Biz Kosovalıyız (!)

Prizren’de akşam serinliğinde kaleye tırmanıyoruz. Yokuş aşağı neşe ile koşarak inen liseli gençler aralarında Türkçe konuşuyorlar. “Türk müsünüz? sorusuna yine gülerek cevap veriyorlar:


- Biz Kosovalıyız!

Burada Kosovalılık bilinci de “Arnavutuz” kimliği gibi yaygın, ya da yaygınlaşmaya başlamış. Bu, Arnavut çoğunluğun olduğu bir ülkede sıkı Arnavut milliyetçiliği yapan gruba karşı bir tepki mi? Asıl kimliğini – Türk, Arnavut, Boşnak, az da olsa Hırvat, (ya da (kimliğini saklayan) Sırp ve Roman) – unutan ya da önemsemeyen kozmopolitleşmeye doğru giden bir genç zihniyetin sonucu mu? (yaşlılarda bile böyle bir Kosovalılaşma durumu fark etmek mümkün) Ya da daha önemlisi ve belki doğrusu önce Tito eli ile komünizmin, şimdi de batının insanları “böl-parçala-yönet” prensibi ile yaptıkları kültürel çalışmanın, emperyalizmin bir sonucu mu? Hâlâ Orta Asya’da, Türkistan’da insanlarımızın “Biz Türküz” demediklerini, biz Kazakız, Özbekiz, Türkmeniz, Kırgızız”, Macarların “Türk değil Hunuz” dediklerini hatırlayınca….

Kosova’da Arnavut milliyetçiliği nasıl? Günün birinde Arnavutluk ile birleşir mi? Bu soru aklıma sık sık gelen sorulardan. Deniyor ki: “Bunu Kosova’da istemez, Batı’da. Burada Kosovalı olma bilinci giderek yayılıyor. Az sayıda sıkı Arnavut milliyetçisinin bunu istiyor olmasına rağmen, bu mümkün değil”.

Makedonya’da Arnavutların, Türk kızları ile evlendiğinde Türk kızlarının bir müddet sonra Arnavut kimliğine kaydığını (ya da erkeklerin baskısı ile kabullendiklerini) anlatmışlardı.

Burada da aynı durumun devam ettiğini müşahede etmek mümkün. Ana-babası Türk –Arnavut evliliği yapmış olan gençlerin de kendilerini “Arnavutuz” diye tanıttıklarını görmek sık müşahede edilen konulardan biri. Tarihçi olmadığım için bilmediğim bir durumu da burada öğreniyorum.: Arnavutlar, İslam’la şereflendikleri dönemin öncesinde Katolik imişler. “Ama hâlâ zaman zaman Katoliklik ruhunun tezahürlerini görmek mümkün” diyorlar. Priştina’nın tam göbeğindeki dev alana bir Katolik kilisesi, ruhban okulu vs… yapılıyor. Oysa burası, bu alan devlet tarafından Katolik kilisesine tahsis edilmeden önce bir okul imiş. Okul yıkılıp kilise için izin verilmiş. Oysa Kosova’da Katolik cemaat yok (Sırplar Ortodoks). Ama bu kilisenin karşısında cemaat (!) var: Çünkü katedralin karşısında üniversite var. Çünkü üniversitenin gençleri, eğer becerilebilirse gelecekte buranın cemaati olacaklar (?). Bu durum geçmişte Katolik olmanın getirdiği bir sempati mi? Tartışılması doğru mudur? Daimi düşman olan Ortodoks Sırplara karşı bir tepki mi? Yada ekonomik dengeler ve mecburiyetler dolayısı ile Batı’ya verilmiş, verilmek zorunda kalınmış bir taviz mi?

Şoförümüzün adı Edmond. Sordum: “Hıristiyan mısınız?” Tepki gösterdi: - Adım Katolik ama elhamdülillah Müslümanım.

Kosova bağımsızlığını nice ciddi mücadele, kan, sıkıntı sonrasında 17 Şubat 2008 de ilan etti. Resmi kayıtlara göre - tahmini olarak veriliyor – 2100.000 – 2.500.000 nüfuslu, 10.887 km2 yüzölçümlü, başkenti Priştina olan, % 88 i Arnavut ( %7 sırp, %5 diğer Türk, Roman, Goralı) %90 ı Müslüman olan, çok dilli bir ülke. Büyük yerleşim merkezleri Priştina (başkent), İpek, Prizren, Gilan, Mitroviça. Kişi başı gelirin 1900 dolar, okuma yazma oranının %94 olduğu, ama en dikkat çekici noktanın işsizlik oranının %43, nüfusun %50 sinin 25 yaş altı olduğu bir coğrafya.

