir birdenbire, oğlunun epeydir para pul istemediğini, harçlık için gelmediğini hatırladı. Oğlan, neden gelip para istemiyor acaba, diye sordu kendi kendine? Oğlu, kızından iki yaş büyüktü, altıncı sınıfta okuyordu. Uzun süredir harçlık istememesi olacak iş değildi.
Samir kapıdan sessizce ve hızla uzaklaşırken kendini bir hırsız gibi hissetti. Önceleri eve gelişi, evden gidişi çok farklıydı. Eve gelince karısı onu güleryüzle karşılar, tatlı dille konuşurdu. Giderken de kocasının giyim kuşamına dikkat eder, üstünü başını özenle temizler; hatta eğilip ayakkabılarını dahi silerek uğurlardı. Güzel günlerdi! Sanki masaldı, efsaneydi. Sanki, hiç yaşanmamıştı.
Samir’in işi gücü vardı!Yüksek tahsilli bir mühendisti; lakin aldığı maaşı ile ailesinin geçimini sağlamakta zorlanıyordu. Üstelik ek iş yapıyor, sağdan soldan üç beş kuruş kazanıyordu. Kapısında arabası bile vardı! O arabayı almak kolay mıydı? Üstelik karısı da çalışıyordu! Ana Okulunda piyano öğretmeniydi. Karısı görev yapmadığı halde maaşını alıyordu. İş olmadığı için çalışamayanlara “kazanılmış hak” diye, maaş ödüyorladı; ancak hükümetin, dilenciye verir gibi verdiği -vermese de farketmezdi- üç beş kuruş, ailenin bir aylık ekmeğine bile yetmiyordu. İşin aslı şu idi. Ülkede kargaşa, savaş başladığından beri, insanların çoğu gibi Samir de karısı da işsiz kalmışlardı. Samir ise bazıları gibi ellerini koynuna koyup evde oturmuyordu. Arabası ile taksicilik yapıyor, bir şekilde ailesinin geçimini sağlamaya çalışıyordu. Gel gör ki arabası çok eskiydi. Ne kadar tamir ettirse ne kadar iyi baksa da gitgide hurda yığınına dönüyor; Samir gibi karısı gibi onun da her yanı dökülüyordu.
Samir’in karısı, giyinip kuşanınca padişah kızına, şehzadeye benzerdi eskiden! Allah belasını versin Ermenilerin! Yüzbinlerce sürgün, yüzbinlerce yurtsuz yuvasız insan! Sefalet, açlık, ölüm! Bütün zorluklara rağmen Samir ve karısı, Berde’de, Ağcabedi’de, çadırkentlere yerleşmek zorunda kalan akrabalarının, sefalet içinde yaşayışına bakıp hallerine şükrediyorlardı.
Samir ve ailesi çok kısa sürede çadırkentlerden ayrılmış, birçok yer değiştirdikten sonra, Bakü’de, bu ana okulunun bir sınıfına yerleşmişlerdi. Evleri bir odadan ibaret olsa da meydan gibi genişti. Tahtalarla arakesmeler yapıp sınıfı birkaç odalı ev haline getirmişlerdi. Bu ana okulunda yalnız değillerdi. Kelbecer’den, Zengilan’dan, Cebrayıl’dan gelenler de vardı. Hepsi sürgün damgasını yemiş, birbirleri ile kaynayıp karışmışılardı. Bazen valilikten, belediyeden gelenler, onların yüreğine bir korku salıyor: “Okulu boşaltın!” diyorlardı; ama nasıl boşaltacaklardı, nereye gideceklerdi?
Samir dalgın dalgın binanın önüne park ettiği arabasının yanına vardı. Arabanın sağına soluna, tekerlerine, aynalarına baktı, sonra da kapıyı açıp oturdu. Kontağı takıp arabayı çalıştırmak için çevirir çevirmez, benzin göstergesinin kırmızı ışığı yandı, aç bir kurt gibi parlayan kırmızı gözlerini Samir’e dikti. Bu benzinle bir yere gitmek mümkün değildi. Birkaç kilometre ötede biterdi.Cebrayıllı Tahir, bahçenin diğer ucuna park ettiği arabasının içinde bir şeylerle uğraşıyordu. Motorun ısındığını gören Samir, arabayı Tahir’in yanına doğru sürdü:
- Selam, komşu, dedi, sabahın hayır olsun!
