Öğrenirken Gezmek: Strazburg’dan Gözlemler Eğitimi Satmak?

Teknoloji gelişiyor, geliştikçe de klasik meslek uygulama yöntemleri de değişiyor. Önceden “alet işler el övünür” denirdi. Bu aletlerin bile şekli ve becerisi değişti. Artık el bile sürülmüyor. İşi robotlar yapıyor. Robotik cerrahi eğitimi almak için iki günlüğüne Strazburg’a gittim. Direk uçuşlar iptal olduğu için en yakın yer olan Frankfurt’a kadar hava yolu ile sonra karayolu ile Fransa ve Strazburg… Almanya’dan Fransa’ya geçiş yalnızca yoldaki tabela ile anlaşılıyor. Bir de boş, tenha, eski gümrük kontrol noktasından. Yol, boylu boyunca tek ülke karayolu gibi. İlerleyip girdik şehre.

Strazburg denince insanın aklına gelişmiş dev bir modern kent geliyor. Oysa burası küçük bir Avrupa şehri. Hem de Ortaçağdan kalan binaların, duvarları kahverengi çapraz keresteli, çatıları üç kat pencereli evlerin, kanalların olduğu bir eski Avrupa şehri. Dev modern binalar yok. Bolca kanal, nehir, içinde dolaşan gemiler, yüzen ördekler, kuğular, Arnavut kaldırımlı cadde ve sokaklar, 8–80 yaş arasında herkesin bindiği binlerce bisiklet, küçük-ekonomik Fransız binek otomobilleri, şık kıyafetler satan (ama çok pahalı) küçük butikler-ayakkabıcılar, yeşillik ve ilginç biçimde budanmış çınarları olan, gong sesleri dışında, sessizlik kokan bir şehir…

Sabahki 25 avroluk (50 TL) sıradan bir kahvaltıdan (güya açık büfe, ancak uygun yiyecek bulmak biraz zahmetli) sonra eğitim merkezine gittik. Burası kocaman bir üniversite yerleşkesi içinde yer alan ayrı bir bina. Modern ancak diğer tarihî taş binaların hiçbirinin dokusunu bozmuyor, sırıtmıyor, uyumsuzluk yapmıyor. Bu bina yalnızca eğitim yapmak için (ileri tekniklerin öğrenildiği bir merkez) düzenlenmiş. Giriş katında ücretsiz bir çay - kahve bölümü, çalışan şık görevliler, oturmak için bolca masa sandalye, bir konferans salonu var. Ama giriş katının en büyük özelliği sanat galerisi gibi salonun her yerinin sanatçıların heykel, resim, tablo vs. leri ile donatılmış olması. Bu sayede sanatın verdiği huzur ile eğitimin sevdirilmesi de cabası. Müslümanlar için mescit bile var. Üst katlarda milyon dolar-avroluk bolca son teknoloji cihazların olduğu salonlar var. Bu salonun ya da cihazların kirası 3–10.000 avrodan başlıyor. (1–2 günlük) Eğitici size tüm gününü ayırıyor. (2-3 kişilik grup için). Size ayrılmış deney hayvanı anestezi ile uyutulup ameliyat masasına yatırılıyor ve size robot ile hayvan üzerinde ameliyat yapma yöntemi anlatılıp deneme yaptırılıyor. Ve yemek, bilgisayar-internet hizmeti ile beraber sertifika da veriliyor. Bu yazıda bu teferruat çok mu gerekli? Hayır. Ancak şu bir gerçek ki eğitim yolu ile dünyanın artık farklı kültürleri etkileme (teknoloji hayranlığı ile), bu arada kendi kültürünü sergileme ve beğendirme, sonra cihazını satma ve bu arada da dilini öğretip üstüne de para (hem de ciddi oranda) kazanma imkânı elde ediliyor.

Tüm dünyada kongre turizmi denen ticaret şekli aldı başını gitti. Türkiye’nin de dâhil olduğu bu ticaret de, bilgiyi en yetkili tecrübeli ağızdan satın almak için üst düzey eğitim almış kişiler avuç dolusu para harcıyorlar. Hem de kişi başı milyar (1000 TL) lira üstü. Bilgiyi anlatan kişilerin aldığı paralar bir yana, aslında anlatılan bilgilerin de ne kadar önemli ve stratejik olduğu konusu da başka bir tartışma.

