Karabağ Kaçkınları

Öğretmenevinin salonundan tar sesi geliyordu. Yürüsem, ana caddeye çıksam, uğultular içinde kaybolacaktı bu ses. Dalları, sokağa eğilmiş salkımsöğüdün altında durdum. Bu ses, bütün seslere hükmetti biraz sonra ve bütün sesleri tek tek sildi sokaktan. Önümde uçsuz bucaksız bir düzlük uzadı ve sisler, dumanlar içinde kayboldu şehir. 

Kim bilir, hangi âşık yüreğinin yanık nağmelerini dökmüş bu tara, hangi yürek tutuşturmuş bu nağmeleri. Bir yürek sızlaması bu ses ve binlerce feryat... Öylesine yanık, içli, ölgün öylesine bezgin, dertli… Dinledikçe, beni kendine çekti bu ses, dev bir dalga gibi yuttu beni ve ıssız bir sahile sürükledi. O sahilde bir tek ses vardı: bu tarın sesi…
Dar sokaktan hızla geriye döndüm. O ahenkli ses, ılık bir rüzgâr gibi kuşattı tüm bedenimi, içimi delip geçti. Lodos değmiş kara döndüm, eridim. Sonra ateşler, alevler, korlar döküldü üstüme. Sesin geldiği yere doğru, bir yitiğini bulmuş gibi telaşlı adımlarla yürüdüm. Geç kalsam, çok ötelerden gelen bu ses bitecek, kaybolacak, eriyecekti. Dumanlar çekilecek, birbirine geçmiş şekilsiz, iğreti binalar, eğri büğrü yollar tekrar yığılacaktı önüme.
Basamakları ikişer ikişer çıktım, merdivenin başında durdum. Şah perdede titreyen, çırpınan, bir mızrap, her makamda ayrı bir kedere batıyor, şur, segâh, mugam… yürek zarında inleyen bir sese dönüyordu. Bu ses, yaylalardan ansızın inen bir sel gibi çağlayıp doldu içime. Sonra, tara eşlik eden, ince bir ses kolumdan tutup çekti. Salonun kapısına dayandım, içeri girmeye çekiniyordum.
Tar, ağır, hüzne batmış bir taksim yaptı ve bir mahnıya ses vermeye başladı. Tara eşlik eden o ince ses, tellerin yangınını, tellerde büyüyen, çoğalan hüznü söze dökmeye başladı. Tar, o sözlerin her bir hecesine eşlik ediyordu: “Dost baaağıııııındaaa açılııııpdı güüüül, Güleee sarıııılıpdıı bülbül…”
Tar sustu. Salondan taşan yüksek ritimli bir nağara sesi, akordeonun ince, kıvrak sesine karıştı. O hüzünlü ses de coşkun bir aşk nağmesi oldu, bir çağrıya dönüştü: “Mehribanım, Mehribaaaan gel oynaaa gül oynaaa. Gözeeel oğlan, göözel gıııız çal oyna…”
Ve bütün sesler sustu. Bir anlık sükût kapladı salonu. Sonra, sitem dolu bir ses parçalayıp dağıttı o sükûtu:
“Olmur, e! Olmur! Olmuuuur!” Ay Özge! Bes, sen neynirsen? Oyuna hardan giripsen?… Tamer! Hemişe sene demirem? Niye gızın gabağına varanda kollarını aşağı salırsan? Budu, bak, belece yapacaksan.”
Kapıyı usulca açıp, ayaklarımın ucuna basarak içeri süzüldüm. Salondaki gençler pür dikkat, sitem eden sesin sahibini dinliyordu. Ufacık boylu bir adam… Sesi öyle buyurucu ki, birden “sen ne geziyorsun burada, çık dışarı!” dese, hiç itiraz etmeden çıkıp savuşacağım. Salondaki o hüzün, o yangın, coşku, davet… büyülü bir perdenin ardında kaldı. Salondakilerin hepsi, adeta kendini parçalayan adamı dinliyordu. Bütün gözler ondaydı.