- Selam, senin de gardaş!
Tahir bir kabağa benzeyen uzun, kel başını camdan dışarı çıkardı, “Benzin mi lazım? diye sordu. Tahir’in bunu bilmesi için Samir ile aralarında telepati olmasına gerek yoktu.
- Evet, benzin lazım, var mı?
Tahir ucuz benzin satıyordu. Onun sattığı benzinin içinde ne olduğu da bilinmiyordu. Kimbilir nerede, içine neler katıp piyasaya sürüyordu. Tahir’e bakarsan, benzin istasyonlarındaki benzinden daha temizdi! Üstelik benzin istasyonlarındaki benzinin bir litresi bile ateş pahasıydı. Hükümette insaf yoktu ki. Petrol ülkesinde, birkaç ay içinde, benzinin litre fiyatı üç katına çıkmıştı. Hükümet, yavrusunu kabul etmeyen ana gibiydi. Yarı aç, yarı tok gezen sürgünler, yurtsuz yuvasız dolananlara benzin lazım değilmiş gibi zam üstüne zam yapıyordu.
- Senin hatırın için bir bidon benzin veririm.
Samir üstelemedi. Tahirin dediğine göre, Zil marka araba kendisinindi. Kaçhakaç[2] vakti bir yolunu bulup bu arabanın üstüne konmuştu. Bakü’de, hangi dairedeyse bir yerde işe girmişti; ancak ne iş yaptığını kimse bilmiyordu. Sabahtan akşama kadar kendisi gibi avarelerle domine oynuyordu. Arada bir arabasını çalıştırıyor, birkaç saat ortadan kayboluyor, nereye gidiyorsa gidip geri dönüyordu. Döndüğünde benzini hazırdı. Nereden, nasıl alıyordu? Allah bilir…
- Tahir gardaş, kusura bakma, nakit param yok, borcum olsun, akşama gelip öderim.
Bunu derken Samir’in vücudundan ter değil, parça parça etler dökülüyordu.
- Ayıp ediyorsun komşu, kaçmıyorsun ya! Tahir böyle dese de Samir’e, devenin nalbanta baktığı gibi bir garip baktı. Belki de Samir’e öyle geldi, kim bilir.
Samir, o gece yarısına kadar arabasıyla sağa sola koştursa da uygun bir müşteri bulamadı. Akşamüzeri de aksi gibi arabanın tekeri patladı. Çaresiz, gidip ikinci el bir teker aldı. Kuruş kuruş biritirdiği benzin parasını da lastikçiye yatırdı.
Ana okulunun köşesinden dönüp duvarın yanından geçerken Menzer Hanım’ı gördü. Arabayı tanıyan Menzer Hanım, başını çevirip âdeta kapının arkasına saklandı. Buraya ilk geldiklerinde, Menzer Hanım yerinden yurdundan sürgün olup buraya sığınanlara çok kötü davranmıştı. Sürgün gelenlerin çocukları, Menzer Hanım’ın bahçesine girip daha olgunlaşmamış erikleri, bademleri yolmuşlardı. Menzer Hanım:
- Sürgün itoğlu itler! diye feryadı basmış; yaşına, başına, ak pürçeğine hiç yakışmayan, sözlerle sürgünlerin gururunu incitmiş; hatta kendi vatanınızı, yerinizi yurdunuzu sattınız, şimdi buraya gelip şehit ailesinin bağını bahçesini mi talan edeceksiniz? Bizim malımızın ortağı mısınız? diye ağır sözler sarfetmişti. Kadınlar Menzer’e karşılık vermek isteyince, Samir onlara engel olmuş: “Uymayın, yaşlı, bunamış, ne konuştuğunu bilmiyor. Bu talihin oyunu bize.” diye yatıştırmıştı onları…
Menzer Hanım’ın bahçesinin köşesinde, küçük bir tavuk kümesi vardı. Bir gün, mahalleye greyderler, dozerler geldi. Yol yapanlar, onun kümesini yerle bir edip: “İmar planına göre buradan yol geçecek.” dediler. Kümesin yerini düzleyip bir güzel asfalt döktüler. Menzer Hanım çok bağırıp çağırdı, “şehit anasıyım” diye valiliğe, belediye başkanlığına gitti ama fayda vermedi.