Hükümette Kosova Demokratik Türk Partisi (KDTP) Başkanı Mahir Yağcılar, Çevre ve Alan Planlaması Başkanı olarak görev yapıyor. Geri dönüşler ve topluluklar Bakan Yardımcısı da KDTP’den. Ve ilginç ki bu son bakanlıkta bakan olan kişi de Sırp. Türklerin son seçimde (2007) aldıkları oy oranı %1.09, milletvekili sayısı 3 (2’si tahsisli). (Sırpların %0.58 milletvekili sayısı 10; Boşnakların % 1.59, milletvekili sayısı 5; Aşkali’lerin %60, milletvekili sayısı 3; Arnavutların %95,4, milletvekili sayısı 96…) Sırp bakan sayısı da 2. Bunlar düşündürücü rakamlar.

Türkiye’nin iki resmi kuruluşunun ortak projesi için, görevli olarak Kosova’ya gittim. Sıcak bir Mayıs zamanı idi. Uçaktan görülen manzara yemyeşil, köpük köpük görülen ormanlı dağlar, harika bir tabiat. Havaalanı küçücük. Bizim Anadolu’daki havaalanları gibi, ama uluslararası. Zaten burada iç hat da yok, başka bir havaalanı da. Tüm uçaklar dış ülkelerden Kosova’ya ya da Kosova’dan dış ülkelere gelip giden uçaklar. Gümrük muayenesi ise bavullar 3–4 tezgâhın üstüne açılıp incelenerek yapılıyor. Havaalanı dışında müşteri ayarlamaya çalışan taksiciler – Anadolu gibi- buram buram kokan işsizlik, tozlu yolar, her yerin aynı anda kazıldığı plansız bolca yol-asfalt köprü- kavşak inşaatı, küçük küçük köyler, iki katlı güzel evler ilk dikkat çekici görüntüler. Fabrikalar özelleşmiş, hayvancılık azalmış, şehre göç artmış. İşsizlik neredeyse %50 (%43 ). Tarım var, ama çok verimli değil. Herkesin evi varmış, ama bu gücü sağlayan Kosova dışında yaşayan 500.000 Kosovalı imiş. Aile bağları güçlü ve ekonomik durum kötü olunca, dışarıda çalışan Kosovalıların yardımı ile evlerini yapıyor, yaşayabiliyormuş. “Onların maddi desteği olmasa (diaspora desteği demek gerek) işimiz zor” diyorlar. Sanayi yok. Linyit yatakları çok zengin. Ama yabancılar (İngiliz-Fransız) işletiyor ve ülkeye ekonomik katkıları nedir(?) bilinmiyor. Ortalama maaş 250 milletvekili maaşı 800 Euro, ekmek 30 cent, elektrik, su pahalı, yiyecek ucuz. Ama bizim güneydoğu gibi vatandaşın %80 i elektrik-su parasını ödemiyormuş. “Zarar eden kurum da, elektrik ve suyu gündüz 11–17 arası kesiyor, herkes de bu yüzden jeneratör kullanıyor” diyorlar. Kosova’da büyük bir çimento fabrikası var. Ama ihtiyaca yetmediği için Makedonya’dan da alıyorlarmış. Ülkenin her yerinde inşaat var çünkü.

Görevlendirildiğimiz kuruluşun bürosundaki görüşmeden sonra ilk durağımız Sultan Murat Hüdavendigar’ın türbesi. 1389 da Priştina yakınında Kosova ovasında Bulgar, Sırp, Arnavut, Rum hatta Karaman Beyinin desteğini alan Balkan milletler koalisyonuna karşı yapılan muharebenin sonucu Türk’ün Balkanlara yerleşmesinin başlangıcı olur. Ve bu yerleşme 1912 ye kadar (500 yıl) sürer. Cennet mekân Sultan Murat Hüdavendigar 3. padişahtır, Orhan Gazi’nin oğludur, otuz yıl padişahlık yapmıştır. Otuz yılını da at üstünde geçirmiştir. Yorganı gökyüzü yastığı-yatağı toprak olmuştur. Ve çok sayıda evliyanın –erenin duasının kabulü gibi de peygamber efendimizin yaşında, 63 ünde ruhunu yüce yaradana şehit olarak teslim etmiştir. Ve şehit edildiği yere de defnedilmiştir. Burayı 1909 da Sultan Reşat ziyaret eder. Çünkü burası Balkanların kâbesi sayılmaktadır. Kosova ovasında kimi tarihçiye göre 20.000 kimisine göre 100.000 kişilik bir namaz kılınır. Sultan Murat’ın şehid edildiği gün, 1911’de “millî gün ilan edilsin” kararı alınır. Ancak önce Balkan, sonra 1. Dünya, sonra 2. Dünya savaşı çıkar. Ve takiben Tito’nun Komünist Yugoslavyası ve Bosna-Hersek savaşı… Umutlar bitmemişse, yine bir gün bu dilek gerçekleşir inşallah. Bu bir dilek değil, aslında vasiyettir de…