Sessizce çalgıcıların yanına iliştim. Akordeon çalan adam ayakta, akordeonu da boynundaydı. Nağaracı, nağarasını kucağına almış bekliyordu. Tar, onların yanındaki sandalyenin üstündeydi. Gövdesi sedef işlemeli bu tar, az önceki seslerin sahibi olmalıydı. Garip, melul, mahzun yatıyordu sandalyenin üstünde, bir uzak diyarda, gurbetteydi sanki. Galiba o ufak boylu adam çalıyordu bu tarı? Ya o, hüzünle dolup sonra sokağa taşan o ses? Akordeoncu ve nağaracı da can kulağıyla, bu ufacık adamın söylediklerini, dinliyorlardı. Ufak boylu adam, kâh kızlara seslenip bin bir nazla, işveyle salınıyor; kâh erkeklere seslenip sert ve kıvrak hareketlerle alıcı kuşlar gibi dönüyor, kanatlanıyor, süzülüyordu. İlerlemiş yaşına rağmen işini samimiyetle, aşkla yapıyordu…
Başlarına siyah kalpaklar giymiş, deri çizmeleri diz kapaklarına kadar çıkan ve belleri hançerli delikanlılar, rengârenk ipekli şallar içinde, gözleri sürmeli, ceylan gibi genç kızlar… hepsi bu adamın etrafında halka olmuştu.
Boylanıp bu adama baktım. Üzerinde uzunca bir ceket vardı. Ceket, adamın üstünde palto gibi duruyordu. Ceketinin kollarını, bileklerinden geriye doğru katlamıştı ama ceketin kolları hala uzundu. Adam kollarını aşağı indirdiğinde birden elleri kayboluyor; bu uzun ceket, onun küçük kollarını yutuyordu. Sağ yanağında derince yara izleri vardı. Belki bu yüzden hafifçe uzattığı ve iyice ağarmış sakallarını kesmemişti. Sağ gözü, diğer gözünden epeyce iri gözüküyordu, sanki biraz dışarı doğru fırlamıştı. Beyaz saçları geriye doğru taranmıştı ve ikide bir kolunu çemreyip bir elini alnına götürüyor, saçlarını arkaya doğru sıvazlıyordu. Yüksek sesle bir şeyler anlatırken ağzının sol yanında altın bir diş parlıyordu. Bu altın diş, neredeyse siyahlaşmış, seyrek, dokunsan düşecekmiş gibi duran diğer dişlerinin arasında çok garip duruyordu. Yüzündeki ve alnındaki derin çizgiler, bu adamın dünyayı kaç yıldır adımladığından haber veriyordu.
Adam, herkesi uyarıp neler yapmaları gerektiğini bir bir anlattı:
“Yahşı? İndi baştan” dedi, yüksek sesle. Oturuşumu değiştirdim, toparlandım. Sanki bana da bir şeyler söylemişti bu adam. Sanki ben de bir şeyler yapacaktım…
Genç kızları, delikanlıları yeniden sahneye dizdi. Arkasına bakarak hızlı hızlı gelip tarı eline aldı ve oturdu. Sağa sola bir daha baktı, birden gözlerini bana dikti, bakışlarını üstümde gezdirdi bir süre. Yuvasından fırlamış iri gözünde, anlaşılmaz bir felaketin izleri vardı. İçim titredi. Sonra dönüp nağaracıya başıyla işaret etti ve tarı göğsüne bastırdı. Tara öyle bir sarıldı ki, bu adamla, bu tar arasında anlaşılmaz bir yakınlık, bir aşk, bir bağlılık vardı.
Herkes hazırdı, ben de… nağara “düm tek, düm tek” bir ses verdi, adamın küçük elleri, tarın tellerinde dolaşmaya başladı. Akordeonun sesi çok derinden geliyordu. Yine o ağır hüzünlü parçayı terennüm etmeye başladılar.

Tar çalan adama daha yakından baktım. Dışarı doğru fırlayacakmış gibi duran gözü, boş anlamsız bakıyordu, o gözünün görmediğini fark ettim. Yakından bakınca, yüzündeki yara izlerinin çok derin olduğu anlaşılıyordu.