“Ben o kümesi, dişimle, tırnağımla, binbir zorlukla yapmıştım.” deyip sokağın ortasında inim inim inlemeye başladı…
Tahir’in karısı dayanamadı:
- Ay nine! Görüyor musun? İmanını yitirip bizi yurdumuzu satmakla suçluyordun. Zahmet çekip yaptığın o küçücük kümes yıkılınca için yandı bak. Gözlerinden kanlı yaş döküyorsun. Biliyorsun ki yıkılanın yerine yenisini yapmak zordur. Anamız ölsün! Ya biz ne yapalım!? Sen bizim kaybettiğimiz yurdumuzu, malımızı, mülkümüzü görseydin, aklını yitirirdin. Onları kazanmak için ömrümüzü çürütmüştük. O, kan değer vatanı, bu kuru duvarlara, bu bir göz hücrelere değişmek ister miydik? Bunları yutkunarak söyleyen kadın, birden hıçkırarak ağlamaya başladı. Tahir’in karısının söyledikleri karşısında mahçup olan Menzer Hanım, sesini kesip bir daha ağlayıp sızlamadı.
Samir, ana yola çıkınca, kaldırımda bekleyen yan komşusu Tezegül’ü gördü. Tezegül el kaldırdı. Semir, Tezegül’ün yanına varıp durdu. Tezegül gülerek arabanın kapısını açtı ve:
- Sabahınız hayır olsun, deyip ön koltuğa oturdu. Samir nedense arka koltuk boş olduğu halde Tezegül’ün ön koltuğa oturmasına şaşırdı. Kadının bu hareketini yadırgadığını belli etmek istemese de sesi tuhaftı:
- Hoş geldiniz? dedi.
Tezegül giyindiği şık elbiseleri; boyalı pudralı yüzü; süslü, bakımlı saçları ile üç çocuk anası bir sürgüne hiç mi hiç benzemiyordu. Güzeldi. Tanrı, bu yönden cömertliğini ondan hiç esirgememişti; ama gel gör ki Tezegül’ün ardından bütün mahalle dedikodu yapıyordu. Güya sağlam papuç değilmiş, sağda solda çok geziyormuş. Kocası ise garibanın biriydi; Tezegüle’e asla yakışmıyordu. Kocası hamaldı. Akşama kadar pazarın önünde bekler, pazara gelenlerin yükünü taşırdı. Yük taşımak için pazarlık dahi etmezdi, ne verilerse versinler dünden razıydı. Güya yüksekokul mezunuydu; hatta dediklerine göre, işgalden önce, memleketinde iyi bir işi de varmış.
- Beni görmezlikten geleceksin sandım!
- Niye görmeyeyim..
Samir Tezegül’ün imalı sözlerini hemen cevapladı.
- Ne bileyim, belki bazıları gibi sen de.
Samir onun sözünü yarıda kesti. Daha fazla konuşmasına izin vermedi.
- Nereye gideceksin?
Tezegül:
- Nereye istersen, nereye götürürsen oraya. dedi, gözlerini süzüp sırıttı.
- Nasıl yani? dedi Samir, şaşırdı.
- Korktun mu? Tezegül bu defa bir kahkaha attı ve: “Nereye olacak, dedi para kazanmaya. Sabahları bunca insan nereye gidiyor?
Samir, ona inanmasa da sordu:
- Nerede çalışıyorsun?
- Komşu, sen televizyonda, hiçbir kuralın olmadığı boks maçlarını izledin mi hiç?
Samir, bu boks maçlarının meseleyle ne ilgisi olduğunu düşündü önce, sonra cevap verdi:
- Evet, galiba bir iki kez izledim.
- Bak, bizim bu hayatımız var ya… O, hiçbir kuralın olmadığı dövüşlere benziyor. Kim neyi beceriyorsa o şekilde yaşıyor. Hem de hiç utanıp çekinmeden, hiçbir kaide kanun tanımadan. Ne pahasına olursa olsun, bu kuralsız dövüşü kazanmak zorundayız. Tıpkı ringdeki boksörler gibi. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin garantisi yok. Hiç kimse de bu oyunu gönüllü oynamıyor.
- Evet, haklısın… dedi, Samir.
