ERKEKLER DE AĞLAR

Osman ÇEVİKSOY

Üç gün kendini bilmeden yatmış, helâlleşmek için başına gelenleri bile tanımamıştı. Dördüncü gün biraz toparlanmış, gelip gidenlerden bazılarını tanımış, bazılarını tanıyamamış, bir ara "Bana ne oldu?" diye sormuştu. Beşinci gün süt, çorba içmiş, yedinci gün babamın yardımıyla tuvalete çıkmış, on ikinci gün namazını oturduğu yerden kılmaya başlamış, on sekizinci gün evin yönetimini tekrar ele almıştı.

Yirmi beşinci günün akşamı makas, ayna, örtü istedi. Saçını, sakalını, bıyığını babama düzelttirdi. Artık iyileştiğini, sabah namazı için camiye gideceğini söyledi. Üçü bir arada oturan gelinlerine doğru bakarken "Yatak kalksın." dedi. Sonra büyük emmimin oğlu Memik'le beni yanına çağırdı. Konuştu bizimle. "Tuna'yı söyleyin." dedi. Söyledik, Gururla dinledi. "Yiğitlerim!" dedi. Yastığının altından çıkardığı kâğıda sarılı kuru üzümü ikimize paylaştırdı. Üzümlerimizi yedikten sonra çocuk bayramında okumak üzere ezberlediğimiz şiirleri okuttu, beğendi.

Yemek pişirilip sofra kurulduğu için adına "aşevi" dediğimiz dedemin odasından kendi odalarımıza çekileceğimiz zaman elbiselerini başucuna hazırlattı. Sobada birikmiş olan koru ev soğumasın diye mangala döktürdü. Yatmak üzere odalarımıza çekildik.

Sevinçten saatlerce uyuyamadım. Dedem iyileşmişti. Yirmi üç nisan günü köy meydanında kutlayacağımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na her zaman olduğu gibi dedem herkesten önce gelecek, okuldan taşıyacağımız sıraların en öndekine oturacaktı. Okunacak şiirleri, yapılacak konuşmaları dikkatle dinleyecekti. Seferberliği, Çanakkale'yi, Sakarya'yı hatırlayacak, heyecanlanacak, duygulanacak, ama ağlamayacaktı. Çünkü kadınlar ve çocuklar ağlar, erkekler ağlamazdı. Geçen yıl mutlaka öğretmenimiz yanılmıştı. Dedem "O günler geri gelmesin." diyebilirdi ama, ağlayamazdı. Hem Memik'le sormamış mıydık? Dedem yalan söylemezdi. Ağlamadım dediyse ağlamamıştır. Mutlaka öğretmenin bir yanlışı vardı. Dedemi severdi. Tören sırasında yanına varıp elini öpüşü, sakalına yüz sürüşü, tören bitip de okula döndüğümüz zaman dedemle ilgili söylediği sözler, onu sevdiğindendi. Keşke "Ağladı." demeseydi...

Neyse...

Şiir okuma sırası bize gelince sevinçten, gururdan dedemin göğsü kabaracak, gözlerinin iççi gülecekti. "Yiğitlerim..." diyecekti içinden. "Aslanlarım..."

Gecenin hangi saatine kadar düşündüm, hayaller kurdum, bilmiyorum. Sabah kaktığımda Memik biçimsiz salonumuzun bir köşesinde sümüğünü çeke çeke ağlıyordu. Bir yaş büyük olduğumdan onunla hep bir ağabey gibi konuşurdum.

– Ne ağlarsın lan, dedim.

– Dedem yandı da ona ağlarım, dedi.

Yüreğimde dedeme ayırdığım yer tutuşuverdi sanki.

– Nasıl yandı, diye sordum.

– Gece mangala düşmüş, yanmış işte, dedi.

Aşevi kalabalıktı. Emmilerim, yengelerim, annem, babam, hepsi dedemin başındaydılar. Dedem sedirde serili yatağında yan yatıyordu. Yorganın üstünde duran bacaklarından birine, ayak topuğundan büküm yerine kadar domates salçası sürülmüştü. Dikkat ettim, savaşta şarapnel yiyen bacağıydı. Dedem acılar içinde kıvranıyordu. Gözleri yumuktu. Emmilerim yengelerim, annem, babam sessiz bir telâş içindeydiler. Annemle küçük yengem ağlıyordu. Dışarı, Memik'in yanına çıktım.

