Ahi Yâran Meclisinde Bir Gece

Nasip kısmet…

Bir yıl önce, Mehmet Akif Erbaş’ın yâran meclislerini konu alan ödüllü belgeselini izlerken bu geleneğin Çankırı’da bozulmadan devam ettiğini öğrenmiştim. Ahiliğin temel prensipleriyle toplumun her kademesinde görev alacak üstün karakterli insanlar yetiştirmeyi hedefleyen “yâran” ocağının yakılıyor ve yaşatılıyor olması gerçekten heyecan vericiydi. Yâran meclislerinin belgeseldeki canlılığıyla yaşadığına tam olarak inanmak istiyordum. Bunun en kestirme yolu da bir yâran meclisinde bulunmaktı. Avrasya Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu olarak Çankırı Ahi Yâran Meclisi’nden davet alınca sanırım en çok heyecan duyan ben oldum.
Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Deliömeroğlu, Başkan Yardımcısı Ali Akbaş, yönetimden Osman Çeviksoy (ben), İran Türkmensahra’dan sanat tarihçisi Abdurrahman Deveci olmak üzere dört kişi 30 Ocak 2010 Cumartesi günü 15.15 otobüsüyle yola koyulduk.
Sis ve yağmur dışında hava muhalefetiyle karşılaşmadık.
Yolculuğumuz güzel geçti.

Sıcak karşılama…
Otobüs terminalinde bizi, Türk Ocakları Çankırı Şubesi Başkanı Ali Harmancı, yönetimden Çankırı Yazarlar ve Sanatçılar Derneği Başkanı Ahmet Kurt, Nuri Erkenci karşıladı. Dostça, içten bir karşılamaydı bu. İnceden inceye çiselemekte olan yağmur bizi ıslatmasın diye Nuri Bey minibüsü neredeyse otobüsün kapısına dayamıştı. Terminalden doğruca Türk Büro Sen Çankırı Şubesi Başkanlığına götürüldük. Orada bizi bekleyen Başkan Metin Memiş, Emekli Edebiyat öğretmeni, aynı zamanda Çankırı Aksakallarından Fikri Demirok ve Nüfus Müdürü İlyas Haliloğlu’yla tanıştık. Fikri Bey’in eski halini bilenler sakalın ona yakıştığını söylediler. İlyas Bey, on gün önce dede olmuştu, ihtiyarlık imasında bulunmak suretiyle ona takılarak sevincini paylaştılar…
Yâran meclisinde yemeği ancak gece yarısına doğru yiyebileceğimiz için arkadaşlar hazırlık yapmışlardı. Tıka basa olmamak kaydıyla karınlarımızı doyurduk. Mecliste yemek yemezsek, gevşek davranırsak cezası vardı. Bu bilginin ne kadar gerçek olduğunu meclis yemeğinde anlayacaktık.
Takdim ve tanışmadan hemen sonra başlayan yemek ve çay faslında devam eden sohbet ne kadar tatlıysa saatin hangi ara 19.30 olduğunu anlayamadık. 20.00’de Yâran Meclisi’ne kabul edilecektik. Gecikmek olmazdı. Yıllarca yâranlık yapmış Fikri Bey bizleri kısaca bilgilendirdi. Meclise kabul vaktimiz yaklaştıkça heyecanımız ve merakımız artıyordu. Yakup Bey yâran meclislerinin yabancısı olmadığından rahattı.

Hükümdar huzuruna çıkar gibi…
Bir önceki belediye başkanı tarafından Ahi Yâran Meclisi Gençlik Eğitim, Kültür ve Dayanışma Derneği’ne tahsis edilen Yâran Evi’ne gittik. Meclisten önce misafir evine (odasına) alındık. Orada, içeriye nasıl gireceğimiz, nasıl selam vereceğimiz, sonra ne yapacağımız bir kere daha hatırlatıldı.
Hükümdar huzuruna alınacakmışız gibi bir duyguya kapıldım. Derken elinde turasıyla Çavuş geldi.
“Buyurun misafir ağalar!” dedi.
Çavuş önde, biz arkada yâran evine girdik.
Ev geniş, yüksek ve ahşap tavanlıydı. Duvarlar, iki boy işlemeli siyah kare kumaşlarla simetri gözetilerek süslenmişti. Karşı duvarın tam ortasında ocak vardı. Süslü ocağın iki yanında ve bitişik duvarlar boyunca minderli, yastıklı sedirler uzanıyordu. Minderlerin üstü, yastıklar halı kaplıydı. En görkemli iki köşe, ocağın sağ yanındaki Büyük Başağa’nın, ocağın sol yanındaki Küçük Başağa’nın köşeleriydi. Üzerleri kapalı, yanları tüllü, minderleri yüksek, işlemeli, büyük, beyaz yastıklarla desteklenmişti. Taban tamamen halılarla kaplıydı. Ortasında ocak yanan duvarın Küçük Başağa tarafında “Kız anadan öğrenir sofra düzmeyi!” Büyük Başağa tarafında “Oğlan babadan öğrenir sohbet gezmeyi!” yazılıydı.