Tezegül konuyu değiştirdi.
- Komşu, kusura bakma ama paragöz, cimri bir adama benziyorsun. Daha çocuk da olsa oğlun senden çok daha cömert..
Samir’in gözleri fal taşı gibi açıldı:
- Nerden biliyorsun?
- Bunu bilmeyecek ne var! Oğlun akşama kadar mahallenin çocuklarına sakız dağıtıyor, gazoz ısmarlıyor. Sen de bütün gün, para kazanmak için cirit atı gibi oraya buraya koşuşturup duruyorsun. Gözün doymuyor herhalde…
Samir içtenlikle güldü:
- Şaka mı ediyorsun?
- Ne şakası, bunu herkes biliyor.
- Neyi biliyor? İşte arabam, işte üstüm başım, görmüyorlar mı? Perişan…
- Sen, insanların bu numaraları anlamadığını mı sanıyorsun? Hıhh, bunların hepsi kurnazlık, göz boyamaca. Menzer Hanım’ın evindeki o pahalı eşyaları ne ile satın aldınız? Kanepeler, koltuklar, karyola, şifonyer, piyano, halılar, kilimler. Menzer, bunları size bedava mı verdi!?
Samir’in dili tutuldu, söyleyeceklerini tam olarak söyleyemedi, kekeledi:
- Böyle mi düşünü.
Samir, demek Menzer Hanım’dan alıdığımız eşyalarla ilgili böyle düşünüyorlar. İçini dışını bilmiyorlar ki başka nasıl düşünsünler, şimdi kadına ne demeli? diye geçirdi içinden.
- Bu senin kendi meselendir komşu; ama şu üç günlük dünyada, adam gibi yaşamak gerek…
Tezegül sıcaktan bunalmış gibi göğsünden bir düğme açtı, eteğini hafifçe yukarı doğru çekti.
- Sen de haklısın, dedi Samir.
Tezegül, Samir’i ilk kez görüyormuş gibi alıcı gözlerle süzdü ve:
- Yakışıklı adamsın, dedi, şöyle güzel bir takım elbise giysen, bir de kravat taksan eşin benzerin bulunmaz.
- İltifat ediyorsun, teşekkür ederim; ama zamanı geçti, ben artık yaşlandım.
Tezegül gülerek göz kırptı Samir’e.
- Ne yaşlanması, dedi şöyle kendini bir denemek istemez misin?
Samir, böyle bir sözü hiç beklemiyordu şaşırdı:
- Anlayamadım!?
- Demek istiyorum ki bugün seninle birlikte olalım, ha? Korkma, sana çok masraf ettirmem…
- Haa, anladım.! Vallahi, çok param olsaydı, sana hiç karşılıksız da verirdim…
Samir’in nedense yüzü kızardı, utandı, sözlerinin yanlış anlaşılacağını da beklemiyordu…
Tezegül birden sinirlendi:
- Bana bak! Ben dilenci değilim, sadakaya da ihtiyacım yok!
- Peki, kocan bu işe ne diyor, Tezegül Hanım? Samir bu sözlerle, onu utandırmak istiyordu.
Tezegül basit bir şeye cevap veriyor gibi gayet rahat konuştu:
- Kocam ne diyebilir ki!
- Gerçekten mi? Yani kocan ne iş yaptığını biliyor mu?
- Ay komşu, bu ağzı ne için vermişler? Tabi ki yemek için. Dünya üç günlük dünya, kocam ise beceriksizin, yeteneksizin biri. Ben ne yapayım?
Tezegül’ün sesinde bir gerginlik vardı. Önce biraz kem küm etti, sonra sakinleşti. Aynasını çıkarıp yüzüne gözüne baktı ve:
- Tamam be, dedi uzun sözün kısası şu ki senden para çıkmayacak. Boş yere zaman kaybetmeye değmez. Beni Azneft meydanına bırak, işine bak sen.

* * *

Samir, pazarın önünde boş bir yer bulup arabayı park etti. Kurallar gereği “taksi” levhasını çıkarıp arabanın üzerine takmak istedi, sonra bu düşüncesinden vazgeçti. Son günlerde maliyeciler ona rahat yüzü göstermiyorlardı. Taksicilik belgesinin süresi dolmuştu. Eğer yine gelirlerse “Taksicilik yapmıyorum, bir arkadaşı bekliyorum.” diyecekti. Taksi levhası olmadan da arabaya müşteri yanaşmıyordu; ama belki bir tanıdığa, belki eski bir müşteriye rastlarım diye ümitle beklemeye başladı.