Sahnede ipekli giysiler içindeki kızlar, sahnenin ortasında, bir başka kızı daire içine almışlardı. Erkekler de onların çevresindeydi. Müzik başlar başlamaz kızlar, duru bir suda, kamışların arasında salınan sunalar gibi adeta kayarak kenara çekildiler. Ortada ince, zarif, dal boylu bir kız kaldı. Birden, seri hareketlerle sahneye gelen delikanlı, o kızın etrafında dönmeye başladı. Yalvarırcasına hareketler yapan genç, bir şahin gibi kollarını iki yana salıp kızın etrafında kur yapıyordu. Kız, mavi ipekler içinde bir gök kumru, bir güvercindi. Öyle bir nazlanıyordu ki, erkek oyuncu, etrafına bakıp ellerini iki yana açıyor, bir çare arıyor, ara sıra ellerini yukarı kaldırıp tanrıya yalvarıyordu. Kız, başından salınan tülün bir kenarı ile ağzını kapattı, eliyle oğlana “git” işareti yaptı. Oğlan kızdan uzaklaştı, hayali bir aynaya bakıp süslendi, saçını başını düzeltti ve çevik hareketlerle yeniden kızın etrafında dönmeye başladı. Kız, duvağını açtı, güldü. O anda tarın hüzünlü sesi kayboldu, nağaranın ritmi hızlandı, akordeon coştu. O küçük adamın sesi de, coşkulu, davetkârdı: “Mehribanım Mehribaaaan, gel oynaaaa, çal oyna. Gözeeel oğlan göözel kıııız çal oyna…”
Sahnede bir toy başladı. Delikanlı, nazlanan kızın elinden tuttu, diğer oyuncuların alkışları arasında sahnenin dört bir yanını dolaştılar. Sanki birlikte toya gelenleri selamlıyorlardı. Genç kızlar, delikanlılar, sahnenin dört yanından rengârenk bir sel olup aktılar, aktılar, aktılar…
Tarı bıraktı ufak boylu adam. Sahneye geldi.
“Besdi, yahşı,” dedi, “Yahşı…belece ey!”
Gençler, dışarı çıkarken uzun boylu, şık giyinmiş biri girdi içeri. Cebinden üç tane onluk çıkardı, çalgıcılara dağıttı. Tarcı boynunu eğip:
“Uşak hestedi,” dedi. “Derman alıp aparacağam, iki lira daha ver. Gelen hefte eksik verersen de.”
“Bana söylenen bu,” dedi adam, başka para vermedi…
***
Sabah erkenden kapı zili çaldı. Hanım, mutfaktan bağırdı.
“Kapıya baaak!”
Kalktım, aceleyle kapıyı açtım. Yaşlı bir kadın, yanında da on yaşlarında bir kız çocuğu… Kız, -anası mı, ninesi mi,- kadının eteğinden sıkıca yapışmıştı. Ben kapıyı açtığımda küçük kız, yüzünü kadının eteğine iyice gömdü. Uzunca bir beliği, beliğinin ucunda da rengi belirsiz bir kurdele… Kadın, buğulanan gözlerini kaçırdı benden. Gözlerinde anlaşılmaz bir tedirginlik vardı. Yazmasının ucunu, eliyle gözlerine götürdü. İnce, esmer, zayıf elini uzattı, boğulan bir sesle:
“Oğul” dedi, “oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle.”
Bu sözler, bir bıçak gibi saplandı yüreğime. Kanım içime aktı…
“İçeri gelseydin teyze…” dedim, “gel, soğuk, çocuk da ısınır biraz...”
“Yok, balam,” dedi. “Çok sağ ol, gedek...”
İnce, zayıf, esmer elini kapatıp, apartman boşluğunun yarım aydınlığında, bir gölge gibi geriye döndü kadın. Kız da eteğe bağlıymış gibi, kadının savrulan eteğiyle birlikte dönüverdi. Kızın yüzünü hiç göremedim. Bir bahaneyle bu kızın gözlerini göreyim istedim, kapıdan sarkıp, ardından umutsuzca çağırdım.
“Küçük kız, adın ne senin?”
