Bucak’ta Harman Zamanı-4

Namlının iki başına yığılan konimsi şekildeki buğday veya arpa yığınına “çeç” denirdi. Babam çeç yığınının büyüklüğüne bakarak savrulan tınazın ne kadar buğday veya arpa verdiğini tahmin edebilirdi.

Biz ilk tınazın savrulmasından sonra harman yerine bir kat yatak götürürdük. Artık bir kişi harman yerinde yatardı. Evleri harman yerine yakın olmayan komşularımız ise harman yerine ilk harmanı atmalarıyla birlikte harman yerinde yatmaya başlarlardı. Bunun sebebi ise başıboş dolaşan hayvanlardı. Bu hayvanlar geceleyin gelerek bin bir emekle ortaya getirilen harmanı ve zahireyi hem yerler ve hastalanarak ölümlerine sebep olur hem de çeci çok kötü bir şekilde dağıtırlardı. Çok az da olsa tenha harman yerlerinde bazen zahire hırsızlıkları da olurdu. Ama bizim harman yerinde yatma nedenimiz genellikle başıboş hayvanlardı. Harman yerinde işçimiz olduğu yıllarda o yatar, işçimizin olmadığı ya da yatmaya kalamadığı zamanlarda da Âdem ağabeyim yatardı.

Harman yerinde yığılı çeçler
Harman yerinde yatanlar bazen ıslanırlardı da. Yorgun argın ölü gibi yatan insan, geceleyin başlayan yaz yağmurunun tıpırtısıyla uyanamazdı. Ancak zaman geçer yağmur artarsa o zaman uyanabilirdi. Tabi yorganı ıslanmış olurdu.

Ayrıca harman yerinde yatanlar birbirlerine değişik şakalar yaparlardı. Bazı komşular harman yerinde kağnının üzerinde yatarlardı. Hele döven vaktiyse ve kağnı herhangi bir yere gitmeyecekse yatak sürekli kağnının üzerinde durur, akşam açılır, sabah katlanıverirdi. Yani indirme, kaldırma gibi ayrıca bir iş olmazdı. Bunun yanında Dikilitaş, Kızılciğer,  Carım Musluğu Harmanyerleri başta olmak üzere çoğu harman yerinde kuyruklu (akrep) bulunurdu. Kuyruklunun soktuğu insan yazın o sıcak gününde donma ve ıslanma hissine kapılır, çok acı çekerdi. İşte kuyrukludan korunmak için insanlar mecburen kağnı ya da at arabası üzerinde yatarlardı.

Akşama kadar çalışan komşu at arabası ya da kağnının üzerindeki yatağına yatar, kısa bir süre parlak yaz yıldızlarını izlerse izler ve hemen derin bir uykuyu dalardı. İşte bu andan sonra artık top patlatsan uyanmazdı. Gündüzden kavilleşen diğer komşular hemen işe başlardı. Biri kağnının yedeğini kavrar, diğeri ardından iterek kağnıyı harman yerinin öteki taraflarına götürür, bırakır gelirlerdi. Sabaha doğru uyanan “mağdur” kalkınca önce şaşırır, bocalar, sonra yapılan şakayı fark ederdi.

Kağnı ve öküzleri modeli
Çok çalışkan bir komşumuz U.S. dayı Kızılciğer Harmanyeri’ne harmanını atardı. Başka bir komşumuz Zahitlerin Dede’nin de çok sıkça anıran bir erkek eşeği vardı. U.S. dayı sürekli kağnının üzerinde yatarmış. Bir gün harman yeri komşuları bu U.S. dayıya şaka yapmayı kararlaştırırlar. Akşam yorgun argın kağnıya çıkan U.S. dayı hemen uyur. Şaka yapacak olanlar el birliğiyle kağnıyı hareket ettirirler, Antalya-Burdur karayolunu da aşarak Uzunyaka’ya doğru giderler. Yalnızağaç’a varınca dururlar. Bakarlar kağnıda yatan U.S. dayı hala derin uykudadır. Kağnıyı oracıkta tarlaların ortasında bırakır gelirler. Sabah olur U.S. dayı uyanır. Ama kalkmaz kısa bir süre daha yatar durumda kalır. Tam bu sırada Zahitlerin Dede’nin kır eşeği anırır. Eşeğin sesi bugün değişik bir taraftan gelmektedir. Kendi kendine yorumlar, herhalde eşek boşanmış der ve doğrulur.  İşte o anda komşularının şakasını anlar. Kızılciğer’e gelerek öküzleri götürür, kağnıyı harman yerine getirir. İlerleyen zaman içinde kendisine şaka yapan komşularının hepsine de benzer şakaları o yapar.