Türkiye’de de özel üniversitelerin amacı, yalnızca gençlerin açıkta kalmayıp meslek sahibi olmaları mı? Kıbrıs’ın en önemli gelir kaynaklarından biri turizmin (ve kumarın) dışında 7-8’e ulaşan özel üniversiteleri. Ve İngiltere: Üzerinde güneş batmayan ülke konumundan, güneş doğmayan ülke konumuna düşen ve sanayisinin de artık dünya için sıradan olması ile ciddi ekonomik sıkıntıya giren ülkenin en önemli çıkış kapısı eğitim. Tüm dünyadan buraya İngilizce öğrenmek için gelen öğrencilere, hem dil hem kendi kültürleri aşılanırken bir taşla iki kuş vurulup üstüne de para kazanılıyor. Ve İngiltere bu sayede belini doğrultuyor. Bacasız sanayi denen turizm ile kıyaslanınca aslında bunun çok daha önemli olduğu ortaya çıkıyor. Turizm için gelen kişilerin kendi kültürlerini size verip, gelenekleri bozması, tabiatın yok olması, kalabalıkların artışı, çevre kirliliği artışı olurken eğitim ile daha çok para kazanılıp kültür ve dil aşılaması da mümkün oluyor. Bir müddet sonra misyonerlik için para harcamalarına bile gerek kalmayacak belki de. Eğitim, bacasız sanayi değil, kaymaklı ballı sanayi neredeyse.

Kıyafetlerin kimi dekolte ve ince, püfür püfür yaz kokuyor, kimi sonbahar ya da kış çıkışını hatırlatıyor. Çünkü hava sıcak değil. Ama mevsim yaz. Yaza özenen bedenler, kıyafetlerle yazı yaşamaya çalışıyorlar. Ve çokça da sigara içiyorlar (her yerde).

Strazburg’ta insanların ayağında sandaletler ve botlar üstlerinde yazlıklar ve pardösüler aynı anda arz-ı endam eyliyor. İnsan kendi ülkesinin değerini daha iyi anlıyor.

Her yer kahve kokuyor. Kahve içmesem de kokusu cazip geliyor. Demli tavşankanı çayın yerini sallama çaylar alıyor ve zevki olmuyor. Kahvenin tadı da, fiyatı da, kahveye yapılan zam da Fransızların öncelikli konuları arasında ilk sıralarda yer alıyor.

Yaşlı nüfusun giderek artması, çalışacak dinamik ve genç nüfusdaki azalma, Avrupa ülkelerinin korkulu rüyası. Doğumu özendiren destek ve mali yardım, her ülkede başarı sağlamada etkili değil. Ama Strazburg’da çok sayıda hamile hanımın dikkatimi çektiğini de belirtmem gerek. Bu, mesleğimin getirdiği bir fark etme değil. Gördüğüm diğer batı ülkelerinde bu kadar çok gebeyi hiç görmemiştim. Ayrıca genç çiftlerdeki çocuk sayısı da kayda değer oranda çok. Otuzlu yaştaki çiftlerde karında, kucakta, sırtta, elde, bebek arabasında olmak üzere 4–5 çocuklu aile (1–2 yaş ara ile doğmuş) sayısı da önemli derecede fazla idi. Nüfus, dünyanın her şeyden önemli olan gücü idi ve batı da bunun farkındaydı. Türkiye’de orta, güney ve batı Anadolu’da nüfusun azalıp, doğu ve güneydoğudaki hızlı artışın da herkes farkında idi ve politik sebeplerini herkes biliyordu.

Tüm Fransa gibi Strazburg’da da hizmet sektöründe çalışanlar arasında Kuzey Afrikalı ve zenciler çok sayıda. Ve ne kadar eşitlik var dense de, yüzlerinden ve duruşlarından ikinci sınıf vatandaş olmanın ezikliği çok aşikâr okunuyor. Fransız garsonun, zenci garsondan daha dik ve emin duruşu, daha umursamaz hâli, beyaz Fransız’ın gururu ve “sahip” hâli “köle”lik ruhunu ezip geçiyor.

Hiçbir tabelada İngilizce yok. Müzelerde İngilizce açıklamalı levhalar bulunmuyor. Çünkü herkesin Fransızca konuşması gerektiği “olmazsa olmaz” sayılıyor. Turistik lokantada, turistik eşya satıcısında İngilizce cevap verilmiyor.