Gözünü, pazarın kapısından elinde sepetle çıkanlara dikmişti. Samir, pazardan eli dolu çıkanları, âdeta bir efsuncu gibi büyüleyip bakışlarıyla kendi arabasının yanına kadar getiriyordu; ama onlar son anda yüz çevirip pahalı, lüks arabalara doğru gidiyorlardı. Onları anlıyordu, kızmıyordu Samir. O taksicilere de aynı parayı vereceklerdi, o halde daha iyi arabaya binmek haklarıydı. Başkaları Samir gibi düşünmüyordu elbet. Samir’in yüreği yufka idi. Pazara girince hangi tezgahta bir fakir fukara görse ihtiyaçlarını o adamdan alırdı.
Öğleye kadar ancak iki kişi yaklaştı arabaya. Biri sarhoştu. Bindikten sonra, yolda anladı sarhoş olduğunu. Yoksa arabaya almazdı. Sarhoşlardan nefret ederdi. Adam söylediği adresi unuttu, sağa git, sola dön… sonunda üç Memmedemin[3] verdi. Cebini dışarı çıkarıp: “Başka param yok, istersen vur, öldür!” dedi. Üç memmedemin, yaktığı benzin parası bile değildi.
Diğer müşterisi ise uzun boylu, iri yarı, cüsseli bir gençti. Askeri elbise giyse de görünüşü pek askere benzemiyordu. Beş memmedemine anlaşmışlardı. Adam inince cebinden mavi bir elli binlik çıkardı. Samir:
-Bozuk yok, bozuk paran varsa ver, diye gülümsedi.
Adam:
- Taksicilik yapıyorsun, dedi elli bin lira para mı? Bunu bile bozamıyorsun.
Samir sağa sola baktıysa da aksilik bu ya, yoldan gelip geçen olmadı. Yakınlarda dükkan filan da yoktu. Adam yeniden elini cebine attı. Cebinden, iyice buruşmuş, ezilmiş halde iki memmedemin çıkarıp Samir’e uzattı.
- Olan bozuk param bu, deyip az ötedeki binanın kapısından içeri girdi ve gözden kayboldu.
- Heey! Ay bala!. Samir, adamın arkasından çağırsa da geriye dönüp bakmadı. O asker kılıklı adamın bu hareketinden sonra, Ermeni işgalinden hemen önce başına gelen bir olayı hatırladı.
Ermenilerin bütün planları istedikleri gibi gidiyordu. Her gün ilçe merkezini bombalıyorlardı. Bakü’den, diğer başka şehirlerden ev alanlar, ev yaptıranlar ailesini de alıp gitmiş, kapıdaki süpürgelerine kadar taşımışlardı. Komşu ilçelerde, uzak köylerde hısım akrabasının yanına sığınanlar da çoktu. Gidecek bir yeri olmayan garibanlar ise Allah’a sığınıp ateş çemberinin içindeki evlerinde yaşamaya devam ediyorlardı. İlçe bombalanınca kaçıp ilçenin dışına çıkıyorlar, ortalık sakinleyince de evlerine dönüyorlardı. Yöneticiler ise daha yukardakilerin dediğini, ilçede yaşayanlara iletiyor, şehri düşmana teslim etmeyeceklerini söylüyorlardı. İnsanların paniğe kapılmaması için, resmi daireleri de açık tutuyorlardı. Atılan her top mermisi, sadece evleri binaları yıkmıyor, isabet ettiği yerlerde birçok insanın ömrüne de son noktayı koyuyordu. Ölenlerin kim olduğu; ancak ertesi gün ortaya çıkıyordu. Akşamları şehirden ailesinin yanına sağ salim gelenleri, çoluk çucuğu büyük bir coşku ile karşılıyordu.