Türbe’de gelen-giden ziyaretçilerin dinlenmesi için bir de selamlık yaptırmıştır atalarımız. Burası şimdi müze olarak (restore) yenileniyor. Yenilemeyi yapan iç mimar odalardan birine gökyüzünü resmeden bir siyah perde gerdirmiştir. Diyor ki: “Amacım otuz yılını at üstünde geçiren, gökyüzünü yorgan yapan bir padişahı hatırlatmak gelenlere.” Selamlık ve türbe kiremit örtülü güzel bir taş duvarın içinde. Bahçe pırıl pırıl, yemyeşil, güllerle ve ağaçlarla çevrili. İnşaatı üstlenen Kayseri’li iş adamı ile konuştuk, tertemiz yüzlü bir insan:

—İhaleye katılan ilk firma 600.000 dolar dedi. İkinci firma 400.000 dolar. Ben de 100.000 dedim ve aldım. “Kaça çıktı” dedik. Henüz bitmemiş. Bir aylık işleri kalmış. “Henüz 160.000 “ dedi. “Cepten yediniz yani” diyoruz. Yanımdaki resmi görevli: “Burası çok huzurlu, evinizi buraya taşımayı düşünemediniz mi? “diyor. “Öteki dünyadaki mekânımız huzurlu olur inşallah diyerek gülümsüyor iş adamı.”

İçimden “Biz hâlâ ölmedik, ölmek de mümkün değil. Çok şikâyetimiz olsa da, insanımızın gönlü yüce, aklı başında ve tek başlarına iş yapmaya, ata toprağına hizmet etmeye devam ediyorlar ve edecekler de “ diye geçirdim, gözlerim yaşararak.

Gözlerimin nemi zaten kurumadı orada. Türbenin karşısında gövdesi ikiye ayrılmış dev ağacın serinliği karşısında, tezyinatlı mermer taşlı iki çok güzel kabir, türbedarların kabirleri, hizmette kusur etmeyen Kosovalı Türk hanım (Türbedar ailesinden), türbenin her yerinde saksılar içinde güzel çiçekler, camlardan süzülen ışıklar ve sessiz-huzur ile uzanmış Sultan Murat Hüdavendigar’ın kabri… Her şeyde hem huzur, hem hüzün vardı. Öğle ve şükür namazı sonrası duamız ona ve tüm şehitlere oldu.

Türbenin girişinde yerde iki adet Karabağ kilimi vardı. Nereden nereye. İki garip vatan parçasının kilim ile de olsa kavuşması ne güzel ve ilahi idi. Mutlu mu olmam gerekirdi, ağlamam mı(?) karar veremedim. Ama taş duvarla çevrili türbe alanından ayrılırken Kâbe’den Ravza’dan ayrılırken ki garip ve ağlamaklı halim gibiydim. Gözüm arkada, ruhum orada kaldı.

Bayraktar türbesine, yollar kazılı ve kapalı olduğu için gidemedik. (Gazi Mestan bölgesi). Şehirde Tito’nun yaptırdığı, Priştina’nın simgesi anıt ile Sultan Murat Camii’nin minaresi yan yana gökyüzüne uzanıyordu, biri zarafetle, biri beton anıt olarak. Fatih Camii’nde TİKA’nın restorasyonu devam ediyordu. Sıra Yaşar Paşa camisine gelecekti sonra. Etrafta Türk evleri görülüyordu. Akşamın serinliği çökmek üzereydi. Vitrinlerdeki nişan ve düğün kıyafetleri bizim bindallılarımız- üç eteklerimizdi. Bir yaşlı Arnavut etrafına yün doladığı beyaz keçe şapkası ile bastonuna dayanarak yürüyordu. Dükkânlarda –Anadolu gibi- hırdavatçılar, tenekeciler, çiçekçiler dükkân önüne dizdikleri malları toplamaya, kepenkleri örtmeye çalışıyorlardı. Bir dolu dükkânda ve önlerinde tahtadan oymalarla süslü bebek beşikleri satılıyordu ve çevreden “haydi haydi” sesleri geliyordu. Börekçilerin tabelasında “burekture” yazıyordu. Priştina’nın bu mahalleleri Osmanlı kokuyordu.

