Türküm Doğruyum

“Geldin ya gerisi önemli değil. Anlatmak isteyip de anlatamadıklarını, hatta daha fazlasını ben biliyorum. Sen suçlu değilsin yavrum. Bu yüzden özür dilemene boyun bükmene gerek yok. Başını dik tut, yere değil yüzüme bak. Ve beni iyi dinle.”

Çocuk kararsızdı. Günlerdir içini kemiren, iştahını, uykusunu kaçıran konuda bir karara varamıyor, sokaklarda parklarda huzursuz dolaşıyor, vitrinlere huzursuz bakıyordu. Çocuk düşünüyordu. Kendini bildi bileli ilk kez bu kadar derin, bu kadar ayrıntılı düşünüyordu. Çocuk düşünceli, kararsız ve dağınıktı...

“Türkiye’de dört dükkân, iki ev, iki de arsa sahibi baban buraya gelmeden önce yoksulun biriydi. Ayağında lastik ayakkabı, başında ucuza alınmış eski bir şapka vardı. Pantolonu ceketi yamalıydı. Ucuz sigara içerdi. Öksürürdü. En büyük zevki bıyık burmaktı. Çiğdemler çıkınca kazmasını küreğini omuzlar, uzak yerlere çalışmaya giderdi. Kar yere düşünce uzak yerlerden avuçları nasır bağlamış olarak dönerdi. Yazın çalışıp kışın yiyenlerdendi. Bir yandan da düğün borcu ödediğinden yazın kazandığını kışa yetiremezdi. Kış sonlarına doğru lambasına koyacak gazı, aşına koyacak tuzu kalmazdı. Cebinde kahve harçlığı, sigara parası kalmazdı. Her kış sigarayı ve iskambili bırakması parasızlıktandı. Annenle kavgaları parasızlıktandı. Keklik avına merak sarması parasızlıktandı. Karlar şakır şakır erirken günün her saatinde uyumak istemesi parasızlıktandı.

Bunları sana anlattılar mı, bilmiyorum. Baban buraya gelmeden önce ülkemizin binlerce yoksulundan biriydi. Geçimini mevsimlik işlerden sağlayan binlerce yoksul gibi karın kalkmasını sabırsızlıkla beklerdi. Yeni evlenmiş, babasından yeni ayrılmış, yeni ev ocak sahibi olmuştu. Eksiği vardı, borcu vardı, bacası tütmek isterdi. Bileğinin gücünden başka kazanç kapısı yoktu. Asker yolu bekleyen analar gibi iş mevsiminin gelmesini beklemekten başka çaresi yoktu...”

Çocuk çantasını bir köşeye bırakıp televizyonu açtı. Kaplumbağaların çiftleşip çoğalmalarıyla ilgili bir belgesel vardı. Biraz seyredince kapatıp mutfağa gitti. Annesinin “Oğlum yesin.” diye hazırlayıp masaya bıraktığı yemeğe el sürmedi. Yarım dilim ekmeğe çikolatalı fındık ezmesi sürdü, iştahsız yedi. Canı sıkılıyordu. “Ödevlerimi akşam yaparım.” diye düşündü. Dışarı çıktı. Tren istasyonuna doğru yürümeye başladı.

“Almanyası çıktığında sen dünyada değildin. Annen sana yüklüydü. Bugün yarın diyorlardı. Eli kulağında diyorlardı. Kız olsaydın yüzünü görecekti baban. Erkek olduğun için doğumun on gün daha geç oldu. Baban Almanya’da bir haftalıkken sen doğdun. Adın hazırdı. Kız olsaydın “Elif” olacaktın erkek oldun “Elvan” oldun. Annen ilk mektubuna “Elvan da selam eder, ellerinden öper.” diye yazdı. Baban mektubu aldığında henüz başında taşıdığı eski yağlı şapkasını hayımın tavanına doğru fırlattı. Arkasından “Oğlum olmuş, oğlum!...” diye haykırdı. Yanında bulunanlara pamuklu sigara dağıttı. İlk aylığı alınca bir de ziyafet çekeceğine söz verdi. O akşam hayımda sazlar baban için çaldı, türküler baban için söylendi. Baban o gece uyuyamadı. Sabaha kadar anneni ve seni düşündü...”

Çocuk istasyonda tren bekleyen dört Türk arkadaşıyla karşılaştı. Ellerinde çantaları vardı. “Sen daha gelmiyor musun?” diye sordular. Çocuk Türkçe sorulan bu soruya Almanca ve kısa karşılık verdi. “Gelmiyorum.”