Hava erken aydınlanıp, geç kararıyor (23.00 civarı). Saat 20.00 den sonra ortalık aydınlık da olsa sokaklarda sessizlik hâkim oluyor. Zaten sessizlik olan bu şehirde, dükkânlar, kahveler, içki yerleri, hatta lokantalar kapılarını kapatıyorlar… Satıcıların çok müşteri taraftarı olduğu ve güler yüzlü davrandığını da söylemek mümkün değil…



Strazburg, Almanya ile komşu Alsaz (Alsace) bölgesinin en büyük (!) şehri. II. Dünya savaşında Fransa- Almanya arasında önemli olaylara ve çarpışmalara sahne olan bir bölge burası. Bu bölgenin ekonomisinde şarap ve bağcılık çok önemli. Arazilerin çok geniş bir kısmında düzgün ekilmiş, tellere asılmış asmalar ve çeşit çeşit üzüm var. Ve bu üzümlerden şarap yapılan küçük şaraphaneler ve şarap tadım yerleri… Bu bölge tüm turistik kitaplarda “şarap yolu” olarak belirtiliyor. Bu bölgedeki tüm köyler aynen korunmuş. Duvarlar kahverengi çapraz kerestelerden yapılmış, birkaç yüz yıllık, 3–4 kat pencereli dik çatısı olan köy evleri, temiz-taş yollar, küçük dükkânlar, demir (ferforje) dükkân levhaları, küçük-çeşmeli meydanlar, bolca yeşillik, her pencerede bol bol renk renk açmış çiçek saksıları… Aile boyu şarapçılık yapılıyor, kendi adlarını verdikleri (İngilizce uydurma adlar değil) şaraplar imal edip lokantalarında yerel tatlar (özellikle ekmek ve peynir) ile satıyorlar ve otobüsler dolusu müşteri –turistten avuç dolusu parayı kazanıp buna da şarap tadım (:degüstasyon) turları diyorlar. Bizim bazı entel (!) yemek yazarları ve yemek tadımcıları (gastronomlar) şaraptan anlamalarını övünme konusu yapıyorlar. Entelliğini vurgulamak isteyen bazı sanatçı-manken vs. de evlenecekleri erkeklerde “şaraptan anlama” şartı getiriyorlar.

Geçenlerde bir gazetenin gezi ekinde, Karadeniz de –Rize’de çay tadım turları düzenlendiğini, köy kahvaltısı eşliğinde yaylalarda konaklama ve değişik tipte çaylardan tatma turları yapıldığını okudum. Takdire değer ve geç bile kalmış bir uygulama…

Alsas bölgesinin simgesi leylekler. Her yerde, her eşyada unutulmadan, öne çıkarılan bir kuş. Muhtemelen yuvaların çok olduğu bir bölge. Ama ben Türkiye’de başımı çevirdiğim her yerde sayısız yuva ve leylek gördüğüm alanlarda bu kuşların sembol sayıldığını görmemiştim. O bizim için “hacı leylek” di. Fare-yılan yer, çiftçiyi dost bilirdi. Ve yumurtası ellendiği zaman, yuvasına bir insanın, yabancı bir leyleğin kokusu sindiği an yumurtasını da aşağı atacak, eşini de öldürecek kadar namuslu davranırdı. Ve Avrupalı yaban hayatını korumak için başka ülkelerin yaban hayatına bile müdahaleyi hak bilirdi. (Hollandalı kuş bilim(!) ciler, yaban kazlarının Türkiye üzerinden güneye göç etmesini engellemek için yaptıkları uzun çalışmalardan başarı elde etmişler. Artık yaban kazları bizde uçmuyor. (kaynak: TV’dan belgesel kanalları…) )

Bu bölgede, atmaca, akbaba, baykuş gibi yabani ve büyük yada alıcı kuşların eğitildiği şato ve benzeri gibi yerleşim alanlarında, bu hayvanlarla av partileri düzenleniyor ve festival havasında turiste pazarlanıyor.

Bizim Pazar-Ardeşen-Arhavi bölgesinde de bu kuşların –özellikle şahin, atmaca- avcılığı, besleyiciliği ön plana çıksa da biz bundan para kazanmıyor, pazarlayamıyor, ama yabani kuşlarımızı, yabancı alıcılara pazarlayıp, yaban hayatımıza bir darbe de biz vuruyoruz.

Düzenledikleri festival ve av partilerinde çocuklarla hayvanların iletişimini de sağlayarak, gelecek nesilleri hem eğitiyor hem de yaban hayatını sevdirerek doğayı da koruyorlar.