Burada Türk sevgisinin çok olduğu her vesile ile dile getiriliyor. Prizren’de çoğu aile Türkçe konuşmayı biliyor (ama bazı Arnavutlar konuşmamayı tercih ediyorlar). 1912’den sonra Türk’ün Kosova’ya ilk girişi TİKA ile olmuş. Yalnızca Türk’ün burada oluşu bile insanların gözlerini dolduruyor, İstanbul’da olan her türlü kültürel etkileşme (iyi yada kötü) burada örnek alınıyormuş (ne kadar dikkatli olmanın gerektiği gün gibi aşikâr). Gilan Belediyesi Başkanı, bir toplantıda bir yanına Türk (TİKA) temsilcisini, diğer yanına ABD’liyi oturtuyor. Türkiye-Almanya maçında, Almanya kazanınca, bunu sevinçle karşılayan birini, Yahya isimli genç dövüyor, şikâyet edilince de cesurca “evet dövdüm” diyebiliyor, Kosova’da 160 ABD’linin yaptığı işi, TİKA’da görevli iki yetkili ile Türkiye aynı oranda yapabiliyor. Bu başarıyı geçmişteki mirasımız sağlıyor ve bu mirasın da kolay kolay bitmeyeceği belirtiliyor.

Mehmet Akif Ersoy’un baba tarafında dedesi, Kosova’da bulunan İpek şehrine bağlı Suşitsa köyünden, Nurettin Ağa’dır. Ve Mehmet Akif de 1. Sultan Murat Hüdavendigar gibi 63 yaşında vefat eder. TİKA bu köyde Mehmet Akif adını verdikleri bir okulu onarmış ve törenle açmış (12.03.2009). Okula dokuz derslik ilavesi, araç gereç temini, bilgisayar laboratuarı ile birlikte.

TİKA Kosova’da Prizren’de TV kurmuş (Yeni Dönem TV). Bu Balkanlardaki Türkçe yayın yapan ilk TV. TV’den Arnavutça, Boşnakça ve Rumca da yayınlar yapılıyor.

Kosova’da Goralılar var. Goralılar kim (?) net değil. Sırp ya da Arnavut olduğunu iddia edenler varmış. Ancak taş üzerine yazılmış tarihî belgeler ile Türk olduklarının tescil edildiği de belirtiliyor. Makedonya’daki Torbeşlerin “biz Türküz” dedikleri gibi. Sayıları da 50–100.000 arası imiş. Vefa Bozacılarının da buradan geldiğini söylediler.

Osmanlı sarayının et ihtiyacı da Gora’nın merkezi Dragaş’dan sağlanırmış. Yani Güney Kosova, koyunları ile meşhurmuş. Savaş sırasında hayvancılık burada ölünce, işsizlikten insanlar da şehre göç etmeye başlayınca, TİKA desteği ile burada “Dragaş koyun yetiştiricileri birliği” kurulmuş ve elli aileye yirmişer koyun verilerek bir proje hayata geçirilmiş. Buraya bir de su deposu yapmış TİKA. Dragaş’ta su deposunun yanında iken uzaktan bir yaşlı adam, Türkçe konuşarak geliyor, soruyorlar, cevap veriyor: “Ben 1912 den beri sizi bekliyorum. Allah’a şükür geldiniz”.

Mamuşa burada tam bir Türk kasabası. Ben gidemedim, vakit darlığından dolayı. Burası tam statülü 5.000 nüfuslu bir belediye. TİKA burada da su deposu, Osmanlı mezarlığı çevre duvarı yapımı ve düzenlemesi gibi faaliyetlerde bulunuyor.

TİKA, 2009 Nisanın da “Arşiv Belgelerinde Kosova-Osmanlı İlişkileri Sempozyumu” düzenlemiş. Bunun anlamı “sizin tarihiniz bizim belgelerimizde duruyor, yazılı belge olarak” demek. Çok ses getirmiş, Kosovalı yetkililer en üst düzeyde bu toplantıya katılmış ve etkilenmiştir.