“Almanların Türk işçilerini hava alanlarında, tren istasyonlarında törenle karşıladıkları bir dönemde gelmişti baban. Çabucak ev buldu. Evini dayadı döşedi. “Seni almaya geliyorum, hazır ol.” diye yazdı annene. Bankadan kredi çekti, yılbaşı tatilinde uçağa atladığı gibi Türkiye’ye vardı. Eşe dosta armağanla birlikte, bir de çocuk sepeti götürmüştü. Birkaç gün içinde pasaportlarınız hazır oldu. Seni sarıp sarmalayıp sepete koydular. Gümrükten geçerken bir de mühürlü kart koydular üstüne. Şaşkındın. İlk kez kalabalık gölgeler arasındaydın. Ne uçağa binerken ne de yolculuk boyunca hiç ağlamadın. Küçük gözlerini kırpıştıra kırpıştıra hep yukarı baktın. Havada; bir hostes, bir de yaşlıca kadın sevdi seni. Birinde ağlayacak gibi diğerinde gülecek gibi oldun. Ama ne ağladın ne güldün. Göğüsleri sızlayınca annen acıktığını anladı. Yugoslavya üstlerinde olmalı, seni sepetinden çıkardı ve emzirdi. İşte böyle geldin Almanya’ya. Almanya’da büyümeye başladın...”

Tren geldi.

Çocuğun dört Türk arkadaşı ve diğer yolcular bindiler.

Tren gitti.

Çocuk istasyonda yapayalnız kaldı.

Çocuk, çocuk bahçesine gitti. Orada bulunan Alman, Türk, İtalyan çocukların en büyüğüydü. Atlara bindi, sallandı, kaydı, zevk almadı. Hatta mini mini çocukların arasında kocaman gövdesiyle görünmekten utandı. Çocuk, çocuk bahçesinden hızlı adımlarla ayrıldı.

“Baban değişiyordu yavrum. Daha ilk günden geniş caddeler, arabalar, yürüyen merdivenler, ışıklar, ışıklı binalar, süper marketler, gözünü kamaştırmıştı. Sonra fabrikalar, makineler ve konfor kamaştırdı gözünü. Sonra parlak kâğıtlara sarılmış meyveler, sebzeler, tatlılar, etliler, yaş ve kuru yüzlerce yiyecek, içecek, sonra para, marklar, fenikler... Her gün yeni bir şeyle kamaştı gözü. Gözünü kamaştıran her şeyi memleketiyle kıyasladı. “Biz” ve “bizim” diye başlayan sözlerinde gizli veya açık kendini beğenmeme, aşağılık kompleksi ve yabancılaşma vardı. Sonunda dünyada tek geçerli nesnenin para olduğuna inanan bir kimse oldu çıktı. Ucuz bir bakıcı Alman kadın bulup seni ona verdi, anneni de çalıştırmaya başladı. Bir kişi beş kazanırsa iki kişi on kazanırdı. Niye çalıştırmasın? Kazanmak için gelmemişler miydi buraya? O hâlde bir an önce yükü tutmaya gayret etmeliydi.

Annen de değişti. Atkısını evde bırakıp eşarpla gitmişti fabrikaya. Almanlar güldüler. Dillerinden anlamasa da seziyordu annen, başındaki eşarba gülüyorlardı. Ezildi annen, eridi, küçüldü. Eşarp başında ağırlaşmaya başladı. Eşarp annene yük oldu. Eşarp başında ayıp gibi, abes gibi durmaya başladı. Bir gün çekti, aldı başından. Yükten, ayıptan, abesten kurtuldu. Buna baban çok memnun oldu. “Hah şöyle!” dedi. “Yakışığın geldi, ayrıksı olmaktan kurtuldun...”

Çocuk durmadan düşünüyordu.

Hauptschuleyi bitirmek, sonra meslek okuluna gitmek, meslek öğrenirken bir de iş ayarlamak, annesi babası dönseler bile Almanya’da kalmak artık hayal olduğuna göre, en geç bir yıl içinde yüzde doksan Türkiye’ye döneceklerine göre, çocuk mutlaka bugün bir karar vermeliydi.

“Türkiye’ye iki yılda bir gidiyor, her gidişinizde götürdüğünüz markları karaborsada bozduruyor, eve ev, dükkâna dükkân yahut arsaya arsa katmadan dönmüyordunuz. Evler, arsalar, dükkânlar; altınızda araba, mobilya... Artık zengin olmuştunuz. Fakir fukara üstünde epeyce bir paranız bile vardı...”

Çocuk hızlı adımlarla yeniden tren istasyonuna geldi. İstasyonda kimsecikler yoktu. Hareket saatlerini gösteren tabelaya baktı. Saatine baktı. On iki dakika sonra tren vardı. Evden tarafa baktı. Heyecanlandı. Yüreği hızlı hızlı çarparken gözleri dalgınlaştı, büyüdü. Saatine tekrar baktı. Daha on bir buçuk dakikası vardı. Çocuk eve doğru koşmaya başladı. Çocuk kararını vermişti. Çocuk koşmuyor âdeta uçuyordu.