Dedem sabah namazı için camiye gidememişti. Daha, uzun bir süre yatağı kaldırılmayacaktı. Bayrama gelemeyecekti. Okullar kapanınca birlikte mal gütmeye gidemeyecektik. Belki topal kalacaktı... Memik'le birbirimize baktık baktık ağladık.

Günlerce yattı.

Öğretmenden diş macunu getirip sıvadılar, bal sardılar, fayda vermedi. Yara bir türlü kapanmadı. Kapanmadığı gibi kenarları morarmaya, sonra da siyahlaşmaya başladı. Emmilerim alıp şehre götürdüler. Doktor "Şimdiye kadar neredeydiniz?” demiş. Bir sürü ilâç yazmış. "Günde üç kez açın, temizleyin, ilâçlayın, sarın." demiş. Günde üç kez açtılar, temizlediler, ilâçladılar, sardılar. Küçük emmim devamlı köyde bulunduğundan bu işi daha çok o yaptı. O, olmadığı zamanlar annemle büyük yengem yaptı. Onların yürekleri dayanmaz olunca ben yapmaya başladım. Bir zaman sonra "Acıtıyorsunuz bahanesiyle dedem yaralı bacağını benden başkasına teslim etmez oldu. Benim elim daha hafifmiş. Merhemi ötekilerden daha usturuplu sürermişim. Kimse benim kadar becerikli değilmiş. Benim dışımdakilerin elleri böyle ince işlere yatkın değilmiş... Dedem öyle söylerdi.

Ben, bacağındaki sargıyı açmaya başlayınca o da konuşmaya başlardı. Sözü döndürür dolaştırır seferberliğe getirirdi.

Koca evin bir erkeğiymiş. İhtiyar anasına, iki kız kardeşine, karısına, yedi çocuğuna bakmak zorundaymış. Kendisi dâhil, on iki boğazı doyurmak zorundaymış. Cepheye çağırıldığında "Kaç." demişler. "Teslim olma... Sen gidersen biz ne yaparız, ne yer ne içeriz? Hiç değilse orağı biçene kadar kaç..." Yapamamış. Ancak söylenen günden üç gün sonra teslim olmuş. Bu arada çoluk çocuk geceli gündüzlü çalışarak orağı kurtarmışlar.

Kısa bir eğitimden sonra hemen cepheye gönderilmiş. Aslında "Yonan" dediğin yirmi dört saatlik işmiş, ama arkası kuvvetliymiş gâvurun. Yetmiş iki bucuk millet onun tarafını tutuyormuş. Silah, cephane, yiyecek kıyamet gibiymiş heriflerde. Bizde silah nerde, cephane nerde? Olsa da eski ve tesirsizmiş, azmış. Yiyecek bulamayıp ot yemişler. Ayağındaki çarığını ıslatıp yiyenler olmuş. Bir sığır, bir at, bir eşek gördülerse, bir parça et alabilmek için millet birbirini kırmış. Tosbağa kurbağa, çekirge yemişler. Toprak yiyip ölenler olmuş. Ne günlermiş o günler...

Ateş hattında bir öğle vakti müthiş bir top atışına tutulmuşlar. Mermilerden birisi dedemin ayakucunda patlamış. Hiçbir şey olmadı sanmış önce. Sonra sol bacağında bir sıcaklık, bir ıslaklık hissetmiş. "Herhâlde hafif yaralardım" diye düşünmüş. Top atışları yavaşlayıp da "ileri" emrini aldıklarında yekinmiş ama yerinden bile kalkamamış. İşte o an yaranın hafif olmadığını ve durmadan kan kaybettiğini anlamış. Arkadaşları gitmiş, dedem orada kalmış. Gözünü cephe gerisinde seyyar bir hastanede açmış. Oraya nasıl gitti, kim götürdü bilmiyormuş. Doktora taarruzu sormuş. "Yunan kaçıyor." demiş doktor. Bacağındaki sızıdan değil sevinçten gözleri yaşarmış. Ondan sonra da cepheden hiç kötü haber gelmemiş...