Yine Kızılciğer Harmanyeri’nde uyuyanın yorganı üzerinden alınır, hemen harman yerinin kenarında bulunan ahlat ağacına asılır. Uyuyan adam ancak sabaha doğru havanın serinlemesiyle üşür ve yorganını arar, ahlatın dalından alır gelir. Yorganı üzerinden kaptıran Z. D. İ. dayı bir gün önce yorganını kaptırdığı için sabay ayazında üşümüştür. “Bugün yorganı kaptırmayacağım.” der. Kağnıyı samanla güzelce doldurur, yatağını da kağnıya çıkararak samanın üzerine yapar. Gönül rahatlığı içinde kaskatı uyur kalır. Muzip komşuları kağnıya çıksalar Z. D. İ. dayı uyanacaktır. Harman yerinin kenarında tarlada bağlı duran öküzleri çözüp getirirler ve kağnıya koşarlar. Düz yoldan giderek kağnıyı Z. D. İ. Dayının Söğütlü Musluk’taki evinin önüne getirirler. Z. D. İ. Dayı hiç uyanmaz. İki kişi kağnının iki tarafına geçerek olanca güçleriyle kanatlara asılarak kağnıyı sallarlar. Z. D. İ. dayı uyanarak hemen yere atlar. Fakat donar kalır. Çünkü kağnının çevresinde hiç harman yoktur. Harmanlar nereye gitmiş diye şaşırmıştır. Tabi biraz sonra evinini önüne geldiğini anlar. Buna benzer şakalar harman zamanında her harman yerinde yapılırdı. Hiç kimse de şaka yapana kızmaz, büyük bir hoşgörüyle karşılardı.

Çeç ortaya çıkmışken döven sürme işi devam ederdi. Çıkan çecin bekletilmeden hemen kaldırılması gerekirdi. Çünkü plastik örtüler henüz hayatımıza girmediği için yağmur yağarsa zahirenin korunması çok zordu. Hem bütün emeklerden sonra ortaya çıkan zahirenin kaldırılması, ambara dökülmesi için acele edilmeliydi. Büyüklerin bu yönde hassasiyetleri vardı.

Tınaz yabası ve çeç küreği.
Tınazın savrulmasının hemen ardından çeç elenirdi. Babam önce çeç küreğiyle çeci alır alır havaya atardı. Buna “çeç yelleme” denirdi. Yellenen çeç nispeten temizlenirdi. Sonra çevreden bulunan el ayası büyüklüğünde ince kayrak bir taş çecin eleneceği yere konurdu. Bu küçük kayrak taşa “bereket taşı” denirdi. Her elemede bir tane bereket taşı mutlaka tabana konurdu. Bir kişi holusu sürekli çalkalar, bir kişi de bir kovayı çeçten doldurur ve getirerek yavaş yavaş holusa dökerdi. Böylece tüm çeç elenirdi. Çıkan kesler ayrı bir yerde biriktirilirdi.

Çeç eleme işinde çeci kovayla holusa dökmek de biz çocuklara düşen bir işti. Bu iş de bize zor gelirdi. Çünkü her işte güç gerekliydi. Bizim gücümüz ise bu işlere yetersiz geldiği için holusu çalkalayan da çocuksa sık sık eleyenle döken yer değiştirirdi. Hiç olmazsa iş değişince vücut biraz dinlenirdi herhalde.