“Annen izine gidişlerinizde durmadan yorulmadan konuşurdu. Bazen abartarak, bazen gerçeğe yalan katarak, ama mutlaka öğünerek, hiç değilse dolaylı yollarla öğünerek, kendini dinleyenlere biraz da yüksekten bakarak konuşurdu. “Aah! Neler çektik, neler?...” diye başlardı. Hâlbuki Türkiye’de daha büyük sıkıntılar içindeydi. “Gül gibi yavrumu Alman karılarına bırakıp da işe giderken hep ağladım.” deyişinde fazla yalan yoktu. Fakat “İşyerinde göğsüme biriken sütü zapt edemezdim de tuvaletlere gidip inek sağar gibi sağardım kendimi!” deyişi tamamen yalandı. Çünkü annen sütü kesici ilaç kullanıyordu. Böyle bir problemi hiç olmadı. Sık sık “Alman insana kolayına para vermiyor.” derdi. “Başımı zorla açtırdılar, açmasam işten atacaklardı.” deyişi yalandı. Annen biraz da günah çıkarır gibi konuşurdu yavrum. Mesela; “Bre yabanın Almanı!” derdi. “Batıyor mu sana eşarp?” Duruversin başımda. Yook... Açarsan aç yoksa çıkışını veririz dediler. Günah bilmezler sevap bilmezler, zorla açtırdılar başımı. Mecbursun, yap dediğini yapacaksın... Yoksa ben nere, başımı açmak nere? Bilmez miyim günah olduğunu?

Başı açık kadınlarla konuşurken daha başka türlü anlatırdı: “Aç demediler ama öcüye bakar gibi bakıyorlardı. İnsan huzursuz oluyor. Açıverdim ben de... Ee... Medeniyetli memleket, n’aparsın...”

Çocuk merdiveni bir solukta çıktı. Bir solukta evden alacağını alıp istasyona geri döndü. Yorulmuş, terlemişti. Gözlerinde kıvılcımlar uçuşuyordu. Çocuğun yüreği sevinçle çarpıyordu. Çocuk ağlayacak gibiydi.

“Baban, köy kahvesinde yahut herhangi bir yerde soran, öğrenmek isteyen her meraklıya: “Kardeşim herifler zengin. Para ganimet... Yiyecek, içecek, giyecek ganimet... Her bir şeyleri iyi... Disiplin var, çalışma var... Bunlarla beraber yaşama var, yeme var...” derdi. Bazen bundan üç aşağı beş yukarı konuştuğu da olurdu. Baban annen gibi çok konuşmazdı. Büyük insanların az ve öz konuşması gerektiğini bilirdi. “Temelli dönüş ne zamana?” diye soranlara sadece omuzlarını kaldırmakla yetinirdi. Artık bıyığı yoktu. Bıyık burma zevkini ve alışkanlığını da unutmuştu. Memlekete gittiği zamanlar en büyük zevki kenarı yelekli fötr şapkasının tozunu fiskelemek oluyordu. Yine sadece memlekette bulunduğu zamanlar sigarayı filtresini ısırarak içmekten zevk alırdı...”

Çocuk trene bindi. Sekiz dakikalık yol çocuğa sekiz saat kadar uzun geldi.

“Seni uzun uzun anlatmayacağım yavrum. Sen hiç öğünemedin, hiç gösteriş yapamadın. Türkiye’ye gittiğin zamanlar köyündeki, mahallendeki çocuklarla anlaşamıyordun. Onlarla anlaşacak kadar Türkçe bilmiyordun. Suç senin değildi. Alman bakıcı elinde büyümüştün. Sonra Alman okulunda okudun, Almancan her gün biraz daha ilerledi, Türkçeyi biraz daha unuttun. Alman çocuklarla anlaşacak kadar, hatta daha fazla Almanca biliyordun ama yabancısın diye onlar sana yaklaşmıyorlardı. En yakın arkadaşın üç kanaldan yayın yapan Alman televizyonuydu. Renkli filmler, eğlence programları, ileri eğitim, ileri tıp, ileri hukuk, ileri vesaire programları, belgeseller okuldan ve spordan arta kalan zamanlarını dolduruyordu. Annen baban senin kadar Almanca bilmedikleri için televizyonda takıldıkları şeyleri sana soruyorlardı. Sen onlara yine Almanca fakat basitleştirerek anlatıyordun. Üç kanallı Alman televizyonunda gösterilen her program annen ve baban tarafından kesin kabul görüyordu. Dolayısıyla sen de kabul ediyordun. On beş gün de bir yayınlanan Türkçe programlarda da hemen hemen aynı konular işleniyordu. Sen, Türkçeyi iyi bilmediğinden, Türk müziğini sevmediğinden, bu programları pek seyretmezdin. Yalnız ülkemizin turistik yerleri gösterilirken, sırf merak ettiğin için, “Türkiye’de de turistik yer var mıymış?” diye bakardın. Bazen annen, bazen baban ağızlarından “cennet gibi” filan sözler çıkarırlardı. Hemen almanca sorardın. “Cennet nedir?” Ne onlar tam olarak açıklayabilirlerdi, ne de sen anlayabilirdin. Bu yüzden, cennet, cehennem, günah, sevap gibi kavramlar sana oldukça saçma gelirdi...”