Kız dönüp bakmadı, kadının eteğine iyice sokuldu. Kadın, birkaç basamak aşağıdan seslendi, sesi bana kadar zor ulaştı ve soğuk duvarlara çarpıp kayboldu:
“Pünhane, balam,” dedi, “Pünhane…”
Günlerce, gecelerce kızı düşündüm, geceler boyu konuştum o kızla:
“Pünhane! Gözlerin ne renkti senin? Ya ellerin, ellerin?… O küçücük ayaklarınla mı kaçtın kurşunların, bombaların önünden? O küçük adımlarınla mı aştın dağları? Üşümedin mi Pünhane? Üşümedin mi? Yüzün niye çocuk yüzü değil, niçin bu kadar yanmış Pünhane? Bombaların, kurşunların sesini duydu mu kulakların? Ya gözlerin, gözlerin ne renkti Pünhane? Akan kanı gördün mü o gözlerin? Kanlar sıçradı mı evinizin duvarlarına? Kanlar? Duvarların dibinde ağlayıp kaldın mı hiç? Bir ceylan gibi korkulu gözlerle kan yiyen sırtlanlara baktın mı? O zaman kaç yaşındaydın Pünhane? Okula gidiyor muydun? Ya kalemin, defterin, boyaların? Çizgi oynarken mi, tek ayağının üstünde sekerken mi düştü bombalar? Arkadaşların, arkadaşların öldü mü hiç Pünhane? Kana battı mı oyuncakların?
Hiç bir gece, hiçbir soruyu cevaplamadı o kız, hiç bakmadı yüzüme, hiç görmedim gözlerini…
Gece, sulu sepken bir kar yağıyordu. Pencereden dışarı baktım. Gök gürledi, şimşekler çaktı ardı ardına. Belki şimşek değildi, uzak şehirlere, köylere bombalar yağıyordu. Ortalık önce aydınlandı ve tekrar zifiri bir karanlığa gömüldü. O bir anlık aydınlıkta, ışıklarla birlikte bir kız gelip karşımda durdu. Uzun bir beliği vardı, beliğinin ucunda da bir kurdele. Cama yaklaştıkça kayboldu yüzü. O uzak şehirlerden kaçmıştı belli. Islanmıştı, perişan, yorgun, korkulu, ürkek… Uzansam kızın ellerini tutacaktım. Ellerimi uzattım ama ellerim boşlukta asılı kaldı. Elimi tutmadı, elleri yoktu kızın. Kaşları, gözleri, ağzı, burnu, yanakları yok… Bir belik ve bir kurdeleden ibaretti bu kız. Kurdelesi kana batmıştı, kıpkırmızıydı. Yüzünde bir ışık parladı, beyaz bir ışık. Ve o belik de, o kurdele de eridi, kayboldu bu ışığın içinde. Kızın ardından, esmer, zayıf, bir el uzandı cama. O el, uzadı, uzadı, camı delip gözlerimin önüne kadar geldi. O kadının eliydi. O esmer, zayıf elden kan akmaya başladı. Sonra bu elin arkasında bir kadın silueti belirdi… Karanlığın içinde koyu bir gölge gibi duran kadının da yüzü yoktu ama sesini duydum. Sesi çığlıktı:
“Oğul” dedi, “oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”
***
Uyuyamadım, erkenden kalktım. İşe giderken apartmanın aksakalı Kelbayı kesti yolumu.
“Hoca” dedi, “ Apartmanın kapıcısı çekip gedip, daha gelmeyecek, cavan bir uşak tapmışam, indice bura gelecek. Sen danış onunla, apartmanın yöneticisi sensen de hoca, heberin yokdu? Dünen men yandırmışam kazanı…”
“Tamam, gelsin Kelbayı,” dedim “gelsin bakalım…”
Apartmanı, güya Kelbayı ile ben yönetiyorduk. Ben hesap işlerine bakardım, o da odun, kömür, temizlik, tamirat… Her ay bir bağırtı çökerdi bizim apartmana. Asansör bozulur, sular kesilir, elektrik tesisatı yanar, yakıt donar, kanalizasyon tıkanır, kapıcı parası ödenmez…
“Temeli bozuk bu binanın” dedi, Kelbayı, “bu sakalımdan utanıram, yoksa bunların hamını vereceksen gılıcın gabağına…”
“Az kaldı, bu kışı da atlatsaydık,” dedim, “ ilk işim, başka bir yere taşınmak olacak…”
Biz Kelbayı ile konuşurken, ince, kara kuru bir genç yaklaştı.
“Sabahınız heyr...” dedi.