Burada turiste pazarlanan diğer bir unsur şatolar. Şehir içinde, tepelerde, ova ortasında bile yapılmış bu muhteşem yapılar, çok da iyi korunmuş. Çoğu çevreye hâkim konumda olsa da kale gibi değil. Bu şatolarda halktan kopuk derebeyleri, aşağıda yeşil bağlar ve onlara sunulmaya hazır, kölelerin (vatandaşın) kanı ve teri karışmış bağlardan elde edilen terli-kanlı şaraplar…

Bizde de yüksek yüksek tepelerde, dağlarda, hatta zirvelerde şato değil kaleler yapılmış. Ama kalede kumandanlar şarap değil, alın teri döküp, vatanı ve vatandaşı savunmuşlar ve bağ-bahçede çalışan köylülerse hizmeti kumandana değil, vatana yapmışlar. Kaleye hizmet vermeyip, hizmet (güvenlik-emniyet) almışlar.

Buranın köyleri güzel-temiz-nezih-bakımlı ve korunmuş. Ama köylerde tavuk-inek sesi de, kokusu da yok. Bu köyler bizim köyümüz değil. Bu köylerde bakım var. Para var. Turist var. Şarap var. Pis bir yağ kokusu var. Tahtalı taş evlerde, 200–300 yılın hatırası, yapım ve tamir yıllarını gösteren, hatta yapan ve tamir eden ustaları yazan levhalar var. Tarihe saygı var. Bizim köyümüzde kerpiç-toprak-badana kokusu ve depremin sık uğrayan hatıraları var. Ama sıcaklık, misafire saygı, tarhana çorbası kokusu, taze bazlama kokusu, sıcacık bakışlar da var.

Yollarda çöp poşeti, naylon torba, atılmış pet-teneke kutular, kâğıt yok. Çöp hiç yok. Biz de dağın zirvesinde, ormanın kuytusunda, ağacın gölgesinde her türlü medeniyet (!) işareti olan atık malzeme var. Oradaki tabiata medeniyet sanki hiç uğramamış(!).

Oradaki şarap evlerinde, kahvelerde, lokantalarda yalnızca içki yok. İçlerinde kitaplık-kütüphane köşeleri ve yılların eskitemediği tarihî kitaplar ve bunları okuyanlar var, bizimkilerdeki kâğıt, taş vs. nin yerine… Yollarda İngilizce-Fransızca-Almanca “hoş geldiniz, güle güle” yok. Geçtiğiniz kasabanın-köyün özelliğini temsil eden resimli levhalar ve yalnızca Fransızca yazılar var.

Korna yok, gürültü yok, acı fren sesleri yok. Ana yolun kenarındaki kasabalarda insanlar sesten rahatsız olmasın diye ses perdeleri var.

Caddelerde temsili Hz. İsa’yı hatırlatan uzun dağınık saçlı, kirli sakallı, zapzayıf gençler ve az da olsa, paralı (uyku tulumlu, kız arkadaşlı, ellerinde kahveleri olan, bisikletli) (homeless) evsizler var. Ya da free (!) takılanlar! Yani özgür (!) olduğunu, olmak istediğini söyleyenler… Ama “özgürlük aslında yalnızlıktır” diyen bir düşünür de…

Avrupa yeşil,
Yeşil güzel ve huzur verici.
Ama içinde ruh olmayınca hep eksik.

Avrupa’nın yeşili güzel, ama elle yapılmış, el ile desteklenmiş kotarılmış, korunmuş.

İnsanın yeşili, tabiatı koruması, kollaması güzel. Ama bizdeki gibi gerçek doğal güzellik yok. Her şeyde insan eli, her şeyde maddeciliğin (materyalizmin) dokunuşu var. Ve bu maddecilikte de ruh yok.

Memleketimde herşey mükemmel olmasa da, her yerde, bozkırın sarısına bile sinmiş ruh ve huzur var. Ve eğer inanç da varsa tevekkül de var. Ve sarı bozkır, çıplak dağ, kurumaya yüz tutmuş nehir, göl de yine de güzellik var. Ve Türk’ün olmadığı (işçilerimiz hariç), oturmadığı, vatan yapmadığı topraklardan yazılmış yazılarda da ruhsuzluk var.

Bu yazıda olduğu gibi…



Peki, niçin yazıyorum?
Yalnızca kıyaslamak, ders almak ve unutmamak için…

Aslında memleketim bana “en güzel” geliyor. Keşke yeşilin de ilave olduğu bir güzellik de olsaydı…