Heyecan unutturur…
İçeriye girdiğimizde Başağalar, Reis, yâran ağalar, herkes ayaktaydı.
Yalnız sazende oturuyor ve “Çuhadaroğlu Peşrevi” olduğunu sonradan öğrendiğimiz parçayı çalıyordu. Benden öncekiler gibi ortadaki sekiz köşeli küçük halının tam ortasına kadar yürüdüm, durdum. Böyle bir meclise ilk kez giriyor olmanın heyecanıyla sağ elimi kalbimin üzerine koymam gerekirken unuttum. Olabildiğince yüksek sesle:
“Selamünaleyküm Başağalar!” dedim.
Sağ ve sol köşedeki görkemli makamları üzerinde ayakta duran iki başağa sağ ellerini kalpleri üzerine koyarak selamımı aldı.
“Aleykümselâm misafir ağa!”
Bu defa sağ ve sol sedirler üzerinde yine ayakta duran tek tip gömlek, kravat, pantolon kıyafetli yâranlara aynı yüksek sesle seslendim:
“Selamünaleyküm yâran ağalar!”
“Aleykümselâm misafir ağa!”
Çavuş, beni sağ tarafa yönlendirdi, elindeki turayla Büyük Başağa’nın solundan ikinci yâran ağanın önüne (sedire) hafifçe vurdu. Anında yâran sedirden aşağı inerek yerini bana verdi. Ben, sedire çıkıp da bizden sonraki misafirlerin selam verişlerini izlerken hatamı ancak anlayabildim ve çok mahcup oldum. Yaptığım hata, dikkatlerden kaçacak gibi olmamasına rağmen kimse tarafından yüzüme vurulmadığı gibi bundan dolayı bana herhangi bir ceza da verilmedi.
Selam veren her misafir, Çavuş Ağa’nın işaret ettiği yere geçiyor, yâran ağalar halı zemine iniyorlardı. Herkes ayaktaydı. Ocağın sağına soluna, diğer sedirlere, misafirler Çavuş Ağa tarafından yaş ve sosyal konumları dikkate alınarak yerleştirilmişti. Yer beğenmemek, yer değiştirmek söz konusu değildi; ancak oyunlar, gösteriler başlayınca boşalan yerler, en yakın yâran ya da misafir tarafından hemen doldurulacaktı.

Herkes ağa…
Ahi yâran meclisine benim gibi ilk kez katılanların öncelikle dikkatini çeken “ağa” unvanı olmalıydı. Bağlama ve darbuka çalan, gerektiğinde türkü söyleyen iki kişi, yani sazende dışında (Sazende Yâran Ocağı dışından olurdu.) herkes ağaydı. Büyük Başağa, Küçük Başağa, Reis (kıdemli yâran ağa), Çavuş Ağa, Yâran Ağalar, Misafir Ağalar… Yetki ve sorumluluklar farklı olsa da mecliste herkes ağa olduğuna göre bir anlamda eşitlik sağlanmış oluyordu.
Misafir kabulü sona erince önce büyük Başağa, sonra küçük Başağa, reis, esnaf temsilcileri usta yâranlar, ardından da kalfa yâranlar ve çırak yâranlar tarafında bulunanlar, ondan sonra da çavuş dışında yâran evinde bulunanların tümü, tıpkı büyük Başağa gibi dizüstü oturdular. Çavuşun tura ile halıya vurarak işaret verdiği yâranlar hızla ayağa kalkarak ortada bir grup oluşturdular. Sazendenin çalmaya başladığı yerel bir oyun havasıyla oynamaya başladılar. Hem oynuyorlar hem de söylüyorlardı. Ritmik hareketlerde ahengi bozacak en küçük bir sapma görülmüyordu. Belli ki iyi hazırlanmışlardı. İki kelimeyle anlatmak gerekirse “müthiş birliktelik” demek abartı olmazdı.