“Uşak geldi hocam, bu uşak…” dedi, Kelbayı,
Gelen, on beş on altı yaşlarında bir delikanlıydı. Sabahın seherinde gelip dikilmişti kapıya. Gözlerinden uyku akıyordu. İkide bir esneyip gözüme bakıyordu. Ben şaşkın bakıyordum çocuğun gözlerine. Birden kömür torbaları bindi sırtıma. Koca kovalarla, kazan dairesinden kül çıkarırken dizlerimin dermanı kesildi. Yığıldım kaldım bodrumun karanlık basamaklarında. Kazanı yakarken boğuldum isten, dumandan, azarladılar beni, kızdılar, sövdüler…
Dünyanın her halini görmüş koca Salman Dayı, dayanamamıştı bu apartmanın kahrına. Şerul’a gitmiş olmalıydı. Hep Şerul’dan bahsederdi… Üstelik her iş gelirdi Salman dayının elinden. Elektriği, suyu, kazanı kendisi tamir ederdi… Bu çocuk, daha yeni yetme bir delikanlı? Nasıl yapacaktı? Daha ana kuzusu bu çocuk! Soğuk sabahlarda nasıl uyanacak erkenden, nasıl yakacak kazanı, o ağır kovaları nasıl kaldıracak? Nasıl? …
Umutsuzca sordum:
“Sen… sen, yapabilir misin, zordur? …”
Çocuktan önce Kelbayı cevap verdi.
“Beli, cavan uşakdı de hoca, nece yapamaz? Men bunun yaşında olsam, taşı sıkıp un eyliyerem ahı.”
“Daha çok genç Kelbayı, daha çoc…”
Sözümü tamamlayamadan atıldı çocuk:
“Yaparam abi” dedi, “bundan gabak başka binalarda da işlemişem.”
Olmaz deyip geri döndüremedim çocuğu. Bodruma indik. Her taraf is pis, kömür kokusu, nem kokusu… Köşede kapıcıların kaldığı derme çatma bir kulübe… Çürümüş, su sızdıran borular, birbirine eklenmiş, nerden gelip nereye gittiği belli olmayan elektrik kabloları, bir köşeye yığılmış büyük kömür torbaları, iri odun kütükleri…
Kelbayı’nın “taşı sıksa un eder cavan uşak,” dediği çocuğa sordum.
“Adın ne?”
“Seyfettin.”
“Seyfettin, sabah saat altıda kazanı yakacaksın, odun kömür burada…”
“Tamam.”
“Saat yedide sıcak suyu vereceksin, su vanaları işte orada…”
“Tamam abi.”
“Aman, dikkat et, yapamayacağın bir iş olursa elini sürme sen.”
Yapacaklarını anlattım, yüzlerce emir sıraladım Seyfettin’e:
“Yapacaksın, edeceksin, gideceksin, geleceksin, tutacaksın, atacaksın, yatacaksın, kalkacaksın… tamam mı?…”
“Tamam, abi, tamam abi…”
Seyfettin kalacağı kulübeye baktı. Salman dayıdan kalma eski bir yorgan, tahta bir sedir, bir küçük tüp, iki bardak, isli bir tencere, bir köşede el feneri, tornavida, yanmış elektrik sigortaları, pense, çekiç…
Seyfettin kalacağı yeri düzenlemeye koyuldu. Ben, insanı boğan, ezen, acı acı kokan bodrum katından yukarı çıktım, derin bir nefes aldım, Kelbayı’ya “Allahaısmarladık, çocuğa yardımcı ol,” deyip işyerine doğru yürüdüm.
***
Akşama doğru, evden aradılar.
“Çok soğuk, kaloriferler yanmıyor, elektrikler de kesik, nerdesin?”
Hava kararıyordu, kaloriferler çoktan yanmış olmalıydı. Acaba Seyfettin, daha ilk günden çekip gitmiş miydi? Acaba Seyfettin? … Arabaya binip eve geldim. Apartmanın girişinde Hacı Sevim teyze karşıladı beni, şikâyetlerini sıraladı.
“Ay oğul, donmuşuk ahı? Niye yanmır bu kalorifer?
“Bakarız Sevim teyze, yakarız şimdi, yeni kapıcı daha çok genç, belki yakamamıştır, aşağı bir bakayım…”
Bodrum’a doğru birkaç basamak indim, yoğun bir küf kokusu vurdu yüzüme. Kapıyı iteledim, gıcırdayarak açıldı. İçerisi zifiri karanlık. Bir iki basamak daha indim. Bağırdım.
“Seyfettin! Seyfettin!”