Samir’in eşyaları, bombardıman altındaki evinde yığılı duruyordu. İhtiyaçları olan hafif eşyalarını almış, ailesi ile birilikte uzak bir köydeki arkadaşının yanında sığınmışlardı.. Her gün olmasa da iki güne bir evlerine dönüyorlardı. Ayak seslerine bile hasret kalan kimsesiz sokakları, yol üstüne yetim çocuklar gibi sıralanmış boynu bükük evleri, kapalı kapıları görünce, Samir’in yüreği yanıyordu.
Karısı ile bir gün evlerini kontrol etmeye gelmişlerdi. Daha eve varmadan karısı uzaktan bakıp hayretle:
- Bizim bahçenin kapısı açık! dedi.
Eve vardıklarında gözlerine inanamadı Samir. İçeride bir kamyon vardı. Bahçedeki askerler, sağa sola koşuşturuyor, evdeki eşyaları kamyona yüklüyorlardı.
Samir ve karısı arabadan inip koşar adım içeriye girdiler. Yukarıda, balkonda, askerlere emirler veren subay, kendinden emin bir şekilde sigara içiyordu.
Samir, ne kadar temkinli olmaya çalışsa da heyecandan sesi titredi.
- Bu nedir böyle, ay yoldaş? Ne yapıyorsunuz?
- Bak sen! Siz de nerden çıktınız? Subay, onları aniden görünce şaşırdı. Askerler de oldukları yerde donup kaldılar. Subay kendini toparlayıp askerlere kızdı:
- Siz işinize bakın, çabuk olun!
Sonra Samir’e doğru dönüp:
-İhtiyar, dedi bak Ermeniler yaklaşıyor, ben de eşyalarımı taşıyorum. Bunlar da benim askerlerimdir.
Samir bağırdı:
- Siz deli misiniz? Bu ev, bu eşyalar benim! Siz ne cesaretle benim evime girdiniz?
Subay hiçbir şey söylemeden balkondan aşağı indi. Sigarasını başparmağı ile orta parmağı arasına sıkıştırıp yere fırlattı. Yaklaştığında, subayın ağzından yayılan votka kokusu Samir’in yüzüne vurdu.
Bahçenin ortasına bir masa koymuşlar, çevresine de sandalyeleri dizmişlerdi. Etrafta boş şişeler, konserve kutuları vardı. Anlaşılan, subay askerlerine önce bir ziyafet çekmişti.
Gözleri anlaşılmaz ifadelerle yanıp sönen subay, öfkeyle sesini yükseltti:
- Bağırma ihtiyar! Bu ev, eşyalar sizinse ne yapalım. Ermeni’ye kalsa daha mı iyi? Ermeniler şehre iyice yaklaştı, düşündük ki bu ne hasetliktir? Bizim hakkımız yok mu? Bak, düşmanla savaşıyoruz, kan döküyoruz.
- Sağ olun! İyi savaşıyorsunuz, vatan toprakları bir bir düşmana.
- Savaştır bu ihtiyar, şimdi kaybetsek de sonra tekrar kazanırız.
Olanları ibretle izleyen Samir’in karısı, kendini tutamadı:
- Ahmak ahmak konuşmayın… Eşyalarımızı yerine koyun ve çıkın evimden dışarı!
Subay, kadına doğru döndü.
- Bizimle böyle konuşma bacı! Eşyaları güç bela çıkartmışız evden. Nereye istiyorsanız, götürüp boşaltalım. Bu iyiliğimize karşı da saygı gösterin.
Kadın birden öfkeyle bağırdı:
- Defolun!! Ermeni vatanı talan ediyor, benim askerime de savaşacağı yerde bizim evlerimizi soyuyor.
Samir askerlerin bu tür işlerini duymuştu; lakin inanmamıştı. Başına böyle bir işin geleceğine asla ihtimal vermiyordu.
Subay birden askerlerine emir verdi:
- Askerler, çabuk bunların elini ayağını bağlayın!
Samir ve karısının ellerini ayaklarını bağlayıp yan yana uzattılar. Eşyaları kamyona yükleyip çekip gittiler.
Karanlık düşünceye kadar bahçede debelenen Samir ile karısı, birbirlerinin ellerini ayaklarını güç bela çözüp dışarı çıktılar. Allah’tan arabalarını götürmemişlerdi. Arabaya binip canlarını kurtardıklarına şükrettiler. Karısı o günden sonra, üç gün yataktan kalkamadı. Samir meseleyi komutana anlattı, şikayetçi oldu; ama o sırada askerler şehri terk etti, düşmana bıraktı. Olan bitenler ise unutulup gitti.
