Ömer Seyfettin’in Hikâyelerinde Kadın

8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısı ile
tüm Türk hanımlarına ithaf olunur.

Ömer Seyfettin ismi ilkokul hayatımızın başından itibaren hep var olan bir isimdi: Gönen, kahraman Türk, genç yaşta ölüm ve bir fotoğraf: Genç, ucu yukarı kalkık bıyıkları olan bir siyah - beyaz fotoğraf. Sonra onun 36 yaşında ölümünü ve 36 yıla 36 kitap sığdırdığını fark edince iş daha farklı hâle geldi. Ömrün her yılına adanmış (!?) bir kitap. O zamanın teknolojisinin yavaşlığına inat, en erken 18 yaşında kitap yazmaya başlanmış olsa bile, yılda iki kitap, üstelik de tartışmasız mükemmel hikâyeler, insan hafızasının almayacağı bir rakam idi ve benim ona olan hayranlık ve saygım daha da büyüdü.

Hikâyeler hep Türk’ü anlatıyordu: Cesur-mudarasız-zalim önünde eğilmeyen Türk (Pembe İncili Kaftan), vakur Türk (diyet), “Ata’nın emri Hakk’ın emridir” diyen ve boyun eğen Türk (Tosun Paşa), zeki Türk (Kütük)…

Hikâyelerde kadın unsuru ne kadar yer alıyordu? Bu soruyu Türk Yurdu’nun Mart 2009 sayısının Ömer Seyfettin anısına çıkacağı söylendiği zaman kendi kendime sordum. Türk erkeğinin portresini bu kadar mükemmel –kahramanca çizen bir yazar Türk kadını için acaba neler yazmıştı? Zihnimde çok az şey vardı oysa Ömer Seyfettin’in hikâyelerindeki “kadın”la ilgili: Bulgar kızının Türk zabitinin gözünün içine baka baka çapkınlık yapıp şarkı söylemesi ve ondan tek lüksü olan İstanbul kolonyasını hediye olarak alması. Ve söylediği şarkının nakaratı çocuk hafızamdan hiç çıkmamıştı: “Naş naş carıgrad naş: Olacak olacak İstanbul bizim olacak.” Hiç unutmamıştım bir Bulgar kızının kendi adına bu idealizmini ve benim saf zabitimin kahroluşunu. Bir de bir Türkle evlenen Alman kadının çalışkanlığı ve evde doğum yapmasını ve Yalnız Efe’yi. Hepsi buydu hatırladığım. Kafamda Ömer Seyfettin ve Türk kadını-kızı yoktu. Kitapları yeniden okuyup onu bulmayı arzu ettim.



Ömer Seyfettin’in Osmanlı imparatorluğunun şaşalı dönemine ait hikâyelerinde kadın unsuru hemen hemen hiç yoktu ve bahsedilen kadınların tamamına yakını Hıristiyan tebaya aitti ve kısa cümleler halinde bulunuyordu.

Testilerle şarap içen, coşan, yarı baygın, delikanlıların kucaklarında dolaşan ve dans eden kızlar (Topuz); şuh ve müheyyiç kadınlara has davranışlar gösteren anneler (Primo Türk Çocuğu); hain ve mavi gözleriyle kızdırılmış vahşi bir hayvan gibi Türklere bakan Bulgar kadını (Hürriyet Bayrakları) ifadeleri, Hıristiyan kadınlar için kullandığı ifadeler olarak yer alıyor. Primo Türk çocuğunda yabancı (İtalyan) kadınla olan evliliğini anlatan Türk, Ömer Seyfettin’in düşüncelerine ve O’nun yabancılarla evliliğe bakışını şöyle ifade ediyordu: “Şimdiye kadar neslinin düşmanı olan bu ecnebi kadınla, vatanının zaptı ve iflasını hoş ve muvafık gören bir garplı ile nasıl yaşamıştı, şaşırıyordu…” Oysa hikâyenin kahramanı, bir yabancı ile evliliğin, gelişmişliğin gereği olduğunu düşünmüş, ev ve çocuk yetiştirme düzeninde bütün iradeyi bir yabancı kadına vermekte sakınca görmemişti. Bu hikâye, giderek yabancı kadınla evliliğin arttığı hatta televizyonda bile yarışma programı ile teşvik edildiği bu dönemde çok önem kazanıyordu aslında. Bu yüzyılın başında yaşadığımız parçalanmanın altındaki kültür yozlaşmasının da bir ifadesi ve sebebi idi bu durum. Mevcut durumu düşününce, yeni bir parçalanışa gitme kâbusunu düşünmemek de mümkün görünmüyor.