Ertesi gün "Bacağını dizden keseceğiz." demiş doktor. Dedem razı olmamış, "Efendi ben çiftçiyim. Köyümde beni bekleyen on bir kadın ve çocuk ve bir çift öküz var. Tek bacakla ne işe yararım? Kesme, öleceksem de kesme..." demiş. Doktor bir o yana bükmüş boynunu, bir bu yana. Düşünmüş. "Kangrene çevirirse ölürsün." demiş. "Kesme de kangrenden öleyim." diye karşılık vermiş dedem. Bunun üzerine doktor eline aldığı makasla dedemin yaralı bacağından sarkan etleri kumaş kırpar gibi kırpmış. İlâçlamış, sarmış, bırakmış. Kesmemiş, iyi adammış, kesmemiş bacağını. Allah'tan işte: Ne kangren olmuş, ne erimiş, ne çürümüş, bacağı iyileşmiş... Uzun zaman yürüyememiş, çok çekmiş ama sonunda iyileşmiş...

Şarapnel yarası iyileşmişti de yanık yarası bir türlü iyileşmiyordu. Biten ilâçlar yeniden alınıyor, pamuk, gazlı bez bittikçe yeniden alınıyor, yara iyileşmiyordu.

Emmilerim dedemi bir kere de Ankara'daki büyük doktorlara götürdüler. Gerekirse hastaneye yatıracaklar, iyileşinceye kadar getirmeyeceklerdi. Biz Memik'le ne güzel hayaller kurduk. Arabaya dedemi sırtla taşımışlardı ama yürüye yürüye dönecekti. Bize kabalak leblebi getirecekti. Birimizi bir dizine, birimizi öbür dizine oturtup Ankara'yı, doktorları anlatacaktı. Bacağının nasıl iyileştiğini anlatacaktı. Kucaklayacak, öpecek, ısıracak, sevecekti bizi. "Aslanlarım sizi çok göresim geldi." diyecekti. Biz de onun seyrek mavimtırak sakalını sevecektik. Boynuna bir ben sarılacaktım, bir Memik sarılacaktı. Onu bir daha hiç üzmeyecek, yanında dövüşmeyecektik. Okulda öğrendiğimiz marşları birlikte söyleyecektik. "Haydi, güreşelim." dediği zaman ikimiz birden dalmayacaktık. Önce birimiz yenilecek sonra öbürümüz yenilecektik. Güreş sırasında canımız acısa bile elini, kolunu, bacağını ısırıp kurtulmaya çalışmayacaktık. "Dedem seni çok seviyor, beni çok seviyor." diye dövüşür de birbirimize küsecek olursak "Haydi barışın!" dediği zaman onu hiç üzmeden, hemen barışacaktık. Onu iyileştirmesi için küçük ellerimizi açıp Allah'a dualar ediyorduk. Dedem mutlaka iyileşecekti, yürüyerek dönecekti...

Beş gün sonra döndüler. Küçük emmim arabadan eve kadar dedemi yine sırtında taşıdı. Acele tarafından yatağı hazırlandı. Elbisesi çıkarıldı. Yatağa yatırıldı. Dedemde hiç bir değişiklik yoktu. Hatta biraz daha kötüleşmişti. Konuşmuyordu. Yatar yatmaz bize sırtını döndü.

"Yoruldu, uyusun." diye herkes dışarı çıktı. Bizi de çıkardılar. Bitişik odaya toplandık. Büyük emmim anlatıyor, ötekiler dinliyordu. Biz Memik'le kapının ardında aynı mindere diz çökmüştük. Anlatılanları biz de dinliyorduk. "Boşa götürmüşüz." sözüne hiç aldırış etmemiştik. "Ümit yokmuş." denilip de annelerimiz, küçük yengemiz yazmalarının uçlarını gözlerine götürünce ve "hık hık"lar, burun çekmeler, yere bakmalar, sessizlik başlayınca biz koyuverdik ağıtı. Memik dayak yemişçesine sesli ağlıyordu. Büyük emmim (Memik'in babası) kaşlarını çatıp gözlerini ağartarak yanımıza geldi. "Kesin sesinizi!" dedi. Babam, küçük emmim hiç dövmezdi de büyük emmim döverdi, ondan korkardık. Kestik sesimizi. Suratını yumuşatarak "Sakın ha!" dedi. "Sakın ha, yanında ağlayalım, ileri geri konuşalım filan demeyin. Yoksa derinize otu basarım. Gebertirim ikinizi de..." Dedemin yanında ağlamayacağımıza ileri geri konuşmayacağımıza söz verdik. Ankara'ya gidiş geliş yeniden anlatıldı.