Hoş geldin kahveleri…
Bu arada Büyük Başağa oturuş biçimini değiştirdi. Diz üstü otururken sağ dizini göğsüne doğru çekerek yer sofrasında oturuyormuş gibi daha rahat bir konuma geçti. Ardından Küçük Başağa ve belli bir sıraya göre mecliste bulunan herkes aynı oturuş konumuna geçti. Gecenin sonuna kadar Başağa oturuş biçimini değiştirdikçe mecliste bulunan herkes aynı değişikliği yaptı. Aslında misafirler, edepli olmak kaydıyla rahat ettikleri biçimde oturabilirlerdi; ama kimse böyle bir mecliste birlikteliğin dışında kalmak istemiyor, Başağalar nasıl oturuyorsa herkes öyle oturuyordu.
Oyun devam ederken misafir ağalara kahve ikram edildi. Bize önceden anlatıldığı için biliyorduk; bu “Hoş geldin!” kahvesiydi. Bir de gecenin sonunda “Kalk git!” kahvesi ikram edilecekti. Kalk git kahvesinden sonra ocağı terk etmemek “yüzsüzlük” sayılırdı. Genelde çıkmazmış; ama bir yüzsüz çıkarsa ona “Kalk git!” kahvesinden sonra Başağa’nın onayıyla çavuş tarafından bir de “küllü kahve” ikram edilirmiş. Misafir yine kalkmazsa bir süpürge üzerinde ayakkabıları getirilir, önüne bırakılırmış. Misafir bunu da anlamaz ya da umursamazsa, çavuş ve iki yâran tarafından kollarından ve ayaklarından tutularak yâran evinin dışına bırakılırmış. Mahkeme sırasında içeride Başağalar, reis ve yâran ağalardan başka kimse bulunmazmış ve orada konuşulanlar ölünceye kadar sır olarak kalırmış.
“Hoş geldin” kahveleri Büyük Başağa’dan başlamak suretiyle hangi sıraya göre dağıtıldıysa fincanlar da aynı sıraya uyularak toplandı.

Tekerleme sat…
Çavuşun halıya tura vurmak suretiyle kaldırdığı dört misafir, dört yâran olmak üzere sekiz kişinin birlikte oynadıkları tekerleme satma oyunu başladı. Daire biçiminde oturan sekiz kişiden her birinin sağ ayağı sağ yanında oturanın sol dizindeydi. Tekerlemeler diksiyon derslerindeki zor söylenen söz gruplarına benziyor ve sağ ayak altına yumrukla vurularak satılıyordu. Dikkati, ezber ve telaffuz yeteneği iyi olanlar bir önceki yarışmacıdan duydukları tekerlemeyi başarıyla bir sonraki yarışmacıya satabildiler. Tekerleme satamayanlara türlü cezalar verildi. Cezalar kişinin yeteneğine, yaşına, kültür durumuna göre değişiyordu. Şarkı, türkü, mani söyleyenler; özlü söz, atasözü söyleyenler oldu. Misafirler arasında sporcular da vardı, onlardan cezalı duruma düşenler kendi istekleriyle kısa Kik Boks gösterisi yaptılar. Hiçbir şey yapamayanlar, horoz, tavuk, koyun, kuzu taklidi yaparak meclistekileri güldürdüler. Cezalı duruma düşenlerden kimseye kaldıramayacağı bir ceza verilmedi.

Hoca soruyor…
İlginç oyunlardan biri de Hoca Efendi’nin öğrencilerine sorular sorduğu orta oyunuydu. İstekli misafirler arasından seçilen sekiz on genç, bir yâran (hoca) karşısında diz üstü çöktüler ve tek tek hoca tarafından sorgulandılar. Nasıl mı? Önce bir harf seçildi. Hocanın sorduğu bütün sorulara o harfle başlayan cevaplar verildi; ancak cevapların, akılcı, mantıklı olması, ahlak kurallarına ters düşmemesi, müstehcenlik içermemesi gerekiyordu. Misafirlerden ya da yâranlardan kopya vermeye kalkışanlar olursa ayrım yapılmadan, ceza olarak eline çavuş tarafından turayla vuruldu. Sınavı biten öğrenci alkışlarla yerine geçti.
Sorular yaklaşık olarak şöyleydi: Adın ne? / Nerede doğdun? / Ne iş yaparsın? / Nereden geliyorsun? / Nereye gidiyorsun? / Ne götürüyorsun? / Kime götürüyorsun? / Sevgilinin adı ne? / Ona kızınca ne dersin? / O sana kızınca ne der? / …