Çeci eleme işi de bitince artık çuvallamaya geçilirdi. Henüz plastik çuvallar hayatımıza girmediği için önceden kıl ve yünlerden özel zahire çuvalları dokunarak hazır edilirdi. Babam beş okka alantahta kileyi eline alır zahirenin en temiz bölümüne çökerek ölçmeye başlardı. İki kişi yani yine biz çocuklardan ikisi belimizi kırarak çuvalı güzel bir şekilde açardık. Babam ilk doluda yüksek sesle  “Allah biiir!” der çuvala dökerdi. İkinci doluda ise “Peygamber haaak!” der çuvala yine dökerdi. Üçüncü doluda ise “öööç” diyerek dökerdi. Bundan sonraki doluları bir ahenk içinde doldurur dökerdi, doldurur dökerdi. Sesini yoldan geçenler bile duyabilirdi. O çeci ölçerken biz kesinlikle konuşmazdık. Eğer konuşursak sayıda yanılabilirdi. Babamın yanılmaması için ancak işaretleşirdik. Babam herhangi bir onluğa geldiğinde ara verir, kalkar ve yine ahenkli bir şekilde çeci çeç küreğiyle yelleyerek toplaştırır, sonra yine ölçmeye devam ederdi.

Çuvalların büyüklükleri iki veya üç çeşitti. Üç buçuk kilelik (otuz beş okkalık), dört kilelik (kırk okkalık) ya da beş kilelik (elli okkalık)  çuvallar vardı. Çuvalı dokuyan ustalar öyle dokumuşlardı ki bir çuvalın kaç kile alacağını ayarlarlardı. Bizim çuvallarımız genellikle üç buçuk ve dört kilelik olurdu. Dedem daha büyüğünü kullandırtmazdı. Çünkü büyük çuval çok ağır olur, taşınmasında, ambara çıkarılmasında insanı çok yorardı.

Çam ağacından yapılmış su kabı: Bardak
Dolan çuvallar bir kenara çekilir, bir kişi de ağızlarını çuvaldızla hemen dikerdi. Çuvaldızlar genellikle evin direklerinde kısa bir ip parçasıyla asılı olurlar, gerektiğinde oradan kolayca bulunurlardı. Çuval dikme işi de ustalık gerektiren bir işti. Çok seyrek dikilen çuvallardan zahire dökülebilirdi. Onun için sıkça ve sıkıca dikilmeliydi. Önceleri çuvalları anam dikerken, büyüdükçe biz dikmeye başladık.

Doldurulan çuvalların kasabadaki evimizde bulunan ambara geciktirilmeden götürülmesi gerekirdi. Bu işe babam gitmezdi. Çalışan işçimizle bizler giderdik. Babam gitse de ona çuval taşıtmazdık. Biz küçükken mutlaka babam taşımıştır, ama gücümüz yetmeye başlayınca çuvalları biz taşırdık.

Çuvalları yüklemek için arabamızı elimizle çekerek çuvallara yanaştırırdık. İki kişi elleşerek çuvalı birlikte kaldırır arabaya atardık. Arabanın üzerinde bulunan bir kişi de çuvalları düzenlice yığardı. Babam burada da çok hassas davranır, atların zorlanmaması için yeteri kadar çuval yüklenince “tamam!” derdi. Atlara yükün ağır geleceğini söyleyerek, bir sefer daha yapılmasını isterdi. Burada “Arabın yoruluncaya kadar araban yorulsun!” diyerek çalışanların ister hayvan ister insan olsun ezilmemesine özen gösterirdi.

Atın hamudu
Araba dolunca ya sabah soğukluğunda ya da akşamüstünün serinliğinde atlar arabaya koşulur ve zahire götürülürdü. İki veya üç kişi zahireyle giderdik. Çuvalların üzerine oturarak gitmek benim hoşuma giderdi. Görenlere sanki “işte bu arabadaki çuvallar dolusu zahire bizim emeklerimizle oldu” der gibi olduğumuzu hissederdim. Karayvatlar Mahallesi’ndeki evimizin kapısına arabayı yanaştırırdık. Bir kişi çuvalları yüklenmeye hazır eder iki kişi de yüklenerek yukarıya tırmanırdı. Babam zahireyi ambarın hangi gözüne dökeceğimizi tembihlerdi. Onun tembihlediği ambar gözünü açarak çuvalı boşaltırdık. Dedemin çuvalların büyük olmamasını istemesinin önemini işte burada daha iyi anlardık. Çünkü büyük çuvalı yüklenip de merdivene tırmanmaya başladığında esas ağırlık o zaman fark edilirdi. Çuvalın ağırlığı altında insanın bacakları titrer, gücü neredeyse tükenirdi. Onu güç bela götürürsün bir sonraki de aynı büyüklükte olursa güzelce bitip tükendiğini fark edersin. Ama üç buçuk ve dört kilelik çuvallarda o kadar zorlanılmazdı.