Aile fertlerinden annesi ile ilgili çok hatıra anlatmasa da, Ömer Seyfettin’in şu cümlesi ona duyduğu büyük muhabbeti çok iyi anlatıyor: “Dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne prestij ettiğim bu vücud-ı muhterem…” (İlk namaz’dan). İlk namaza kaldıran, onu sevgiyle okşayan annesinden bahsettiği kelimeler saygı, hayranlık dolu: “Bir buse-i esir u hâr gibi alnımı okşayan nazik eli…/ nazik ince parmakları ile saçlarımı tarayarak…/ ... küçücük ben, onunla bir seccadede bir yavru samimiyet ve saadetiyle, o muazzez, hassas anne vücudunun yanında durdum; … gözlerinin nûşin ve nâfiz bir tebessümü ile…/ mühtez ve rakik sesi ile tilâvete başladı…/ … bu güzel sesi dinleyerek…/ … güzel ve asım çehresini görerek…/ … yavaş yavaş sallanan başının aheng-i hafif-i münacatını seyrederek; annemi bir meleğe benzetiyordum…/ annemin ince parmakları (ilk namaz’dan)…”



Annesi onun ilk eğitimini veren, ona okuma sevgisini aşılayan (Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin önüne oturtur, dersimi tekrar ettirir, sütümü içirirdi… And’dan) ilk namazını kıldıran kadındır ama onun başına gelenlerden bahsetmese de çileli biri olduğunu yalnızca şu ifade ile hissettirmeye çalışır:” … rüya dinlemek, tabir etmek merakında olan zavallı anneme…”.

İkinci saygı duyduğu kadın süt ninesidir ve ondan yalnızca Gizli Mabed’de bahseder: “gayet sofu ve gayet stoik, gayet muhafazakâr bir kadındır… kocasından kalan ufacık bir iratla rahat rahat geçinir… horozdan kaçan bir kadın değildi, fakat belki bir Hıristiyan’ın yanına çıkmak istemezdi…” Ancak çocukluk hocası büyük hoca için hatıraları sevimli değil: “Büyük Hoca dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu ihtiyar bunak bir kadındı. /… tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi…”



Onun tek kadın kahramanı vardır ve o’da Yalnız Efe’dir. Onun için tek bir kahramanlık ifadesi ya da cümlesi kullanmamıştır. Keza tek bir duygusal kelime-cümle kullanmadan anlattığı duygu dolu bir kadın efe hikâyesidir bu. Hikâyede yalnız efe, tek bir damla gözyaşı dökmeden hayattaki tek dayanağı olan babasının cenazesini, öldürüldüğü çiftlikten alır, defneder ve ortadan yok olur. Ve hain, zalim, mütecaviz kim varsa tek tek vurulur. Ne vuran bellidir, ne nasıl vurulduğu… Duygu, kahramanlık, yiğitlik ve dağdaki yalnız bir hayata rağmen eksiksiz ibadetle geçen bir hayatın, bu özellikleri belirten tek bir cümle bile kurulmadan, en mükemmel anlatıldığı tek hikâye herhalde budur edebiyat dünyasında. Ve tüm bu özellikleri yalnızca tek bir kelime ile özetlemiştir: Hikâyeye adını veren kelime “Yalnız Efe” .

Hikâyede yalnız efe hiç konuşmaz, onun ağzından tek kelime, cümle yazılmamıştır. Buna da gerek kalmamıştır. Ömer Seyfettin’in usta kalemi aracılığıyla sadece davranışları ile herşeyi söylemiştir Türk kızı: Vazifesini yapmış, adaletini yerine getirmiş, ölüm kaçınılmaz olunca nur’lara karışmıştır halkın dilinde. Yani Ömer Seyfettin gerçek Türk Kızını “nur” ile aynı yere getirip koymuştur.



İkinci kadın kahraman tipi takunyalı Fitnat’dır (Yuf Borusu). Aslında hikâyenin kahramanı (!) her devrin adamı bir devlet mensubudur. Ama bu kahraman anlatılırken aslında vurgulanmak istenen (bence) başka biridir. Fitnat farklı bir tiptir, içimizden biridir, doğruyu saklamayan, haksızlığa, suistimale dayanamayan, doğrucu davut, ama “feleğin çemberinden geçmiş biri”dir ve hayatımızda kesinlikle olması gereken bir karakteri gösterir. Çünkü bazılarının yüzüne, ne olduklarını söyleyebilecek, cesur-pervasız-mudarasız insanlara her dönemde ihtiyaç olacaktır.



