Ankara’dan Hacı Bektaş’a

Avrasya Yazarlar Birliği tarafından düzenlenen Doğumunun 800. Yılında Hacı Bektaş Veli Konulu Ozanlar Yarışması ödül töreni 9 Aralık 2009 günü Ankara’da Gazi Üniversitesi Mimar Kemal Salonu’nda geniş bir katılımla yapıldı. Ertesi günkü programda Türkiye dışından davet edilen âşıklarla birlikte eski adı Suluca Karahöyük olan Hacıbektaş ilçesine yolculuk vardı. Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin müze haline getirilmiş dergâhını gezecek, manevi huzuruna varacaktık. 


Sabah 09.30 sularında Türkmen Sahralı (İran) âşıklar; Çağrıyarguli Bayenderi, Kuli Gulizade, Zengan’dan (İran); Âşık Müslüm Esgeri, araştırmacı yazar Mehmet Rezzakî, Kerkük’ten (Irak); Kadir Muhammed Dervişoğlu, Avrasya Yazarlar Birliği’nden, Ali Akbaş, Aslan Küçükyıldız ve ben olmak üzere sekiz kişi yola koyulduk. Bir de minibüsümüzün kaptanı, toplam dokuz kişiydik. Hepimizin ortak özelliği Hacıbektaş Veli Hazretleri’ni ilk kez ziyaret edecek oluşumuzdu.

Âşıklar, akşam törenden sonra saz eşliğinde söyledikleri Hacıbektaş Veli’yi anlatan coşkulu şiirleriyle bizleri de coşturmuşlardı. Elmadağ’a yaklaşırken Aslan Bey “Hadi bakalım âşıklar yol sazla sözle tükenir!” deyince âşıklar boyun büktüler. “Sazlarımız olmadan söyleyemeyiz!” dediler. Ankara’nın sabah trafiğinden dolayı konuklarımızın yanına gecikmeli varabilmiş, alelacele yola çıkarken “Âşıklar sazlarınızı da alın!” demeyi unutmuştuk. Ev sahipleri olarak hatalı olan bizlerdik. Dönsek, hayli vakit kaybedecektik. Yola sazlı değil; ama sözün güzeliyle, şiirle devam ettik. Ali Akbaş, uzunca bir şiirle dağlara seslendi. Kerküklü ozan Kadir Muhammet Dervişoğlu hoyratlar hakkında bilgi verdi. Başlangıçta söyleyeni belli olsa da sonradan unutulduğunu, hoyratların ortak acıyı, ortak sevinci, ortak düşünce ve idealleri yansıttığını, halkın ortak malı olduğunu örnekler vererek açıkladı. Kerkük hoyratlarından onlarcasını ezbere okudu. Bazılarının hangi acı olaylardan hareketle söylendiğini anlatarak yüreklerimizi burktu. Yürek burkan hoyratlardan biri; Saddam döneminde ömrünün epeyce bir kısmını hapishanelerde geçiren Muhammed Ezel Kasap tarafından hapishanede söylenmişti.

Haykırsam yad bayılır
Kurtla koyun yayılır

Korkuram bir gün gelsin
Bu gün bayram sayılır

İran’dan gelen Âşık Müslüm Esgeri Zengan’da halen devam eden âşıklık geleneğinden söz etti. Başta kendi ustası olmak üzere cümlesine Allah’tan rahmet dileyerek öğüt verici şiirler okudu. Bir şiir de Âşık Veysel’den okudu. En son yarışmaya yolladığı, akşamki ödül töreni ardından çalıp söylediği “Bektaş Veli” adlı şiirini okudu.
Zenganlı genç yazar Mehmet Rezzakî de birbirinden güzel maniler söyledi. İşte bunlardan biri:

Azizim akar gider
Her yanı yıkar gider
Bu dünya bir gözgüdür
Her gelen bakar gider

Gönüllerimiz, gönüller sultanına yönelince üç buçuk saatlik yolun nasıl geçtiğini anlayamadık. Hani göz açıp kapayıncaya kadar derler ya, yolumuz o denli kısa sürdü.