Boşaltılan çuvallar güzelce silkelenir, demetlenir, katlanarak arabaya konurdu. Boşaltma bitince hiç beklenilmeden harman yerine dönülürdü.

Savrulan tınazın yeri harman süpürgesiyle güzelce süpürülürdü. Öyle ki burada da “ bereketin hangi tanede olduğu belli değil” felsefesi geçerliydi. Hiçbir tane kalmamalıydı ki bereket yerde kalmasın istenirdi. O yüzden süpürme işi çok emekli yapılır, toz-toprak birlikte süpürülürdü. Toz-toprakla karışık olan bu süprüntüye “badas” denirdi. Badasların savrulmasında o kadar aceleci davranılmazdı. Genellikle işler biraz azaldığında zaman bollaştığında badaslar savrulurdu.

Babamın ortak ektiği tarlalar da vardı. Ortakçılığın yazılmamış kuralları geçerliydi. Tarla sahibi ekinin tohumunu, sonraki yıllarda da gübresini verirdi.(Fenni gübre 1960’lı yılların sonlarından itibaren kullanılmaya başlandı.) Çiftçi de eker, biçer, savurur ve ortaya çakan zahire ve saman eşit olarak paylaşılırdı. Ortak ekilen tarlaların ekinleri ve harmanları kesinlikle karıştırılmaz, ister büyük, ister küçük olsun ayrı ayrı işlenirdi. Babam, ortak ektiği harmanlardan atların yemesine dahi izin vermezdi. “Ortakçının hakkı geçer,” diyerek çok hassas davranırdı. Ortakçının hakkı geçmesin diye badastan çıkacak olan tanelerde bile ortakçının hakkını gözetir, genellikle badastan bize geçecek olan ortakçı hissesi için temiz zahireden pay veriverirdi. Ortakçılarımız babama güvenirler hiç biri zahirenin paylaşılması için harman yerine gelmezlerdi. Fakat bazı ortakçılar komşularımızdan bazılarının kaldırdıkları zahirelerin paylaşımında mutlaka hazır bulunurlardı. Haklılık payları olabilir veya olamaz ama burada bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim:

Adı bende saklı olan bir hemşerimiz kaynanasının Küllü Ovası’ndaki tarlasını ekiyor, ekini biçince Bozburun Harmanyeri’ne taşıyarak orada dövüyor. Tınaz yapıyor ve rüzgârını bulduğu bir günde de savuruyor. Tınazın iki tarafında oluşan zahire yığınlarını bozmadan üleşmek için kaynanasını çağırıyor. Kadın geliyor, bir samana bakıyor, bir zahireye bakıyor. Tarlanın büyüklüğünü düşünüyor. Tarla çok, saman çok, ama zahire pek az.  Damadına dönerek: “Hepsi bu kadarcık mı oldu?” diye soruyor. Damadı kendinden gayet emin bir tavırla: “Allah niçin bu kadar az vermiş? Getir –hâşâ- Allah’ı bıçaklayayım! Allah bu kadar az verdiyse, suç benim mi, ben ne yapayım?” diyor. Kadıncağız çaresiz kabul ediyor ve olan zahireyi paylaşıyorlar. Sonradan öğreniliyor ki meğerse damat, tınazı birkaç gün önce biraz savurmuş, çıkan zahireyi alıp götürdükten sonra samanı kalan malamayla karıştırıp yeniden tınaz yaparak bir daha savurmuşmuş.

Ortak zahirelerin ölçülmesinde de daha dikkatli davranan babam önce ortakçının çuvallarını gönderirdi. Tam giderken ne kadar zahire olduğunu unutmamamızı tembihlerdi. Çünkü ortakçımız evine gelen zahirenin ne kadar olduğunu mutlaka sorardı. Bunu sormak hakkıydı da.

