Ljubljana

Eşimin görevi dolayısıyla, Ocak ayının son günlerinde Ljubljana’ya gidiyoruz. Yollar yer yer karın ağarttığı beyaz lekeleri taşısa da, bu lekelere zıt çamurdan çizgilerle belirginleşmiş durumda. Kışın zor şartlarına rağmen tebdili mekânın ferahlığını duymak güzel… Karların altında dinlenen tabiat insana yine huzur veriyor. Ara sıra kendisini gösteren kış güneşi, karlara yansıyarak güç kazanıyor sanki. Çünkü güneşin zerrelerini taşıyan karlar, güneşten daha çok aydınlatıyor. Kristalleşen ağaçlar, bahardaki çiçeklerinden önce kar tanelerini misafir ediyor.

Saraybosna’dan 8 saatlik bir yolculuk sonrası Ljubljana’ya varıyoruz. Kışın bir başka göstergesi olarak saat henüz 5 bile olmadan hava kararmış. Bu nedenle şehir bizi ışıklar altında karşılıyor. Diğer Balkan şehirlerine göre daha modern bir havası var. Fakat yine onlar gibi şehir, güzel bir nehrin iki kıyısında uzanıyor.

Ljubljana’ya, Yugoslavya’dan 1991’de ayrılarak bağımsızlığını kazanan ilk devlet. 1991 Haziranında bağımsızlık kutlamaları sırasında Yugoslav ordusunun havadan açtığı ateş sonucunda 62 vatandaşının hayatını kaybetmesiyle 10 Gün Savaşı başlıyor. Sonra Almanya ve Avusturya’nın desteğiyle tam olarak bağımsızlığına kavuşuyor. 2004 yılında Avrupa Birliğine girerek tam bir Avrupa şehri oluyor.

Otelimiz şehrin merkezinde olduğu için, soğuğa rağmen, otelin etrafındaki kısa gezintiler şehri tanımamıza yetiyor. Eski banka olarak müze haline getirilmiş binanın rengârenk motiflerini izleyerek meydana iniyoruz. Bir melek tarafından kutsanan prens heykelinin bulunduğu bu meydan, şehrin en önemli merkezi sayılıyor. Şehrin en eski kiliselerinden biri de burada… Yine bu meydanın ortasında küçük bir taş köprünün örttüğü nehir, kışın etkisiyle biraz solgun olsa da çevresindeki ağaçlarla baharda rengârenk olduğunun ipuçlarını veriyor. Hafta sonunda nehrin kenarında kurulan pazarlar şehri daha da canlandırıyor. Sebze, meyve ve bunların kurutulmuşlarından başka, ahşap malzemelerin de bulunduğu pazarda, özellikler farklı renklerde boyanmış ahşap oyuncaklar oldukça dikkate değer. Bu noktada, ülkenin Avrupa’nın en büyük ormanlarına sahip olmasının etkisi olsa gerek. Gerçekten cam asansörle şehri temaşa ederek çıktığımız kalede dolaşırken, kışa inat yemyeşil çamların tertemiz manzarası insanı bir ormanda bulunduğu vehmine düşürüyor. Bununla birlikte pazarın bir diğer ilginç malzemesi de Paskalya yumurtalarından farklı olarak siyah bir zemin üzerine renk renk desenlerin çizildiği yumurtaları… Pazar günü ise ülkenin dört bir yanından getirilen antika eşyaların oluşturduğu ‘bitpazarı’ kuruluyor.

Şehirde bisiklet kullanımı oldukça yaygın… Bunun için bisikletlere has yolları ve park alanlarını, hatta bisiklet resimli trafik ışıklarını her yerde görmek mümkün. Halkının bir başka ilginç özelliği de at etinden yapılmış yöresel köfteler yemeleri… Bizse bulduğumuz Türk lokantasında Türkiye özlemimizi gidererek gönül rahatlığı içinde karnımız doyuruyoruz.

Nehrin üzerini süsleyen pek çok köprü var. Bunlardan en dikkati çeken Üçüz Köprü, kütüphanesinden üniversitesine kadar şehrin asıl mimarı sayılan Plecnik tarafından yapılmış. Bir diğeri köşelerinde dört yeşil ejderha heykelinin bulunduğu Dragon Köprüsü… Köprünün süsü olan bu ejderhalar, aynı zamanda şehrin sembolü ve koruyucusu olarak kabul ediliyor. Bu inanç ise bir efsaneye dayanıyor: Efsaneye göre yüzyıllar önce bir bataklık olan şehirde sadece bu ejderha yaşar. Altın aramak için Sava nehrini takip eden Yunanlı bir prens, yolunu kaybederek Ljubljanica nehri kıyılarına gelir ve ejderhanın bulunduğu bataklığa kayığı saplanır. Kurtulmaya çalışırken ejderha ile karşılaşır ve onu öldürerek oraya yerleşir.

Gerçekten şehrin eski bir bataklık olduğunun izlerini görmek mümkün. Şehrin en yüksek tepesinde bulunan ve Ljubljana’yı tamamıyla seyredebileceğiniz kalenin asansörünün yapımı sırasında üç milyon yıl öncesine ait bataklık ormanı fosilleri bulunmuş.

Ljubljanica nehri, ‘Yedi Adlı nehir’ olarak da biliniyor. Bu şekilde adlandırılması, nehrin yedi bölgede toprak altına girip yeniden kaynaması ve çıktığı her yerde başka bir isimle anılmasıyla ilgili. Bu gizemli nehrin iki yakasında ağaçlarla ve kafelerle dolu yürüyüş yolları da yine ünlü mimarları Plecnik’ten hatıra…

Ljubljana da Saraybosna kadar kış soğuğunu yaşıyor. Ocak ayının son günlerinde orada bulunduğumuz için ‘kış kovucuların’ ilginç gösterilerine de şahit oluyoruz. Yerel kıyafetli bir çobanın öncülüğünde koyun ve köpek kostümleri giymiş bir grup, bellerine bağladıklar çanları çalarak şehirde geziniyorlar. Bu şekilde çıkardıkları seslerle, kışı kovarak baharın erken gelmesini sağladıklarına inandıkları bir geleneği canlandırıyorlar.

Müslüman nüfusun da bulunduğu şehirde henüz bir cami yok. Ancak cami yapım izninin alındığı müjdesini haber alıyoruz. Bir bahar mevsiminde şehri güzelliğini ve bu camii görmek umuduyla Ljubljanica ile vedalaşıyoruz.

(Berceste, Ekim 2009)