Hacıbektaş ilçesi girişinde yolun sağına park etmiş, dörtlüleri yanıp sönen bir minibüsün yanındaki genç adam, aracımızı plakasından tanımış olmalı ki durmamızı işaret etti. İyice yavaşlayıp yolun sağına yaklaşarak durduk. Sakallı, güler yüzlü genç adam, minibüsümüzün açılan kapısından içeri başını uzatarak “Ben Arif Taşdemir, sizi karşılamak üzere görevlendirildim. Hepiniz ilçemize hoş geldiniz.” diyerek kendilerini takip etmemizi söyledi, tekrar kendi minibüslerine döndü.
Dediğini yaptık.
Önce Hacıbektaş Eğitim ve Kültür Derneği Kız Yurdu’na konuk olduk. Burada bizi güler yüzüyle yurt müdiresi Nihayet Hanım karşıladı. Bize bolluk, bereket taşan bir sofra hazırlamışlardı. Kültürümüzde yenileni, içileni anlatmak ayıp sayılsa da şu an orada yediğimiz lezzetli yemeklerden hiç değilse birinden, sulu köfteden söz etmeme izin veriniz. Kesinlikle o güne kadar yediğimiz en lezzetli sulu köfte idi. Ali Hocama özlemli (nostaljik) çağrışımlar yaptıran, onu ta çocukluğuna, annesinin yaptığı sulu köftelere götüren bu yemek, ilçenin ünlü yemeklerindenmiş. Sanırım bize özel yapılmıştı. Aslında oranın mantısı da çok ünlüymüş ve bize mantı ikram etmeyi düşünmüşler; ancak hangi saatte geleceğimizi tam olarak bilemediklerinden sulu köftede karar kılmışlar. Çünkü mantı beklemezmiş, pişirilir pişirilmez yenilmesi gerekirmiş. Bunları, bize HEKDER İkinci Başkanı Çisem Erdoğdu Hanım söyledi.

Yurt görevlileri, servis yapan genç hanımlar, hepsi de güler yüzlü, hepsi de içten, sanki ilk kez karşılaştıkları birilerine değil de birinci dereceden yakınlarına; ağabeylerine, amcalarına hizmet ediyorlarmış gibiydiler. Bize kendimizi kardeşlerimizin sofrasındaymış gibi rahat hissettirdiler.

Çaylarımızı yudumlarken aramızda kendiliğinden Hünkâr Hacıbektaş Veli merkezli, tatlı bir sohbet oluştu. Söz; Hoca Ahmet Yesevî’den, Mevlana’ya, Hacı Bayram Veli’den, Yunus Emre’ye, Âşık Veysel’e, Mahzunî Şerif’e kadar gitti gitti, geldi. Âşıklarımız sazlarını Ankara’da bırakmamış olsalardı, saz eşliğinde sözün tam zamanıydı. Ali Hocam, sohbetle oluşan manevi havayı ünlü, uzun şiirlerinden Erenler Divanı’ndan adlı manzumesini okuyarak daha da derinleştirdi. Şiirle birlikte bir an önce Hacıbektaş Veli Hazretleri’nin manevi huzuruna varma isteği büsbütün içimizi doldurdu.

Osman Çeviksoy ilk avluda

Bizi müzeye Çisem Hanım götürdü. Orada bize müzeyi gezdirecek olan Taylan Bey’le tanıştık. Taylan Bey, Türkçeyi güzel kullanan, kendini iyi yetiştirmiş, saygılı, kültürlü, güler yüzlü, genç bir adamdı. Çift kanatlı Ana Kapı hakkında bilgi verip ilk avluya girince külliye içindeki camide ikindi ezanı okunmaya başladı. Taylan Bey, açıklamalarını kesip ezanın bitmesini saygıyla bekledi. Sonra tasavvuftaki “Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikat” olarak adlandırılan dört kapıdan söze başladı. Hünkârın huzuruna varmak için yedi kapıdan geçmek gerektiğini ve bunun neyi simgelediğini anlattı

Kadir Muhammet Dervişoğlu
Aslanlı Çeşme önünde

 