ABD hayranlığı çok fazla: Kosova’yı USA harfleri ile karıştırıp yapılan tablolar, amblemler, kahvehanelere İngilizce isim vermeler, Bill Clinton Caddesi… ABD gençleri havasındaki gençler, kılık-kıyafet-davranışlar… Oysa ABD burada sebepsiz asla olmaz. Hiçbir batı medeniyeti menfaatinin olmadığı yerde bulunmaz. ABD burada kurtarıcı gibi görülüyor ve öyle davranılıyor.

Biz orada iken ABD başkan yardımcısı Biden geldi. Tüm okullar tatil edilmişti. Çocukların hepsi ellerinde Kosova-ABD bayrağı ile caddelerde Biden’i karşıladı. Tüm Priştina’da yeni-temiz ABD bayrakları Kosova bayrakları ile yan yana asıldı ve tüm çocuklar ellerinde “USA+Kosova=Peace, Kosova loves USA, welcome to Kosova Mr. Biden, Thank You USA, welcome and thank you” yazısı ile yürüyüp, Biden’i alkışladılar. Ve yetkililer ona “özgürlüğün altın madalyasını” takdim ettiler.

Dini lider, en önemli ilk üç kişi arasında sayılıyormuş. Her yerde cami minaresi göz alıyor. Nadiren cemaatsiz kiliselerin siluetleri göze çarpsa da, Makedonya’daki tepelerin dağların üzerindeki devasa haçlar gibi, manzarayı bozmuyor. Kıyafetleri çok serbest, dekolte, dar olsa bile, aile bağlarının çok güçlü olduğu, dinden, taviz vermedikleri, yazılı olmayan geleneksel kanunları olduğu, ve bunların kayıtlarının tutulduğu ve korunduğu belirtiliyor. Evin en küçük oğlu evlendiğinde ana-baba ile otururmuş. Ancak bazı yöneticilerin uluslar arası toplantılarda İslam olduklarını sakladıkları da ayrı bir bilgi idi.

Vakit geldiğinde ezan birçok yerden aynı anda aks-i sedalar yaparak duyuluyor. Ama ezan öyle bizdeki gibi makamlı okunmuyor. Sabah ezanının arkasından sabahın alacakaranlığını bülbül sesleri dolduruyor, Priştina’da da, Prizren’de de.

Priştina’da, Kosova’nın tek üniversite ve Tıp Fakültesi var. (birkaç, ufak, özel, yabancıların kurduğu üniversite dışında). Fakülte binası oldukça eski. Yapıldığı yıllarda (1976–80) çok gelişmiş bir Fakülte olduğunu ama sonra çok geri kaldığını anlatıyorlar.

Teknoloji de, bina da, sistemde oldukça eski ve geri. Türkçe konuşan elemanlar, doktorlar var. TV’de “ben var yapmak” tarzında konuşturularak karikatürize edilen yabancıların Türkçe konuşmasını burada ilk kez bir Arnavut hemşireden duydum, ismi Elmas idi.

Hastanenin kadın hastalıkları –doğum kliniği faal çalışan, çok doğumun olduğu bir bölüm. Kanada, Lüksemburg’un, Kızılhaçın bağışladığı yardımlar var görünüyordu. Ancak reklamı-tabelası büyük, kendisi ortada görülmeyen yardımlar bunlar.

Sağlık sistemi ile ilgili sıkıntıların olduğu, teknik ve inşaat yardımından çok eğitim desteğine ihtiyaç duyulduğu, henüz bir sağlık sistemi olmadığı ama bunun için çalışmaların yapıldığı ve Türkiye’nin her açıdan desteğinin gerekli olduğu belirtiliyor. Aslında bu durum geri kalmış, özellikle de Müslüman ülkelerde, sistemin hatası olarak, belki de yanlış yönlendirme ile – çok adam, az iş, az maaş, kalitesiz hizmet ve devlet dışından kazanç elde etme düşüncesi ile –sık görülen bir durum.

Kosova’da da diğer işsizliğin yüksek olduğu ülkelerde olduğu gibi kahvehane (cafe…) çok, müşteri çok, sokaklar kalabalık.

Hastanenin önü de bizim hastaneler gibi: Pijama –terlik-yiyecek satıcıları (seyyar)…

Ve mesai erken bitiyor devlet dairelerinde.

Priştina da ne mi yenir? Yine Türklerin işlettiği, üst düzey bürokratların bile yemeğini yediği yer olan lokantalarda köfte. En çok da kaymaklı köfte (pleskaviça). Ve tadı kızılcık-böğürtlen’e benzeyen Borovnisa denen meyve suyu, cennet gibi Gırmia Vadisinde içilir.