Arı vız vız şak…
Bir yâran ve iki misafir tarafından oynanan arının şapkasını düşürme oyunu meclisi en çok güldüren oyun oldu. Bu oyunda dikkat, el çabukluğu, zamanlamadaki isabet kişiyi başarıya götürüyordu. Çavuş dikkatli, uyanık misafirler seçmişti. Yâran da bir hayli tokat yedi…

Ateş yakar…
Köz dolandırma ya da köze üfleme oyunu misafirlerle yâranların birlikte ateşle dansı gibiydi. Yâran evinin tam ortasına, daire şeklinde diz üstü oturan yirmi kadar yâran ve misafir ellerini arkadan, iki yanında oturan kişilerin elleriyle çaprazlama kenetlediler. İncecik tel kafes içinde bulunan tömbeki közünü, ucu kertik, uzun bir sırık yardımıyla tavana astılar. Çavuş, uyarısını yaptıktan sonra oyuna katılanların ağızları hizasındaki ateşi daire çizecek biçimde bırakıverdi. Başladı daire dalgalanmaya. Ateş kime yaklaşırsa, o kişi daireye kenetli olduğundan sınırlı hareketlerle ateşten uzaklaşmaya çalışırken, üfleyerek ateşi de kendinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ateşten, nefesi kuvvetli olanlar korunabiliyordu. Üflendikçe ateş kızarıyor; incecik telden kafesini kızartıyor, üflendikçe giderek genişleyen hızlı daireler çiziyordu. Yanmamak için üfleniyor, üflendikçe ateş hırçınlaşıyor, daha da yakıcı hale geliyordu. Dairenin bir tarafı yanmamak için secdeye kapanır gibi eğilirken, başka bir tarafı sırt aşağı düşüyordu. Ateş, kimilerinin üstünden, uzağından geçerken kimilerinin de yüzlerini yalayıp geçiyordu. Kuşkusuz oyuna katılanlar büyük bir heyecan yaşıyorlar, eğleniyorlardı; ama asıl eğlenenler onların ateşle imtihanını seyredenlerdi. Bu oyun, birlik ruhunu, refleksi; ama her şeyden önce akciğerleri geliştirici bir oyundu.

Ve diğerleri…
Deveci Biro, tamamen dayanıklı olmayı, acılara renk vermeden katlanabilmeyi, sabretmeyi öğreten bir oyundu.
Kambur kervancı başı ile yazıcısı, para vermeden sipariş yazdıranlara öyle bir ders verdiler ki bir daha ömürleri boyunca böyle bir hataya düşmezler.
İhtiyar adamın doğum yapan genç karısı ve yoğurtçu oyunundaki mesaj da harikaydı. “Bastonla geyik vurulur mu dede, mutlaka başkası vurmuştur…”
Dört misafir yarışmacının, karşılarındaki yâran ağanın yaptığı hareketlerin tersini yapması, çoğu zaman da yapamaması tam bir dikkat testi niteliğindeydi. Yanlış yaptıkça misafirlerin yüzleri köpüklendi, sonunda bembeyaz oldular…

Oyunlardan sonra Büyük Başağa’nın izniyle kendisi gibi babası da bir Başağa olan, emekli edebiyat öğretmeni Fikri Demirok Ahi Yâran Ocağı hakkında mecliste bulunanları bilgilendirdi. Babasının Başağa olarak Hakkın rahmetine kavuşuncaya kadar yâranlarını nasıl koruyup kolladığını; düğünde, bayramda, sünnette, ölümde, varlıkta, darlıkta onları nasıl gözettiğini anlattı. Yâranlığın bir yılla sınırlı kalmayıp ölünceye kadar devam ettiğini babasından bizzat gördüğünü; ondan önce de böyle olduğunu, günümüzde de böyle olması gerektiğini vurguladı. Konuşmasının sonunda Büyük Başağa Serhat Gökçe’ye, Küçük Başağa Recep Deneci’ye yâran meclislerinin yaşatılması ve tanıtılması için harcadıkları emeklerden dolayı teşekkür etti. Yâranlığın bilim adamları tarafından onaylanmış kırk kuralını ve Mehmet Akif Ersoy’un Kastamonu’ya geçerken Çankırı Ulu Cami’de okuduğu, kısa bir süre önce gün ışığına çıkarılan Cuma hutbesini çerçeveli olarak hediye etti.