 

 

“Üçler Çeşmesi, Mührü Süleyman, Üçler Kapısı, Atatürk Köşesi, Leylek Baba Kabri, Havuzlu Avlu, Aslanlı Çeşme, Meydan Evi, Aş Evi, mutfak eşyaları, Güvenç Abdal Türbesi, Balım Sultan Türbesi, Hasbahçe, Kara Dut, Kırklar Meydanı, Kırk Budaklı Şamdan, Hacıbektaş Veli Türbesi… Taylan Bey, adeta zamanla yarışarak bize ayrıntılı bilgiler verdi.

Atatürk, Millî Mücadele hazırlıkları sırasında, o zamanlar faal durumda bulunan dergâhı ziyaret etmişti. Müzedeki Atatürk rölyefi bu ziyaret anısına yapılmış.
Üçler Çeşmesi de Aslanlı Çeşme de başta Peygamber Efendimizin torunu, Allah’ın Aslanı Ali efendimiz ve Fatma validemizin sevgili oğulları Hüseyin olmak üzere susuz bırakılan Kerbela şehitlerinin anısına yapılmıştı.
Yedi yüz elli, sekiz yüz yıllık ömür biçilen “Kara Dut” un hikâyesi de ilginçti. Piri Türkistan Hoca Ahmet Yesevî ocaktan çektiği bir köseğiyi Diyar-ı Rum’a doğru fırlatıyor, “Ey Hünkâr Hacıbektaş Veli! Artık yuvadan uçma zamanındır. Git, köseği nereye düştüyse ocağını orada kur!” diyordu. Köseği, o zamanki adıyla Suluca Karahöyük’e düşmüştü. Düştüğü yerde yeşermiş ağaç olmuştu. İşte o köseği bu karadut idi. Taylan Bey, Meydan Evi’ndeki postlardan başköşedekine değil de kapıya en yakın olanına niçin şeyhin oturduğunu, semahın kaç kişiyle nasıl dönüldüğünü, kırk budaklı şamdanın neyi temsil ettiğini, kapıların niçin alçak olduğunu, teslim taşlarını, kulak küpelerini anlattı. Bütün sorularımızı bezginlik göstermeden cevapladı.

Başta Hacıbektaş Veli olmak üzere, Horasan erenlerinin, Anadolu’nun manevi fatihlerinin huzurlarında saygıyla durup ruhlarına Fatihalar gönderdik. İçimizden gözleri dolanlar oldu. Çok özel bir günün unutamayacağımız çok özel anlarını yaşıyorduk. Yunus’un alıç getirip buğday götürdüğü kutlu kapıdaydık. Buğday yerine “himmet” almadığı için pişmanlık duyarak yeniden geldiği umut kapısındaydık. “Eline, beline, diline sahip ol!” diyerek dünya ve ahiret huzurunun adeta formülünü veren ulu kişinin hoşgörüyü, kardeşliği, cömertliği, bilimi işaret eden huzur kapısındaydık…
Ziyaret sonunda Taylan Beyle ana kapı önünde vedalaşıp külliyeden ayrıldık.

Âşık Mahzunî Şerif heykeli
önünde birlikte…

 

 

 

Çisem Hanım bizi eski adı Arafat Dağı olan Çilehane’ye götürdü. Burada Hünkâr Hacıbektaş Veli’nin, Yunus Emre’nin, Âşık Mahzunî Şerif’in, Pir Sultan Abdal’ın, Âşık Veysel’in, semah dönen kadın ve erkelerin heykelleri vardı. Mahzunî Şerif’in mezarı da heykelinin yanındaydı. Ayrıca Çilehanede Zemzem Pınarı ve Delikli Taş vardı. Gruptan üç kişi delikli taşın içinden geçmeyi başardı. Diğerleri resim çekmekle ve geçenleri tebrik etmekle yetindi. Âşık Mahzunî Şerif ve Hacıbektaş Veli heykellerinin yüksek kaidelerine pek çok dilek taşının yapıştırılmış olduğunu gördük.