Cuma günü, erkekler Cuma namazı kılarken, ben çevredeki mezarlıkta dolaştım biraz. Bolca yaban çiçek ve dağ güllerinin açtığı bir kırlık alanda yeni mezarlarda yapma-renkli çiçeklerden çelenkler ve kalp-yaprak-yelpaze şekilli- üstünde mevtanın fotoğrafı kazınmış kabirler vardı. Birinde de karı-koca dans ederken çekilmiş bir fotoğrafın mermere kazınmış baskısı…

Prizren: Türk şehri. Anadolu kokan şehir. İstanbul-Prizren kara yolu ile 12 saat, İstanbul-Elazığ=16 saat. Prizren bize o kadar yakın ve bizden.

Prizren yolu bir cennet. Alabildiğine yemyeşil orman, virajlı yollar, Şar dağının karlı başı (Türk’ün başından eksik olmayan kar gibi), ona dayanmış vadiler, ormanlarda şirin küçük köyler, sağda masmavi, yanında sapsarı, bitişiğinde kıpkırmızı gelincik ve çiçek tarlaları, solda beyaz ve morlar… Hafızaya kazınması, canlandırılması zor bir güzellik.

İlk durağımız Fatih’in namazgâhı. Yıl 1455. Restorasyonu yapılmış temiz bir park halinde. Bizi Parkın Türk bekçisi karşılıyor, başında Türk bayraklı şapka ile. Biz buruk bir şekilde ayrılırken de elleri ile önce hazır ola geçiyor, sonra eli ile asker selamı verip diyor ki: -Allah’a emanet olun, bizi de unutmayın.

Unutmak için ya kalpsiz, ya beyinsiz, yada satılmış olmak lazım. Bu bize yakışır mı?

Prizren’de ortada güzel, çağıldayarak akan Aknehir’in (Bistrica) üstünü güzel bir Osmanlı köprüsü süslüyor ( sel baskınında yıllar önce yıkılmış, ama aynı şekilde yeniden onarılmış).

Köprü ile ırmağın yanında TİKA’nın restore ettirdiği Sinan Paşa Camii, karşıda kale, Türk evlerinin resmi, tablo gibi görülüyor ve sayısız fotoğraf almak için uğraşmak bizi tatmin etmiyor, hep daha fazla daha fazla fotoğraf… Prizren’de sebil çeşmeli meydanlar, Arnavut kaldırımlı yollar, serin ağaç altları, birbiri ile su savaşı yapan bir çocuk kalabalığı, bize Türk kahvesi ısmarlayan Türk kahveci ve sevimli oğlu Furkan, önümüze düşüp yol gösteren Prizrenli fakir Türk köylüsü, Besimi restoranda yediğimiz nefis Prizren köftesi, bol şalvarlı başı tülbentli köylü kadın, yorgunluk atmak için içtiğimiz ince belli bardaktaki tavşankanı çayların lezzeti, yanındaki küçük limon dilimleri, Türk kahvesinin yanında su ikramı; kahvecinin sokağı, serinlesin diyerek sulaması…

Ve Prizren’de Türkçe konuşarak her şeyi yapabilir olmak….

Burası bizim ve inşallah öyle de kalır. Ama…

Su savaşı yapan genç okulluya sordum: Nedir bu kalabalık? Billur gibi bir Türkçe ile cevap veriyor: Okulların son günü. Su savaşı yapıyoruz eğlenmek için. Bu trediyşınıl (traditional) …
-“Ne demek traditional? Türkçesi ne?” Cevabı hatırlamıyor. Hatırlatıyorum:
-Geleneksel…! Gülerek –“Evet doğru” diyor. Biz buruk, o gaflette…
ABD, kültürü ile buraya giriyor ve kimsenin ruhu duymuyor…

Prizrenliler “mizanda bir kefeye Prizren’i, diğerine bütün Kosova’yı koysanız Prizren ağır basar” diyorlarmış. Prizren Kosova’nın kalbi. Osmanlı imparatorluğu döneminde de bir dönem Rumeli Beylerbeyliğinin merkezi olmuş. 200.000 nüfusu ile Prizren, Kosova’nın mutluluk şehri.