Çocuk trenden inen ilk yolcu oldu. Yine koşmaya başladı. Koştukça huzursuzluktan uzaklaşıyor, koştukça gönlüne ferahlık doluyordu.

“Bir sen değilsin yavrum, bu ülkede herkes televizyonun esiri ve eseri. Kadınlar yılında televizyon kadınlarla ilgili programlara ağırlık verdi, herkes kadın hakları savunucusu oldu. Çocuk yılında televizyon çocuklu programlara ağırlık verdi, yerli yabancı herkes çocuk hakları savunucusu kesildi. Senin de en sevdiğin programlar bunlardı. Beni dövdü diye evinden kaçıp kocası tarafından dövülen kadınlar yurduna yerleşen kadınların konuşmalarını zevkle dinliyordun. Beni dövdü diye polise gidip babasını şikâyet eden çocukları zevkle seyrediyordun. Fakat hiç düşündün mü?  Bir adam karısını, bir baba çocuğunu niçin döver? Bir öğretmen öğrencisinin kulağını niçin çeker? Ben niçin senin kulağını çektim, düşündün mü? Düşünmedin yavrum... Suç sende değil, sana düşünmeyi öğretmeyenlerde. Suç, ayağını yerden kestikleri halde başını göğe erdirmeyenlerde… Suç, ışıklarda, renklerde, jelâtinli kâğıtlarda… Kesinlikle sen suçlu değilsin. Kesinlikle suçlu olan birileri var...”

Çocuk birden durdu. Soluk soluğaydı. Her yanı ter içindeydi. Dönüp arkasına baktı. Geri gidemezdi. Gitmemeliydi. Küçük, korkak adımlarla dört basamak merdiven çıktı. Sonra dış kapıyı aralayıp içeriye girdi. Durdu. Yüreğinin sesinden başka ses duymuyordu. Çocuk, ürkek ve mahcup adımlarla beş kapalı kapıdan birine doğru yürüdü.

“Düşünmedin yavrum, düşünemedin...  Önce, “Polis! Polis!... Kulağımı çekti. Polise telefon...” diye bağırışın, sonra, “Artık okula gelmek yok...” diye sınıfı terk edişin bu yüzdendi. Biliyor musun, tek düzgün cümle kuramadan. Sonra başladın Almanca konuşmaya. Senin ana dilin Almanca değildi ki yavrum... Almanca söylediğin sözleri benim anlamadığımı görünce ağladın... “Gelmek yok... Ben okula gelmek yok... Türk okuluna gelmek yok... diye bağıra bağıra çekip gittin...”

Çocuk kapıyı açtı.

Burası Türk okuluydu. Yazı tahtasının bir yanında Türk bayrağı, diğer yanında Türk öğretmeni vardı. Tahtada Türk çocuğunun andı yazılıydı. Bütün gözler çocuğa, çocuğun gözleri öğretmene bakıyordu.

“Ben Türkçe konuşup, Türkçe düşünüp, Türkçe gülüp Türkçe ağlamayı bilmeyenler için geldim yavrum. Ben senin için geldim. Kaçışların boşluğa doğru değil bana doğru olmalı. Beni anlamalısın. Bana güvenmelisin. Seni anlamalıyım yavrum. Biz birbirimizi anlamazsak bizi kim anlar?”

Çocuk, öğretmene kadar küçük fakat kararlı adımlarla yürüdü. “Ben...” dedi gerisini getiremedi. Öğretmenin tebeşirli eline sarıldı ve öptü. “Ben...” dedi tekrar. “Artık ben... hep... özür ben... dilerim öğretmenim ben...”

Çocuk ağladı.

Tekrar eline sarıldı öğretmenin.

“Geldin ya gerisi önemli değil. Anlatmak isteyip de anlatamadıklarını, hatta daha fazlasını biliyorum. Suç senin değil. Özür dilemene gerek yok. Başını dik tut yeter... Hadi şimdi andımızı söyleyelim: Türküm, doğruyum...”

(Ağlamak Yasak, Öyküler, Akçağ Yayınları)