Yıllar sonra bile bir ortakçımıza götürdüğümüz zahire miktarını bugün gibi hatırlıyorum: On yük yedi kile! Tabi bunu hatırlamamın da bir hikâyesi var:

 Bir yaz birlikte çalıştığımız Abdullah Akan çok mukallit birisiydi. Ortakçımız H.H.Sarı’nın Söğütlü Musluk’taki tarlasından kaldırdığımız zahireyi ölçüp paylaştırdık. Her iki tarafa da on yük yedişer kile zahire düştü. Ortakçımızın çuvallarını arabaya attık, tam gidecekken babam “Hacı Dayı ne kadar getirdiğinizi sorar, ne kadar götürdüğünüzü unutmayın haa!” dedi. Abdullah ağabey, unutmamanın çaresi olarak on yük yedi kilenin kasabadaki eve varıncaya kadar tekrarlanması gerektiğini söyleyerek hem kendisi tekrarladı, hem de bize varıncaya kadar “Ne kadardı?”sorusunu sorarak tekrarlattı. Hepimiz “on yük yedi kile” diyerek kasabaya varıverdik.

Kapıyı çaldık, zahire getirdiğimizi söyledik. Hacı dayı ambarın kapağını açtı, sonra “getirin, dökün” dedi. Biz çuvalları yüklenerek merdivene tırmandık. Daha ilk çuvalın ağız ipini sökerken Hacı dayının “Ne kadar oldu? Sorusunu duyduk. Sanki anlaşmış gibi hep bir ağızdan “On yük yedi kile!” cümlesini söyleyiverdik. Adamcağız hep birlikte söylememizi tuhaf karşıladığını bakışıyla ima etti. Sonra çabucak ve arka arkaya “Allah bereket versin, Allah bereket versin.”dedi. Çuvalları boşalttıktan sonra bize ev yapımı vişne suyu ikram etti.

 Aradan yaklaşık olarak kırk yıllık bir süre geçmesine rağmen o günkü “On yük yedi kile”lik zahire miktarını hiç unutmadık. Ama öteki miktarları ise hiç de hatırlamıyoruz. Bunu da rahmetli Abdullah ağabeye borçlu olduğumuzu biliyorum.

Tınazlar savrulduktan sonra bizim gibi herkes önce zahirelerini taşırdı. Akşamdan zahire çuvalları arabalara, kağnılara yüklenirdi. Sabahleyin ilk ezanlarda yani şafak sökmeden kalkılır, öküzler kağnıya, atlar arabaya koşulurdu. Öküzün o ağır ayağıyla sıcağa kalmadan geri dönmek için erkenden yola çıkılırdı. Bütün çiftçiler aynı şeyi düşündüklerinden Eskiköy’den, Taşkuyu’dan, Deliktaş’tan, Söğütlümusluk’tan, Dölkuyusu’ndan, Karanlıkdere’den, Kızılbucak’tan Kikez’den, Bağbaşı’ndan, Dikilitaş’tan, Kızılciğer’den, Osmancıkkuyusu’ndan, Hacıbekirkuyusu’ndan ve adını burada sayamadığım diğer harman yerlerinden uzaktan ve yakından yola çıkan kağnılar Antalya-Burdur karayoluna arka arkaya düşerlerdi. Çünkü bu yol düzgündü. At ve öküzleri yormazdı. Bu yolun dışındaki yollar gerçekten çok bozuktu. İnceyol, Turba Yolu kışın yağan yağışların etkisiyle çamur olur, daracık tekerlek izlerinde açılan çukurluklar bilhassa öküzlere büyük zorluk verirdi. Onun için anayol tercih edilirdi. O yıllarda yoldan şimdiki gibi çok taşıt da geçmezdi. Gecenin serin ve sessiz karanlığında ortalığı kağnıların belli bir ahenkle çıkardığı gıcırtılar doldururdu. Hani atasözünde söylendiği gibi “öküz bağıracağına kağnı bağırır”dı. Öyle ki yolda kaç tane kağnı olduğunu, nereye geldiklerini kağnıların bu özel seslerinden anlayabilirdiniz.

Kağnı seslerine sürücülerinin arada bir çıkardıkları “hooohaaooo” ya da “büüüşşşşrrrr”,”haydi oğlum, yürü!” sesleri karışırdı. Arkadan, gerilerden gelerek kağnıları koyup geçen at arabalarının sesleri de yine bütün çıplaklığıyla bilinebilirdi. Araba sürücüleri kağnıları koyup geçerken şöyle biri kurumlanırlar, kırbacı omuzlarına tüfek gibi tutarlar, azılarına tutturdukları sigaranın dumanını tam kağnıyı geçerken bırakıvererek ayrı bir eda takınırlardı. Yürürkenki hareketleri ve rüzgârla yelesi yelpirdeyen atların kamçı korkusuyla hızlı hızlı gidişleri görülmeye, nal seslerinin arabaların çan seslerine karışımı da duyulmaya değerdi. At arabası sürücülerinin bu “artistik” tavırlarına karşı kağnı sürücülerinin dişlerini gıcırdatarak içlerinden olmadık küfürleri savurdukları da yüzlerinden belli olurdu.