Çilehane’den ancak hava kararırken ayrılabildik.

Şehir merkezindeki Âşık Mahzunî Şerif Parkı’nın Türkmen geleneğini yansıtacak biçimde döşenmiş köşeleri bulunan, duvarları Hazreti Ali, Hacıbektaş Veli, Atatürk ve Âşık Mahzunî Şerif resimleriyle süslü kahvehanede bize nefis çaylar, Türk kahveleri ikram edildi. Önce, biri saz, diğeri kemençe çalan iki genç; Kazım ve Ali tarafından kısa bir konser verildi. Ali hem kemençe çalıyor hem söylüyordu. Ertaş’tan, Mahzunî’den istediğimiz parçaları da itirazsız çalıp söylediler. Onlardan sonra sazı Metin Bey aldı. Metin Bey çalıp söylemede oldukça usta görünüyordu. Yola çıkacağımızı bildiğinden, güzel yurdumuzun dört köşesinden tadımlık ezgilerle, konseri kısa sürede bitirdi.

Arif Bey başta olmak üzere, park kahvehanesinde bizi güler yüzle karşılayıp ağırlayan arkadaşlar, Çisem Hanım gece kalabileceğimizi, bizi memnuniyetle misafir edebileceklerini ısrarla söylediler. Ne var ki bizim yola çıkmamız gerekiyordu. Âşıkların yarına başka programları vardı.

Park kahvesinde…

 

 

Orada, Arif Bey ve kahvede tanıştığımız, bize ikramda bulunmakla kalmayıp gönüllerini açan, güler yüzlü can insanlarla vedalaştık. İyi dileklerle bizi yolcu ettiler. Hacıbektaş Eğitim ve Kültür Derneği yöneticisi Çisem Hanım’la kız yurdu önünde vedalaştık. Hacıbektaş’a varışımızdan ayrılışımıza kadar hep konuksever, içten, güler yüzlü insanlarla karşılaştık. Ankara’ya doğru yola çıktığımızda saat 18.00’i gösteriyordu.

Güzel başlayan dönüş yolculuğu, kendiliğinden gelişen sohbetlerle daha da güzelleşerek devam etti. Uzunca bir zaman Hacıbektaş Veli’nin efsaneleşmiş hayatı, felsefesi ve etkileri üzerinde konuştuk. Sonra Türk Dünyası’nda yaygın olarak kullanılan benzer atasözleriyle bir tür oyun oynadık. Ev sahipleri olarak birimiz, Türkiye’de güncelliği devam eden bir atasözü söylüyorduk, konuklarımız kendi bölgelerindeki karşılıklarını söylüyorlardı. Bir atasözünün Türkiye’de, Irak Türkmeneli’nde, İran Türkmensahra’da, İran Güney Azerbaycan’da nasıl ve hangi kalıplarla söylendiğini duymuş oluyorduk. Gerek duyulduğunda açıklamaları da yapılıyordu. Bazen de konuklarımızdan biri, kendi bölgelerindeki bir atasözünün Türkiye’deki karşılığını merak ediyor, özellikle soruyordu. Kerkük’te söylenen “Gitti sakal almaya, bıyığı da bırakıp döndü.” atasözünün karşılığını bulmakta hayli zorlandık.

Sonra deyim eşlemelerine geçtik. Ardından şiir okumaları başladı. Kadir Muhammed Dervişoğlu aşkı, acıyı, ehlibeyt sevgisini dile getiren şiirler okudu. Mehmet Rezzakî, Bayrak Marşı’nı söyledi. Türkmensahralı âşıklar kendilerinden ve ustalarından öğüt verici şiirler okudular. En yaşlımız, Âşık Müslüm Esgerî sazı yanında olmasa da bize “Kerem ile Aslı” hikâyesini özetledi. Türkiye’de bilinenden farklı bir hikâyeydi bu. Ertesi gün “Edebiyat Yarenleri” akşamında saz eşliğinde anlatmasını rica ettik, kabul etti.
Söz bitmeden yol bitti.

(Kardeş Kalemler Sayı 37, Ocak, 2010)