Kadın ve annenin ne olduğunu anlattığı iki önemli hikâyesi vardır: Fon Sadriştayn’ın oğlu ve karısı. Hikâyeye “bir genç kız kahkahası kadar berrak, saf, aydınlık” havadan bahsederek başlar. Bu ifade havanın güzelliğini anlatan nadir mükemmellikte, çok harika, edebi bir cümledir. Aynı zamanda Ömer Seyfettin’in bir genç kızın kahkahasının da güzel bir ilkbahar havası gibi mutluluk, neşe, heyecan verici saflık, berraklık dolu olduğunu ifade ettiği, belki de onun, böyle bir kahkaha ile mutlu olunabileceğini anlatmak istediği bir cümledir. Belki de bir özlem… “Alman kadınının ne olduğunu siz bilmezsiniz. Bütün Almanya, bütün Almanlık, bütün Almanlığın zenginliği, Alman ordusunun kuvveti, Alman kadının eseridir… Almanya’nın yirmi milyon nüfusunu, yarım asırda altmış-yetmiş yapan Alman kadını beni de üç sene içinde otuzdan doksan beşe (kg) çıkardı… “diyerek başlıyor kıyaslamaya. Kitabın kahramanının dilinden ilk evlendiği Türk kızı için “gayet şık, gayet güzel Fransızca konuşur, piyano çalan bir kız… canlanmış, insan şekline girmiş bir şiir…” ifadesini kullanıyor, ama onun, açıkça yazmadan, Türk kızı karakterine muhalif yetiştirilmiş, ev işi bilmeyen, müsrif, tembel biri olduğunu belirtip eleştiriyordu. Aslında bu onun dilinden yalnızca zahiri bir durumun değerlendirmesi idi. Kendine anlatılan Alman kadının özellikleri ile kıyaslatılıp manevi dünyanın olmadığı bir maddi mutluluk kıyaslaması idi ve bunu itiraf etmek için, hikâyenin sonunu beklemişti. Ancak Alman düşüncesi ve yaşayış tarzı maddi de olsa, doğru gerçekler vardı ve göz ardı edilmemeliydi: … “Alman imparatoriçesinin bile iktisatlı, tutumlu, akıllı, çalışkan, faziletli olduğu… Alman kadının mes’udiyet makinesi, kat’i bir ilaç, bir derman, bir ab-ı hayat olduğu… para kazanmak erkeğin, kazanılan paranın içtima kuvvetini artırmak da kadının vazifesidir… bizde bankerler bile ayrı ahçı, ayrı hizmetçi tutmazlar…” düşünceleri de tanzimattan itibaren içimize yerleşmiş bir israf güvesinin olduğunu işaret ediyordu ve bir milletin kalkınması için manevi güce, maddi güç de mutlaka ilave edilmeliydi: “… karımın fikrince masraf varidata göre değil, ihtiyaca göre yapılırdı. Varidat artabilirdi, fakat varidatın artması masrafın çoğalması için mantıki sebep olmazdı; bir Türk’ün aylık varidatı yirmi beş lira iken otuz lira oldu mu hemen evini değiştirmeye, daha fazla bir hizmetçi tutmaya kalkar…” ifadesi gerçeği çok doğru yansıtıyordu. Bu ifadenin benzeri de şimdi halk arasında “Türk erkeğinin parası artınca önce arabasını, sonra eşini değiştirir, Türk kadınının parası artınca önce saçının rengini, sonra evinin eşyasını değiştirir…” şeklinde dolaşıyordu zaten. Yani Ömer Seyfettin’den bugüne değişen bir şey olmamıştı. Türk’ün karakterini değiştirme çabaları Tanzimattan sonra meyvesini vermeye başlamış ve devam da ediyordu. Ama evliliğin “intizamla, istirahat ve iktisat” olduğunu söyleyen Fon Sadriştay’nın arkasından gerçek düşüncesini ilave ediyordu: “Fon Sadriştayn'ın uzvî istirahatından, her anına mantıkla hesap karışan saadetinden, çamaşır yıkayan, yemek pişiren, tahta silen, kundura boyayan aşkından tiksiniyordum… müsrif, hesap bilmez, saz benizli, narin, şık bir kadınla borç içinde, manevi, maddi ıstıraplar içinde… tabiatın uyuşuk sükûnu karşısında sessiz, mahmur yaşamak daha tatlı değil miydi?.” diyor.