Kağnıların çeç ve saman çekme zamanlarında da harman yeri şakalarına benzer şakalar yapılırdı. Yüklü kağnıyı çeken öküzlerin çoğu gidecekleri yolu ve varacakları evi bilirlerdi. Bundan dolayı kasabadaki eve gitmek ya da harman yerine dönmek için yola çıkıldığında bazı kağnı sürücüleri üzerlerine karabasan gibi çöken uykuya yenik düşerler ve kağnının üzerinde uyurlardı. Öküzler de kendiliklerinden yola devam ederler, varacakları yere varırlardı. Sürücünün kağnı üzerinde uyuduğunu anlayan bazı muzip komşular enim konum dururlar kasabaya giden öküzlerin yönünü harman yeri istikametine çeviriverirlerdi. Öküzler yolu bildiklerinden gerisin geri harman yerine varır durulardı. Kağnı durunca uyanan komşu kendisine yapılan şakayı anlar yeniden kasaba yoluna düşerdi. Aynı şaka kasabadan harman yerine dönenler için de yapılırdı. Bu şakalarda da herkeste büyük bir hoşgörü olur, dengine düşüren komşu aynı tür şakayla komşusuna karşılık verirdi.

Kazalar da olurdu. Bilhassa Kızılciğer Mevkii’nde meydana gelen bir-iki kazayı hiç unutamıyorum. Hele biri aklıma gedikçe beni duygulandırır, aynı zamanda da o günkü gibi hüzünlendirir. Yıl 1969. Eskiköy’de oturan Gök Ömer’in Oğlu Mehmet Ali (Ünsal) askerden o yıl gelmiştir. O yılın harman zamanında kağnısına saman doldurarak Bucak’taki evlerine boşaltmak için geceleyin yola çıkar. O dönemde kağnının arkasına kedigözü takmak henüz bilinmemektedir. Mehmet Ali, Kızılciğer Mevkii’ne geldiğinde bir otomobil sürücüsü kağnıyı fark edemez ve arkasından çarpar. Mehmet Ali ile kara öküz oracıkta ölür. Sarı öküzün de ön bacaklarından biri kopar. Gök Ömer dayı ve ailesi Eskiköy’de oğullarını beklerler. Mehmet Ali gecikmiştir. Mehmet Ali’nin ailesi oğulları için “Geç kaldı, şimdiye kadar gelmeliydi, acaba neden gecikti? diye telaşlanırlar. Ama beklemekten başka çareleri yoktur. Sağ kalan sarı öküz kağnıdan boşanır ve sağlam olan üçayağıyla sabaha doğru seke seke Eskiköy’e ulaşır. Kızılciğer nere, Eskiköy nere? Dilsiz ağızsız hayvan sanki sahibinin uğradığı kazayı haber vermek için üçayağıyla 3–4 km.lik yolu yürümüştür. Sarı öküzün o halde gelmesiyle gencin evinde sanki kıyamet kopar. Gök Ömer’in Mehmet Ali’nin uğradığı kaza gibi diğer kazalar da toplumun hafızasında o günlerin anısı olarak yer etmiştir.

1884 yılında kasabamıza gelen K.G.Lançkoronski’nin çizdirdiği kağnı resmi.
Kağnıların sesleri mutlaka bir birinden farklıymıştır. Ama bu kişilere göre özelleştirilemezdi. Yani geçen kağnının kime ait olduğu pek fark edilemezdi. Ama at arabalarının tekerleklerinde bulunan çanların çıkardığı seslerden geçen arabanın kimin arabası olduğu anlaşılabilirdi. Biz arabamızı görmeden sesinden tanırdık. Bazı gençler geceleyin yaya veya arabayla yoldan geçerken türkü söylerlerdi. Bunu zevkten mi korkudan mı yaptıklarını halen düşünürüm. Bir komşumuzun oğullarının hepsi geceleyin yoldan giderken mutlaka kendilerini belirtecek bir sesle türkü söylerlerdi. Başka türkü söyleyenler pek tanınmazken onlar mutlaka tanınırlardı. Bir de araba ve kağnı sürücüleri gece veya gündüz ne zaman olursa olsun varsa mutlaka yavuklularının evlerinin önündeki yoldan geçerlerdi. Bazıları böyle gece geçişlerinde yavukluları için türkü de söylerlerdi. Ama gündüz geçişlerinde kesinlikle türkü söylenmezdi.