Kaledeyim. Çöp dolu ama yine de şahane. Tüm Prizren ayakaltında, karşıda Şar dağının devamında güneş batmaya hazırlanıyor. Vücudumdan buram buram yorgunluk ve ter tütüyor. Hafif bir rüzgâr çıktı, hem terimi kurutuyor hem ruhumu okşuyor. Aşağıda Osmanlı Türk’ünün muhteşem eseri, güzel gözlü taş köprünün altında nazlı nazlı ırmak akıyor. İçinde çöpler resmigeçit de yapsa, su hâlâ güzel bir türkü söylüyor. Ve su insana huzur veriyor. Tarihten gelen sesler, at nalları, atalarımın “hayda bire deli hasan…” naraları eşliğinde Rumeli uç beyleri oyun oynuyor. Aşağıdaki batı özentili gençler ileride rock mu oynar, halay mı çeker bilinmiyor. Ama umut hiç bitmiyor. Her yerde çocuk cıvıltısı:. Aşağıda caminin arkasındaki tarihî, beyaz - kahverengi pencereli iki katlı okulun Arnavut kaldırımlı bahçesinde sevinç çığlıkları atarak oynuyorlar. Gelecek onların omuzlarında yükselmeyi bekliyor.

Kiremit çatılar, camilerin havaya kalkmış zarif kolları -minareler- yemyeşil dağlar-bağlar ve mor dağların arkasından batmaya hazırlanan güneş “bekle” diyor. “Mevlam neylerse güzel eyler”.

Kaledeki KFOR (Kosova force) da görevli Türk subayı burayı, onun ve diğer subaylarımızın zaten beklediğini bize hatırlatıyor.

Ve Prizren’de en çok gül yetiştiriliyor. Anadolu’da, Türk’ün peygamber sevgisinin simgesi sayılan gül…

Aknehir’in yanında, şehrin kalbinde Sinan Paşa Camii var. Restorasyonu TİKA tarafından yapılıyor. Sinan Paşa Budin, Kars, Eğri, Erzurum ve 1600–1601 ile 1608 -1609 yıllarında Bosna Valiliği yapmış. 1608–1609 da başlayan inşaat 1615 de bitmiş. Kosova’da Mamuşa ile beraber Türkçe hutbe okunan vaaz verilen ikinci camii.

Sinan Paşa Camii’nin yenilenmesi sırasında kapısına bir yazı asılmış:: İlk insan hakları bildirgesi: 28.5.1463 de Fatih Sultan Mehmet tarafından yazılmış. Buradaki insanların her türlü hakkının muhafazası için… Ferman yeni bulunmuş. Aslı Bosna Hersek’teki Fojnica şehrinde Fransisken Katolik kilisesinde imiş. (Fransa’nın bildirgesinden 326, uluslararası İnsan Hakları bildirgesinden 485, Amerika kıtasının keşfinden 29 yıl önce!)

Camide de Yahudilerin altı köşeli yıldızı bir camda duruyor. Restorasyonda çalışan Türk genci anlatıyor: “-Bu yıldız Süleyman peygamberin yıldızı. İnsanları cinlerden koruduğuna inanılır. Aslında Yahudilerin değil, o zamandan beri tüm insanların koruyucu yıldızıdır ve Selçuklu-Osmanlı eserlerinde de o yüzden vardır.” Bilmediğim bir şeyi öğreniyorum.

Prizren’de bir halveti tekkesi var. İçinde bolca gül fidanı ve bolca gül kokusu. Ortadaki suları şırıldayan şadırvanın en üstündeki küçük havuzcuk içine pembe-kırmızı güller koparılıp koyulmuş. Hasan bey uyarıyor: “Gül kokulu su içmeyi unutma.” Haklıymış. Su hem gül kokuyor, hem gül tadı veriyor. Bahçedeki sessizliği yalnızca su şırıltısı ve kuş sesleri bozuyor. Bahçede Türkçe bilmeyen (yada konuşmayan) iki-üç mürit var. Genç-zayıf uzun boylu olanı bize türbeyi açtı, bana başımı örtmemi işaret etti. Türbeden önce kendisi, kapının yan duvarını öperek girdi. İçerisi sessizdi. Çıkarken bize dizimizi kırıp, sırtımızı dönmeden çıkmamız için işaret etti. Bahçede temiz, halı serili serin sedirler, süslü çeşmeler, su şırıltısı, kuğu başlı bir musluk, süslü bir kapı kolu, başında Arnavut keçe şapkası olan iki-üç mürit nöbet bekliyordu…

Yanı başındaki eski tarihî küçük cami, tekkeye kapı komşuluğu yapıyordu.