O hadisenin üstündeki sır perdesi, bu yakınlarda, hiç beklenmedik bir anda yeniden açıldı. Menzer Hanım’a rica etmişti. Samir’in karısı, onun torununa piyano öğretecekti. Çocuk musiki mektebinde okuyordu. Derslerinde başarılı olamıyordu. Menzer Hanım’ın evinde piyanosu da vardı. Samir’in karısı piyanonun bulunduğu odaya girince, garip bir duyguya kapıldı, kendisini başka bir yerdeymiş gibi hissetti. Duvardaki halılar, yerdeki kilimler, masa, koltuklar, şifonyer kısacası bütün eşyalar ona tanıdık geliyordu. Piyanoya yaklaşınca başı döndü, olduğu yerde kaldı. Sonra eğilip piyanonun altına baktı. Orada adı yazılıydı. Babası o zamanlar kızkardeşine ve ona, iki piyano almıştı. Karışmasın diye de altlarına kızlarının adını yazdırmıştı.
Menzer Hanım’ın gelini:
- Piyano güzel mi? dedi, hiçbir şeyden şüphelenmemişti; ama birden kadının renginin solduğunu görünce heyecanlandı ve sordu:
- Size ne oldu öyle?
Kadın, gelinin söylediklerini duymadı bile, merakla Menzer Hanım’a döndü:
- Menzer Hanım, bu piyanoyu nereden aldınız,?
- Rahmetlik oğlum aldı.
- Bu benim çeyizimdir, ay hala, benim!
- Olamaz, nerden senin olacak!
Kadın piyanonun üst kapağını kaldırdı.
- Demek inanmıyorsunuz. Şimdi bu piyanonun benim olduğunu göstereciğim size. Bakın, piyanonun bu köşesine, paralarımı saklardım ben. Elini uzatıp piyanonun gizli yerinden, şimdi kullanılmayan Sovyet Devri’nin paralarını çıkardı. Gözleri kararan kadın, avcundaki paralara bakarak olduğu yere yığıldı. Elini yüzünü yıkayıp ayılttılar. Samir’in karısı, bir zaman başlarına gelen hadiseyi, Menzer Hanım’a ve gelinine etraflıca anlattı. Gelin içeri gidip kocasının resimlerini getirdi. Samir’in karısı, görür görmez tanıdı subayı. Sonraki çarpışmaların birinde mayına basıp helak olmuştu. Menzer Hanım ve gelini, onun ayaklarına kapanıp: “Eşyalarının hepsini al, ama ne olur bu sırrı açığa vurma.” diye yalvardılar…


* * *

Samir, öğle yemeğine geç kalmıştı. Radyatör bir yerinden su kaçırıyor, motor hararet yapıyordu; ama Samir biraz su ilave edince hararet düştü. Samir aç susuz dolansa da arabaya bakmayı ihmal etmiyordu. Kuralsız boks maçları, kuralsız savaşlar falan da umurunda değildi.
Karısı Samir’in öğle yemeğini aceleyle önüne koyup gitti. Çamaşır yıkıyordu. Elini ekmeğe uzattığında sofrada kaşık olmadığını farketti. Kadın kaşığı unutmuştu, sessizce kaltı ve gidip bir kaşık aldı. Karısından bir şey istemeye yüzü yoktu. Ailenin reisi olarak bir baba olarak çocuklarının ve karısının ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Onlara elbise almayı bırak, bazen ekmek dahi alamıyordu. Bu yüzden karısına karşı mahçuptu.
Kalkıp televizyonu açtı, yemeğini yerken televizyon izlemeye başladı. Bir muhabirin iki yabancı ile röportajı yayınlanıyordu. Muhabir iki Alman ile görüşüyordu. Alman çift de işsizdi, üstelik yeni evlenmişlerdi. İş arıyorlardı; ancak oturdukları kanepeler, evdeki eşyalar insanın gözünü alıyordu. Muhabir soruyordu:
- Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?
Onlar cevap veriyordu:
- Hükümet işsizlik maaşı veriyor.