Sormuşlar soruşturmuşlar, işinin ehli dört doktora göstermişler. Bacağını görür görmez dördü de suratlarını ekşitmiş, bakmamışlar bile. "Bacağı baldırdan kesersek belki bir umut." demişler, dördü de aynı şeyi söylemiş. Dördü de "Bu adamı bu hâle getirinceye kadar neredeydiniz?" diye emmilerimi suçlamış. Sonuncusu açık konuşmuş. "Boşuna sürünmeyin buralarda. Alın götürün hastanızı. Allah bilir ama bir ayı bulmaz gider." demiş. Almışlar getirmişler.

O gün akşam yarasını açarken dedem ağladı. Boncuk boncuk gözyaşları mavimtırak ve seyrek sakalına aşağı yuvarlanı yuvarlanıverdi. Memik'le ben, erkeklerin de ağlayabileceğini ilk o akşam gördük, öğrendik. Annem (üç gelini içinde annemi çok severdi.): "Niye ağlarsın peder? Ne yapalım Allah'tan geldi. İyi olur inşallah..." diye teselli etmeye çalıştı ama hiç faydası olmadı. Ne yedi, ne içti, ne konuştu o akşam, sessizlikte sessiz sessiz ağladı. Sonra duvara dönüp uyudu. Yorgundu. İyi uyudu.

Bir gün yarasını sardıktan sonra iğne istedi benden. Bulup getirdim. "Ayağımın altına dürt bakalım." dedi. İğneyi yavaşça yaralı ayağının altına batırdım. hiç duymadı. İğneyi batırmaktan çekindiğimi sanarak "Haydi durma, dediğimi yap." diye üsteledi. İğneyi daha çok batırdım, yine duymadı. Sonra çıkarıp "Şu kadar batırdım." diye iğneyi gösterdim."Haa..." dedi. Kaşları kalktı, indi. O bir şeyler anladı bundan. Ben onun anladığını anlayamadım. Hayvanların gece yiyeceklerini vermek üzere ahıra indiğimizde olayı babama anlattım. "Demek ki ayağından can çekildi." diye mırıldandı. Ancak ondan sonra bir şeyler anlayabildim. Dedem iyiye gitmiyordu...

O geceden sonra dedemin ışığı söndürülmedi, odası boş bırakılmadı. Babam, emmilerim, bazen ikişer ikişer bazen tek tek dedemin başını beklediler. Memik'le bu konuda bile ne güzel fikir birliğine varmıştık. "Dedemiz usanmasın diye bekliyorlar." diyorduk. Bazı geceler biz de beklemek ister, yataklarımıza gitmezdik. Fakat her seferinde sabah yataklarımızda uyanırdık.

Bir sabah bizi çağırmış. Önlüklüydük. Okula gitmek üzereydik. Çantalarımızı bırakıp yanına vardık. Karşısında durdurup uzun uzun baktı. "Haydi, marş söyleyin." dedi. Severdi, "Tuna Nehri" marşını söyledik. Yüzü güldü. Gülümseyişi buz üzerine düşen sıcak mum damlası gibi yüzünde dondu kaldı. Eskisi gibi parıltılı bakmayan gözleri dalgındı. Bizi unutmuş gibiydi. Belki seferberlik yıllarını, cepheyi düşünüyordu. Cephede "Bacağını kesmezsek kangrene çevirebilir" diyen seyyar hastane doktoruna, "Kesme de kangrenden öleyim." diye yalvarışını da hatırlamış olabilirdi. Ve işte kangren olmuştu aynı bacak... Ve ölüm yatağındaydı... Biz sessizce yanından çıkıp okula gittik.

Öğretmen ilk derse girer girmez kapı vuruldu, sınıfa komşumuz Satılmış Dayı girdi. Öğretmene alçak sesle bir şeyler söyledi. Öğretmen başını kaldırıp da önce yüzümüze bir tuhaf bakıp, sonra da "Hadi sizi evden çağırıyorlarmış." deyince, biz ağıtı koyuverdik. Her şey içimize doğduğu gibiydi. Dedemiz ölmüştü.

(Tutuklu Yürek’ten)