Kağnılar ve at arabaları önce zahireleri çeker, bitirirdi. Zahire bittikten sonra saman taşınırdı. Kağnılar çok az bir yükle giderlerdi. Dolayısıyla çok uzun sürede pek çok sefer ederlerdi. Günde en çok iki sefer yapabilirlerdi.

Saman doldurulmaya hazır araba
Saman çekme zamanı gelince hem arabalara hem de kağnılara keçi kılından özel olarak dokunmuş büyük bir çul gerilirdi. İster araba için, ister kağnı için dokunmuş olsun, böyle çullara “kağnı çulu” denirdi. Kağnı çulu birkaç parça olarak dokunan çulların sonradan birbirine eklenmesiyle oluşturulurdu. Araba için hazırlanan çul kağnı için hazırlanandan boy olarak biraz uzunca olurdu.  Çulun kenarlarına özel olarak dikilen urgan parçaları ile çul kanatların üst bölümlerine sağlamca bağlanırdı. Hem kağnının hem de arabanın ön ve arkasına dikmeler dikilir, çulun ön ve arkada büyücek bir çuval halini alması sağlanırdı.

Samanın doldurulmasında ise belli adımların atılması gerekirdi. Bir kere saman durgun ve serin bir zamanda doldurulurdu. Bu da ya sabah serinliği veya akşamüzeri rüzgâr dindikten sonraki bir zaman olabilirdi. Öğle sıcağında zorunluluk karşısında saman doldurma işi yapılabilirdi. Ama rüzgârlı zamanlarda kesinlikle saman doldurulmazdı. Ancak hafif esintili zamanlarda veya hava akımının çok olduğu zamanlarda araba ve kağnı samana yanaştırılırken esintinin arka tarafa alınmasına dikkat edilirdi. Buna dikkat edilmezse samanı dolduran toz içinde kalacağından verimli olarak çalışamazdı. Bir de öküz veya atların araba veya kağnıya koşulu olduğu anlarda mümkün olduğu kadar saman doldurulmazdı. Hayvanların üzerine samanın varmaması için ne gerekiyorsa yapılırdı.

Önce araba veya kağnının ön dikmeleri dikilir ve arka tarafından koca yabayla saman atılmaya başlanırdı. Saman atıla atıla önden arkaya doğru araba ve kağnı doldurulurdu. Sonra arka dikme dikilir, çul bu dikme yardımıyla gerilir, sonra da burada oluşan boşluk güzelce doldurulurdu.

Koca Yaba:Saman yabası
Kabaca doldurulan kağnı ve arabanın üzerine varsa bir kişi çıkar, yoksa samanı dolduran kişi kendisi çıkarak samanı güzelce çiğner, iyice basılmasını sağlardı. Doldurulan samanın mutlaka iyice çiğnenip basılması gerekirdi. Değilse kağnı veya araba az saman almış olurdu. Dolayısıyla saman taşıma işi çok uzun sürerdi. Dolan kağnı ve arabanın üzerindeki saman yabanın arkasıyla tıpışlanarak pilavlama olarak adlandırılan bir şekilde düzleştirilir, yatıştırılırdı.

Samanın kasabadaki evin altında bulunan samanlığa atılması da epeyce zor bir işti. Samanlık deliği genel olarak kağnı ve arabaların kanatları boyunda olurdu. Araba ve kağnı bu deliğe iyice yanaştırılarak yabayı deliğin kenarlarına dokundurup kırmadan ustalıkla saman atılmaya başlanırdı. Yaba öyle savrulmalıydı, saman yabanın ağzından öyle kaydırılmalıydı ki samanlığın ötelerine uçsun gitsindi.