Büyük Başağa, Avrasya Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeleri olarak bizlere de söz verdi. Katıldığımız bu harika meclisle ilgili duygu ve düşüncelerimizi kısaca belirterek davetlerinden dolayı teşekkürlerimizi sunduk.

Yemek zamanı…
Sofra bezlerinin serilişi, üzerine tepsi altlıklarının, onun üzerine geniş kalaylı bakır sinilerin konulması; peçete, ekmek, kaşık, su, çorba servislerinin yapılması hep büyük Başağa’nın oturacağı sofradan başladı. El leğeni, sabun taşıyan; ibrikle su döken, havlu taşıyan üç yâran tarafından ellerimiz yıkatıldı. Üç yâran da diğer tarafta el yıkatıyordu. El yıkatma işi de yine Büyük Başağa’dan başlatılmıştı.
Büyük Başağa’nın buyur etmesiyle yerlerimizden kalktık, Başağalar’ın ardından sofralara dokuzar kişi oturduk. Her yemeğe Büyük Başağa’nın izniyle başlandı. Eller dağıtılan ıslak mendillerle temizlendi ve yine Büyük Başağa’nın izniyle sofradan kalkıp eski yerlerimize Başağanın oturduğu şekilde oturduk. Bir hatip sazendenin mikrofonundan daha çok gençleri yetiştirmeye yönelik “Allah’a Kulluk ve İbadet” konulu bir konuşma yaptı.

Kalk git kahvesi…
Bu arada kahvelerimiz geldi. Biliyorduk ki bu, “Kalk, git!” kahvesiydi.
Sazende yerini almış, yerel oyun havalarından çalıyordu. Fincanlar toplandıktan sonra sazende “Cezayir” parçasını çalmaya başladı. “Yâran; eline, beline, diline sahip olandır!” yazılı duvardaki saate gözüm takıldı. Saat tam 01.20’yi gösteriyordu. Beş saatten fazla bir zamanı nasıl da çabuk tüketmiştik.

Yeniden misafir evinde…
Yâran ağalar, misafirleri uğurlamak üzere ortada karşılıklı iki sıra halinde durmuşlardı. Başağalar ve reis de bizi uğurlamaya hazırdılar. Kalktık, başlangıcından beri oyuna kalkan, dışarı çıkan herkesin yaptığı gibi Başağalar’a ve sembolik olarak yanmakta olan yâran ocağına arkamızı dönmeden sağ ellerimiz kalplerimizin üzerinde geri geri çekilerek yâran evinden çıktık. Dinlenmek üzere misafir evine alındık.
Misafir evinin duvarlarını süsleyen çeşitli yerlerde ve yıllarda, çeşitli nedenlerle çekilmiş çerçeveli yâran fotoğraflarına bakarken anı defterine duygu ve düşüncelerimizi yazıp yazamayacağımız soruldu. Memnuniyetle kabul ettik. Bu arada bizi uğurlamak üzere Başağalar Serhat Gökçe ile Recep Deneci Beyler geldi. İkisi de ne kadar temiz yüzlü, cana yakın, emretmek için değil de hizmet etmek için var olduklarını hissettiren Başağalardı. İkisinin de yüzünden gülümseme eksik olmuyordu. Onların bu halleri en ufak bir disiplin zaafına da neden olmamıştı.