İlahi! Bu maaş onların, yemelerine, içmelerine, ev kiralarına, giyimlerine her şeylerine yetiyordu. Üstelik sinemaya, tiyatroya, konsere gittiklerini söylüyorlar, günlük gazete ve dergi bile alıyorlardı. Vay kıblesizler! Vay! Daha da hallerine şükretmiyorlardı. Samir ise -sadece Samir mi?- bütün gün kendini ateşe atıyor, bir ekmek parasını zorla kaznıyordu. Buna rağmen bu ülke dışına kaçanları kınıyor, onlara kötü gözle bakıyorlardı. Keşke genç olsaydı Samir, hem de bekar! O da çekip giderdi. Bu yaşta ne yapsın? Karısını çocuklarını nereye bıraksın.
Ömrü boyunca bir şeyleri beklemiş, ümitle yaşamıştı. Sonunda da böyle… Azıcık sesini yükseltsen: “Konuşma, savaş halindeyiz.” diyorlardı; ama ne savaş, savaşa benziyordu ne de barış, barışa. Nereye kadar susmak gerekti? Peki, o Almanlar, onlar savaştan çıkmamış mıydı? Ülkelerini darmadağın etmemişler miydi? Kısa zamanda her şeyi yoluna koydular. Üstelik petrolleri, gazları da yok… Bizim her şeyimiz var; ama sadece işin başında oturanlar faydalanıyor. Hepsinin cebi dolu, karnı tok, yerleri sıcak… hepsinin de keyfi yerinde. Samir bunları düşünürken birden, kapı gıcırtıyla açıldı. Gelen, oğluydu.
- Anne, ekmek getirdim.
- Sağ ol, ay balam. Söylemeyi unutmuşum, evde deterjan yok. Çay, şeker de bitmiş.
- Alıp geleyim mi?
- Paran var mı, oğlum?
- Evet, var.
O sırada, kızının yalvaran sesini duydu Samir.
- Abi, ne olur bana da bir Memmedemin ver.
- Bir daha sözümden çıkmazsan veririm?
- Yok, vallahi çıkmam.
- Tamam, al sana bir memmedemin, tut.
Samir bir müddet dinledi ve kendi kendine konuşmaya başladı. Oğlan bu kadar parayı nereden buldu acaba? Evden sabah çıkıp akşam dönersen olacağı bu… Demek Tezegül’ün söyledikleri doğruymuş! Evvel herkesin işi gücü belliydi. Büyüğünü, küçüğünü bilirdi herkes. Şimdi okumuş, okumamış, çalışan, çalışmayan. boyacı küpünden çıkmış gibi. İnsanlar birbirine karışmış. Kimin eli kimin cebinde belli değil.
Samir, karısını yalnızken yakaladı:
- Bu ne demek, hey hanım? Çocuk bu kadar parayı nereden alıyor?
Karısı kıs kıs güldü:
- Haberin yok mu?
- Neden?
- Oğlumuzun bir sınıf arkadaşı var. Aynı sırada oturuyorlar. Oğlanın dersleri iyi değilmiş. Okumaya da gönlü yok. Babası ise zengin. Bizim oğlan ile anlaşmışlar. Bizimki onun ev ödevlerini yapacak, karşılığında da üç şirvan[4] alacak.
- Sen ne konuşuyorsun Hanım? Bu duyulursa!?
- Endişe etme, oğlanın babasının da haberi var.
- Olmaz! Böyle iş olmaz!.
Kadın sinirlendi, sesini yükseltti:
- Allah’ını seversen sus! Yeter! Bırak, çocuk bari gözü açık yetişsin, ferasetli olsun. Görmüyor musun, devir değişti artık!
Samir ellerini havaya kaldırdı:
- Ey Allah’ım, ne günlere kaldık! Bu kadın neler söylüyor?


[1] Memmedemin: Üzerinde, ilk bağımsız Azerbaycan Cumhuriyetini kuran Mehmet Emin Resulzade’nin resmi olan Azerbaycan parası.

[2] Kaç ha kaç: Düşman saldırısı nedeniyle panik halinde kaçış.

[3] Memmedemin: Üzerinde, Azerbaycan Cumhuriyetinin kurucusu, Mehmet Emin Resulzâde’nin resmi bulunan para.

[4] Şirvan: Üzerinde, Şirvan’ın resmi olan Azerbaycan parası