Şu düşünceye, tahmine varmaya çalışmak mümkün olabilirdi: Ömer Seyfettin aslında manevi dünyası dolu, benliği Türk olan, iktisadın değil maneviyatın hüküm sürdüğü, manevi dalgalarla dolu bir eşi (Türk kızını) ve evliliği daha doğru bulmuş, ama gerçekleştirememişti.

Sonraki hikâyede bu düşünceyi doğrulayan ifadeleri bu sefer Fon Sadriştayn’ın duyguları ile anlatıyordu: “Otuz seneye yakın kocası Türk olduğu halde, Türkiye’de yaşadığı halde oturduğu memleketin hiçbir şeyini bilmiyordu…”
“Bu büyük günden bana ne, sizin bayramınız bu!” diyordu Alman eş… “kendi onun bayramlarına bir nezaket olsun diye iştirak ederken, tatsız bir angarya ağırlığı duymuyor muydu?... Yirmi sekiz sene bir çatı altında beraber ihtiyarladıkları halde ruhları birbirine yabancıydı. Aralarında ummanların, karlı şahikaların ayırdığı geçilmez bir hudut var gibiydi… İhtiyarlayıp hastalandıkça, bu çorak buz çölü daha ziyade genişliyor, daha ziyade büyüyordu…” “ Vakasız geçen bir hayatın, tek tük hatıralarından…” cümlesi manevi hiçbir hazzın olmadığı bir ömrü – evliliği çok iyi tarif ediyordu.

Ömer Seyfettin bu hikâyede bir çocuğun Türk gibi yetişmesinin tek kaynağının anne olduğunu belirtiyordu. Hikâyedeki millî şairin ağzından “ben her şeyi annemden öğrendim. Annem beni dinî bir vecd içinde büyüttü. Şiirimde duyduğunuz lirizmin menbâı ondan aldığım dinî terbiyenin heyecanlarıdır. Şiirlerimi, hikâyelerimi, trajedilerimi evvela masal halinde ondan işittim. Onun halktan olan ruhu bana halk sevgisini, halk aşkını, nefhetti. Bundan dolayıdır ki, kafiyelerim halkın tabirleri, musikim halkın dilindeki ahenktir..." dedirtiyordu.
“Turan'ın her tarafından onu selamlamak için heyetler gelmişti. Kâşgar'dan, Buhara'dan, Fargane'den, Hıyve'den, Altay şehirlerinden, her yerden, her yerden...” derken, iyi Türk annelerinin yetiştirdiği ortak Türk şairlerine, devlet adamlarına duyulan hasreti de dile getiriyordu.

Aslında burada hikâyede bahsedilen millî şair, Ömer Seyfettin’in kendisi mi idi? “Ben her şeyi annemden öğrendim. Annem beni dini bir vecd içinde büyüttü. Şiirlerimde duyduğunuz lirizmin menbai ondan aldığım dini terbiyenin heyecanlarıdır. Şiirlerimi, hikâyelerimi, trajedilerimi evvela masal halinde ondan öğrendim…” derken ve yazdığı hikâyeleri hatırlayınca, bu üstü kapalı anlatılan millî şair kendisi, ilk eşinden ayrılmış (Fon Sadriştayn’dan) ve yeniden evlenip millî şairi doğurup yetiştiren, manevi dünyası dopdolu kadın annesini mi temsil ediyordu? Aslında kendini millî şair olarak öne çıkaracak bir düşünce yapısına sahip olmayacak kadar sade bir hayatı olmuştu onun. Ama bu onun belki özlemi, belki annesinin şahsında millî anne, mili ruh, ve millî şaire duyulan hasretti.

Ve Ömer Seyfettin Türk kadını-annesi için çok öz şu cümleleri söyletiyordu kahramanına: “…bu yaratıcı ruhu ona veren annesi ne ulvi, ne mükemmel bir kadındı”. Alman karısı için “fedakârdı, namusluydu, muktesitti, çalışkandı, ciddiydi…” diyor ama, yetmediğini, yetişen oğlunu görünce anlıyordu. Çünkü bu yabancı kadında ruh yoktu, oğluna ruh verememişti ve oğlu riyakâr, menfaatçi, ailesinin parasını zimmetine geçiren bir hırsız, azimsiz, hodkâm, müsrif, tembel, karaktersiz bir serseriydi. “Kendi ve Alman annesi gibi, iki ziyadan karanlık hâsıl olması gibi annesinin, babasının milliyetlerindeki faziletler de sanki onda birleşince bir fezahat haline geçmişti.”