Ses yok. İçerde hiçbir şey çalışmıyor. Ne hidrofor sesi, ne su sesi... Seyfettin çekip gitmiş, haklı çocuk” dedim içimden. “burada kim kalır ki…? Eve çıkıp el fenerini aldım, tekrar aşağı indim.
“Seyfettin! Seyfettin!
Kalorifer kazanına doğru birkaç adım attım. Kazan yanmıyordu. Kazanın önüne odun ve kömür yığılmıştı. “Yakacakmış ama vazgeçmiş, çekip gitmiş,” dedim içimden. Kulübeye yöneldim, feneri içeri tuttum. Kimse yok. Fener ışığını sağa sola çevirip etrafıma bakarken birden yan tarafımdan can havliyle inleyen, yalvaran, boğuk bir ses geldi. Ürperdim, geri çekildim.
“Abiii!”
Feneri sesin geldiği tarafa tuttum. Karanlıkta parlayan iki göz. Boylu boyunca serilmiş çocuk. Sol elini ileri uzatmış, yardım diliyor. Güçlükle “Abiii” dedi tekrar. Yerde yatıyordu Seyfettin. Sürünerek kapıya doğru gelmek istemiş, takati bitince de öylece kalmıştı. Az önce oradan geçerken nasıl fark etmemiştim? Seyfettin’in az ilerisinde yılan gibi kıvrılmış bir elektrik kablosu duruyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. Seyfettin’i kucakladım, sağa sola çarparak dışarı doğru fırladım. Zavallının cılız bedeni, yarı canlı, iki büklüm sallandı omzumda. Eli yüzü, üstü başı kömür karasıydı. Sırtımdan düşmesin diye iki elinden sıkıca tuttum. Sağ elinde garip bir soğukluk vardı, yüzünün sağ tarafı büzülmüştü. Bir şeyler demek istiyor ama konuşamıyor, inliyordu:
“Abiiii!”
Sevim Teyze: “Ay guzum buna ne olup, e? diye dizlerine vurarak geldi. Arabanın kapısını açıp bindirdim çocuğu. Bir çuval gibi yığıldı arabaya, başını tutamıyordu, koltuğa devrildi Seyfettin. Sevim teyze:
“Cavan uşakdı, ay Allah sene tapşırmışam,” diye dualar döktü arkamızdan. Sevim teyzenin bağırtısına toplanan komşuların arasından hızla sürdüm arabayı.
Nereliydi bu çocuk? Hangi tipi savurmuştu buralara? Nerden gelip nereye gidiyordu? Kimin nesiydi çocuk? Cavan mıydı, çocuk muydu? Anası babası kimdi? Sabah dipdiri olan çocuğun şimdi yarı canlı bedeni ve bir de adı vardı: Seyfettin! Arabanın arkasında can çekişen bu yeni yetme, Allahım! Yaşayacak mı? İkide bir dönüp arkaya bakıyordum. İki kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Yanlış mı gidiyordum? Hastane ne yandaydı? Bu şehir niye bu kadar değişmiş?
Hastaneye ne zaman vardım? Seyfettin’i nasıl kucaklayıp sedyeye attım? Serumu kim taktı? Hastane niye karanlıktı, hala bodrumda mıydım? Bilmiyorum…
Nefesi tıkanıyordu, biraz sonra solunum cihazına bağladılar. Gözlerini açtı bir ara, uzaklara daldı önce, sonra, usulca kapattı gözlerini. Uyumuş muydu?
Ayakkabılarının biri siyah, biri kahverengiydi, hastanede fark ettim. Boynunda, siyah iple bağlanmış bir muska vardı. Ellerli, yüzü, üstü başı, kömür karası, Yüzü… Allahım bir yanağı niçin böyle küçülmüş!? Sağ yanağı zayıflamış, kurumuştu sanki. Doktor: “ceketini çıkarın,” dedi. Hemşireler ceketini çıkardılar. Ceketin iç cebinden bez bir cüzdan ve cüzdanın içinden de bir kaç kâğıt parçası ile bir fotoğraf düştü yere. Seyfettin’e benzeyen bir gencin hafifçe gülümseyen siyah beyaz fotoğrafı. Uzaklara bakıyordu fotoğraftaki genç. Uzaklara, çok uzaklara... Cüzdanı, resmi ve üstünde adresler, numaralar yazılı kâğıtları topladım…
“Sağ yanı felç olmuş,” dedi doktor, “şokta, kendine gelebilir ama zor…”
Neden sonra kıprdadı, gözlerini açtı Seyfettin. Sağ eline baktı, sağ ayağına… gözleri yaşardı, sessizce ağladı. Sağ yanı tutmuyordu fark etti bunu.