Ve mahkeme…
Başağalar, davetlerine icabetimizden duydukları memnuniyeti belirterek ileride tekrar görüşmek dileğiyle bizden ayrılıp yâran evine döndüler. Mecliste mahkeme başlayacaktı. Mahkeme süresince yârandan sayılmayan sazende dışarı çıkarılacak, ihtiyaç duyulmadıkça Çavuş da dışarıda tutulacaktı. Yâran ağalardan suçu olanlar varsa Büyük Başağa, Küçük Başağa ve Reis’ten oluşan mahkeme heyeti tarafından yargılanacaktı. Suçsuz bulunanlar berat edecek, suçlu bulunanlar suçun niteliğine göre çeşitli cezalara çarptırılacaktı. Cezalar, yârana çay kahve ısmarlamaktan, fakirin yiyeceğini, giyeceğini, yakacağını temin etmeye ve nihayet yâran meclisinden atılmaya kadar gidebiliyordu. En ağır ceza meclisten atılmaktı. Meclisten atılanın yerine başka kimse alınmıyor, onun yerine bir ağaç kütüğü konuluyordu. Geçmiş zamanlarda Ahi Yâran Meclisi’nden atılanlar olmuş ve onlar utançlarından memleketi terk etmek, uzak diyarlara yerleşmek zorunda kalmışlardı.
Başağalar mahkeme edilemezler; ancak suçu varsa kendilerine bildirilir, onlar da o suçun karşılığı olan cezayı kendilerine indirimsiz uygulardı.
Akşam namazından sonra başlayan Ahi Yâran Meclisi sabah namazına kadar devam ediyor, bazen öğleye kadar da uzayabiliyordu.

Gönül sohbet ister kahvaltı bahane…
Gece Çankırı Öğretmen Evi’nde kaldık. Sabah kahvaltıda bütün arkadaşlar yine birlikteydik. Bir an önce dönmek istesek de bırakmadılar. Nuri Erkenci kardeşimiz bizi minibüsüne doldurduğu gibi hızlandırılmış bir şehir gezisini hemen başlattı. Eski Çankırı mahalleleri, korumaya alınan evler, restore edilen evler, tarihî konaklar, Ulu Cami, kale, şifahane, Çankırı’nın 1074’te fethinden sonra burada yetişmiş, yaşamış büyük şahsiyetlerin kabirleri, en son Pazar Pazarı… Pazar günü kurulan, daha çok köylülerin kendi ürettiklerini sattığı semt pazarına, sanırım Pazar gününe denk geldiği için “Pazar Pazarı” diyorlardı. Sınırlı zaman içinde Nuri Bey bizlere Çankırı’yı vazgeçilmezleriyle tanıttı. Terminale vardığımızda otobüsümüz kalkışa hazırdı.

Gittik, gördük, mutlu döndük…
Kısa ziyaretimiz sırasında bizim gördüğümüz Çankırı ile televizyonlarda çılgın köçekleriyle gündeme getirilen Çankırı arasında büyük farklar vardı. Yüz yıllar boyu milletimizi; bilimde, sanatta, edebiyatta, sosyal hayatta, iş hayatında, güzel ahlakta zirveye taşıyan kültürümüz Çankırı’da yaşanıyor, yaşatılmaya çalışılıyordu. Çankırı’da Yâran Ocakları yakılıyor, gençlere toplum içinde nasıl oturulur, nasıl konuşulur; alınan sorumluluklar nasıl yerine getirilir, bizzat yaşatılarak öğretiliyordu. Büyüğe saygı, küçüğe sevgi nasıl gösterilir; dayanışma nedir, nasıl olur, niçin gereklidir, öğretiliyordu. Dayanıklı olmak, uyanık olmak, güzel konuşmak, adil olmak, adalete rıza göstermek yaşatılarak öğretiliyordu. Ahde vefa göstermek, sır saklamak öğretiliyordu. İnsana ömür boyu lazım olacak atasözü, vecize, mani, bilmece, oyun, türkü öğretiliyordu. Dürüst olmak, kaliteli üretim yapmak, insanları kandırmamak; öncelikle tüketici memnuniyetini gözetmek öğretiliyordu. Her yaştan insanın birikimlerine yenileri eklenirken toplumsal değerlerimizle çelişmeyecek mesajlar veriliyordu. Ahi Yâran Meclisleri’nde bütün bu güzellikler kimseyi sıkmadan, usandırmadan, utandırmadan, oyunla, eğlenceyle veriliyordu.
Mehmet Akif Erbaş’ın belgeselinde izlediklerimiz ayniyle gerçekti.
Çankırı’da yaşatılan Ahi Yâran geleneği, bozulmadan, turizm metaı haline getirilmeden, özü korunarak yenilenip yaygınlaştırılabilirse, kim korkar hainden, gafilden, işbirlikçiden, kültür emperyalizminden…

(Kardeş Kalemler - Sayı: 39, Mart 2010)