Kosova tekkeler diyarı bir ülke. Tekke en çok Yakova da imiş. (Bektaşi, Halveti, Rufai, Şazeli ve Melamilik…) İpek’de de tekkeler devam ediyormuş.

Melamiliğin bir meşrep gibi kabul edilmesinin daha uygun olduğu, merkezinin de Türkiye’de İzmir’de olduğunu anlattılar.

Yeniçerilerin yoldan çıkmasında tekkelerin rolünün olduğu ancak bu rolün, tekkelerin mi yeniçeri ocağına girip onların ayaklanma sürecini başlattıkları; yoksa yeniçerilerin mi yoldan çıktıktan sonra tekkelerde (özellikle Rumeli’de) sığınarak tekkeleri bozdukları ve bunun da belki Osmanlı’nın dağılma sürecine olumsuz etki yaptığı konusu tartışmalı idi ve benim bilgi ve ilgi alanım değildi. Ama tekkelerin Kosova için önemi, özellikle tekke ve Arnavut kavramlarının sıkı ilişkisi kesindi. Haluk Dursun “Nil’den Tuna’ya” kitabında Kosova’da medrese grubunu Arap ekolü, tekke grubunu İran ekolü tutmuş, Türkler ise sermayeden, daha doğrusu hâlâ Osmanlı mirasından yiyor” diyordu.

Tekkelerin Osmanlı ve Türk devletinin tarihî sürecinde etkili olduğu kesindi. Atatürk’ün tekke ve zaviyeleri kapatırken ki gerekçeleri, Tito’nun bektaşilere hiç dokunmadığını duyduktan sonra yeniden düşünmek gerekti herhalde.

Prizren’deki otelin sahibi Nevruz diyor ki: “Priştina’da kazan, Prizren’de yaşa; Yakova’dan cenazen kalksın”. Çünkü ölüm kime gelirse gelsin, Yakovalı her cenazeye katılırmış. Kalabalıkların duası ile uğurlanmak güzel. Burada islamın kuvvetini mi, tekkelerin etkisini mi düşünmek gerek?


Kosova Türkler için önemli bir bölge: Prizren’de Türkçe resmi dillerden biri. 23 Nisan resmi Türk bayramı (çocuk bayramı değil) günü.

Kosova’da Boşnaklar, Türk kuvvetlerinin geçeceği yerde, onları karşılamak istiyorlar. Ama geçecekleri gün belli değil. Aralarında anlaşıp gece-gündüz sırası ile nöbet tutuyorlar ve askerlerimiz geçerken haber salıp herkese, onları karşılıyor ve uğurluyorlar.

Gırmia vadisindeki bombalar ile yıkılmış, üzeri sayısız kurşun izi dolu binaları da diğer ülkelerin uçaklarının vurmayı beceremedikleri, ama Sırplara burayı ilk kalkışta binayı vuran Türklerin mezar yaptığını söylüyorlar.

Ve batı da bu sevgiden ve Türk’ün büyüklüğünden korkuyor. Korkmakta da haklı. Biz hâlâ büyüğüz.

TİKA’nın bürosunun olduğu sokakta çocuklar basketbol maçı yapıyorlar. Basketbol potası da binanın duvarına asılmış sepetsiz –filesiz bir tahta. Ve top dakika başı TİKA’nın bahçesine kaçıyor. İki metre boyundaki tercüman Bilerim (Prizren’li, annesi Türk, babası Arnavut) çocuklara kızıyor. “Bir daha kaçırırsanız, topunuzu patlatırım”. Çocuklar bahçe demirlerine abanmış, elleri ile Bilerim’e yalvarıyorlar, söz veriyorlar: “Bes a bes (sözüm söz)”
Burası Türkiye mi? Kosova mı?
Ne fark eder. Türk’ün eski yuvası.

Kosovalı kendine yapılanları ve dünyanın politika ve gidişini anlamalı!

Kosovalı bilinçlenmeli.

Ve Kosovalı ayağa kalkmalı. Avrupa içinde Bosna Hersek’le beraber yan yana, sırt sırta güç kazanmalı.

Ve Kosovalı (özellikle %95 i oluşturan Arnavutlar) tarihî belgelerin belirttiği “önce kavmiyet” fikrinden vazgeçip Balkanlardaki Müslüman birliğini Arnavutluk’la birlikte hayata geçirmeli.

—İnşallah fiilen, ama mutlaka ruhen.

(H) ayda bre Kosovalı, kalkasın ayağa!