“Düzelecekmiş, doktor öyle söyledi” dedim, “korkma.”
“Abiii,” dedi, “babam…babama heber veresin…”
“Burada mı baban! Nerde kalıyor? Eviniz nerde?”
“Valilik yolunda, mektebin gabağında, yaşıl bina, zirzemide...”
“Seyfettin, Seyfettin...”
Duymadı. Ancak birkaç kelime konuştu, nefesi kesildi, gözleri kapandı yine. Odadan çıktım. Söylediği adresi düşünüyordum. Tarif ettiği yerde bir tane okul vardı zaten, o büyük bina olmalıydı. Arabaya doğru yürüdüm. Arkamdan bir ses:
“Beyefendi bunun masrafları? Kaydetmemiz gerekiyor, adı soyadı ne bunun?”
Sadece adı vardı bu çocuğun, adından başka hiçbir şeyi yok. Kendi adımı söyledim. Bir serum parasıydı hayat. Tutmayan kol, bacak, bir muayene pahası. Hemşireye kimliğimi uzattım, “sen kaydet, ben geliyorum” dedim.
Sırtımda kara haberin tonlarca ağır yüküyle Seyfettin’in tarif ettiği yere geldim. Karşıma çıkan adama ne diyecektim? “Seyfettin’i elektrik çarptı, felç oldu, zor!..” Nasıl diyecektim? Ben nesi oluyordum bu insanların? Az sonra kapısını çalacağım insanlar kimdi?...
Binaya girdim, ışığı yaktım, bodruma doğru inen basamaklardan yavaş yavaş aşağı yürüdüm. Üstten sızan sular duvarlarda kireçlemiş, beton duvarlar yer yer beyazlamıştı. Aşağıda eski püskü eşyalar, karton kutular, kırık koltuklar, sandalyeler... ışık söndü, ayaklarım bir şeylere takıldı, elimi duvara sürerek ilerledim. Az ötede tahta kapının aralığından cılız bir ışık sızıyordu. Kapının önüne dikildim. Kapıyı vurmaya korkuyordum, birkaç kez elimi uzatıp vazgeçtim. Acaba geri mi dönseydim? Ya çocuk uyanmazsa!? Sonra tüm cesaretimi toplayıp kapıya vurdum.
İçerden ayak sesleri geldi, kapı açıldı. Küçük bir kız açtı kapıyı. Karşıdaki odanın kapısı da açıktı ve odanın karşı duvarı görünüyordu. Kız, şaşkın şaşkın gözlerime baktı. Birden kayboldu kızın gözleri. Eli, ayağı, yüzü, tüm bedeni kayboldu kızın. Kapıda eriyip kaybolan kızın beliği ve kurdelesi kaldı gözlerimin önünde. O anda bir kadın çıkıp geldi odadan. Esmer, zayıf bir kadın. Elleri tanıdık kadının, elleri, yorgun, elleri muhtaç... Bana baktı ve esmer, zayıf elleri iki yanına düştü. Küçük kız geriye dönüp yüzünü korkuyla gömdü bu kadının eteğine. İki suçlu gibiydik. Kadın da konuşamadı ben de. Odanın karşı duvarına ilişti gözüm. Duvarda, gövdesi sedef işlemeli bir tar asılıydı. Tarın yanında, ortasında ay yıldız olan mavi, yeşil, kırmızı renkli bir bayrak ve siyah beyaz bir fotoğraf… Seyfettin’in cüzdanındaki fotoğraf! Bir adam sesi geldi karşı odadan, az sonra, o ufak boylu, yüzünün bir yanı yaralı, bir gözü kör, tar çalan o adam çıktı. O odadan çıktığında küçük bir çocuk ağladı arkasından…
Söyleyeceklerim boğazıma dizildi. Kekeledim, yutkundum, konuşamadım.
“Seyfettin” dedim, Seyfettin, düşmüş… Yaralı… Korkmayın, hastanede...”
Yüzümdeki endişeden bir felaket sezdi kadın, iki elini havaya açıp yalvardı:
“Seyfettin! Seyfettin! Düz deginen, ay oğul! Ne olup?”
Adam söylediklerime inanmak ister gibiydi, kadına döndü:
“Bir şey yok, korkma, hestehanede… Tez eyle, kıza heber ver, gelsin uşakların yanında dursun,” dedi.
Kadın:
“Birini Garabağ’a bastırdım, Ay Allah! Bunu mene bağışla!” dedi, sinesini döverek çıktı.
İçeri girdik. İçerdeki çocuk sürekli ağlıyordu. Herhalde bu çocuğa ilaç alacaktı tar çalan adam. Kurdeleli kız, küçük kardeşini avutmaya çalışıyordu. Bir ateş kütlesi geçmişti kızın yüzünden, yanmıştı yüzü, yüzü yoktu. Adam çaresiz dolanıyordu odada…
“Uzak mıydı, keşke arabayla götürseydim teyzeyi? Dedim.
“Yakındı,” dedi, “kızımı burada ere vermişem, indi geler.”
O soğuk, o perişan odanın duvarları üstüme üstüme geldi. Oda çöküyor, duvarlar üstüme yıkılıyordu. Duvarda, fotoğraftaki genç, uzaklara dikmişti gözlerini. O genç, birden o resim çerçevesinden ellerini çıkardı, ellerini görüyordum. Yanı başına asılmış tarı aldı, tar acı acı inlemeye başladı. Tarın sesi, ağlayan çocuğun sesi, yıkılan duvarların sesi… Duvardaki bayrağın renkleri, eridi, sarardı, soldu... O bayrak, tutsaktı, kıpırdayamıyordu, sanki bir rüzgâr bekliyordu. Tarın sesinde, çok uzaklardan gelen bir Karabağ Şikestesi vardı, duyuyordum…
Adam bana hiçbir şey sormuyor, ben hiçbir şey söyleyemiyordum. Zaman durdu, saatler dondu kaldı, her dakika bir yıl oldu…
Koridordan telaşlı sesler geldi, kapı açıldı. Odaya kadın girdi önce, ardından iri gözleriyle dünyalar güzeli bir genç kız ve iri yarı, kırk -kırk beş yaşlarında bir adam... O iri yarı adam bu kızın ‘eri’ olmalıydı? Birden o genç kız, bir ormanda sırtlanların kovaladığı bir ceylan oldu, kayalardan koyaklardan sekerek can havliyle koştu, koştu… Kurtuldu sırtlanların elinden. Adım atacak takati kalmamıştı ki, bir kurt peyda oldu başucunda ve ceylan kurdun ayakları önüne yuvarlandı, teslim oldu çaresiz...
Genç kız ağlayan çocuğu bağrına bastı, diğer kız ablasının eteğine sarıldı. Duvarlar hala çatırdıyor, tar hala çalıyordu. Bayrak ‘ne ise’ bir şeyleri bekliyordu.
Odadan çıktık.
Arabada kadın, ağlıyor, adam hiç konuşmuyordu. Ben o genç kızı düşünüyordum. Kim bilir, Karabağ’da ikrar verdiği bir genç vardı, kim bilir o genç de bir kör kurşunla yıkılmış, bu kızın umutları, kavli, ikrarı da kana bulanmıştı… Kim bilir, bu ceylan gözlerini yatırıp ıraklara, yol gözlemişti…
Hastaneye geldik. Seyfettin hala gözlerini açmamış. Solunum cihazını da çıkarmışlar. Ben giderken konuşuyordu, arada bir gözlerini açıyordu, şimdi nefes de almıyordu Seyfettin.
Hemşire bir kâğıt uzattı bana, hiçbir şey olmamış gibiydi sesi:
“Öldü,” dedi “imzalayın.”
Adam da, kadın da o cılız bedenin üstüne kapandı. Hastanenin ilaç kokulu koridorlarında bir ses yankılandı:
“Seyfettin! Seyfettin!
O ses, büyüdü, değişti, taştı hastaneden, önce şehre dağıldı şehrin bütün camlarına çarptı, sonra tekmil ufukları tuttu bu ses ve tüm dünyaya yayıldı:
“…Garabağ gaçkınıyık, bir kömek eylen!!!”

( Kardeş Kalemler, sayı 27, Mart 2009)