“Her dahi gibi onu da annesi yaratmıştı” “koca bir millete halaskâr yapacak kadar millî bir terbiye veren bu kadın acaba nasıl bir vücuttu?” “… “faydalı”dan başka her şeye düşman bir annenin-eşi

Hikâyenin sonunda, millî şairi yetiştiren büyük annenin kim olduğunu merak eden ve hikâyedeki bu ulu kadını evinde ziyaret eden Fon Sadriştayn, onun, müsrif diye boşadığı ilk eşi olduğunu gördüğü zaman zahiri ve manevi dünyaları anlayamamasının, ayırt edememenin, geç kalmış olmanın verdiği ıstırabı tarif bile edemiyordu ve bize hikâyenin başına dönüp şu cümleyi yeniden okumak görevi düşüyordu: “Fon Sadriştayn’ın uzvî istirahatinden, her anına mantıkla hesap karışan saadetinden… aşkından tiksiniyordum,… borç içinde, manevi- maddi ıstıraplar içinde… tabiatın uyuşuk sükûnu içinde… yaşamak daha tatlı değil miydi?” Ve Ömer Seyfettin’e göre evlilik yalnızca manevi değerler için yapılmalıydı ve “millî evlatlar” yetiştirilmeliydi.

… Ömer Seyfettin, geçmiş ve zamane kadınını da bir nine-torun konuşmasında kıyaslamayı da ihmal etmiyor (Bahar ve Kelebekler). Bu kıyaslamalar, her dönemde, her kesim ve düşünce akımı tarafından zaten yapılacak ve geçmişe olan özlem hep devam edecek. Buna modern ismi ile “nostalji” dense de aslında kıyaslamalar, genelleme yapılacak olursa, dünyanın fikir-idealler-hayata bakış tarzı açısından giderek olumsuz bir şekle gittiğini düşündürüyor. Bu belki de insanoğlunun, yaş ilerledikçe ve çevresindeki ölümler, tanıdık kayıpları arttıkça, yalnızlık duygusu ziyadeleştikçe içinde yoğunlaşan hüzün duygusunun bir yansıması. “Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı? Türk kadınları asla sevinçten, saadetten mahrum değiller. Sevinç ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz, siz (zamane) kadınlar…/ siz bozuldunuz…/ siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz…” sözleri ile başlıyordu nine torunu ile konuşurken. “Bizler de okurduk, kibar ve zengin efendiler kızlarına farisi öğretir, cami dersi gösterirlerdi… Fuzuli’nin, Baki’nin gazellerini ezberlerdik. Mesnevi’yi anlardık. Mükemmel seciler, kafiyeler yapar, kocalarımıza müşaare eder, hafızamıza, zekâmıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih, fazıla, edibe, şaire, akıle..." idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanımızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikatten, sevinçten ve saadetten mahrum kalıyorsunuz… At elinden o kitabı!”. Bu sözler sanki 1900’lerin başında değil, şimdi söylenmiş gibi yerine oturuyor. Yani değişen bir şey hâlâ yok.

Torunun cevabı da çok manidardı: “Peki… bu kitabı atayım, okumayayım. Sonra bize müebbed ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde, bu sıkı mevkufiyetin, yalnızlığı içinde çıldırayım mı? ...”

Yaklaşık 100 yıldır (belki daha fazla) Türk kadınına, evi-yuvası hapishane gibi gösterilerek, Türk, manevi dünyasını kurduğu bu yuvadan, evinden, uzaklaştırılmaya çalışıyordu.

Nine düşünüyordu geçmişi: “seksen sene evvel… ayrı bir kadınlar alemi vardı, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiri ile görüşür, konuşurdu…/ moda yoktu…/ annelerin esvaplarını kızlar giyer, ninelerinin mücevherlerini torunlar takardı… Hiç aralarında çirkin yani hastalıklı, zayıf yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibdâ ederlerdi. Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantanlar, bekârhaneler, bütün bu Türk erkeklerini, eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahallesi yoktu. … Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden, manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir şey yok… Alafrangalık, bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyalarımızı, esvaplarımızı değiştirirken, ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. An’anelerimiz öldü. Saadet uzak bir hayale yetişilmez bir hülyaya inkılâp etti. Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil… Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta, tedavisi imkân haricinde bir nesil…”

Bu sözlerin kelimelerinde biraz sadeleştirme yapıldığı zaman ortaya çıkan tablo hep aynı idi: “Batı cephesinde yeni bir şey yok (!).”

Bu hikâye aslında bir sosyal –felsefi değerlendirme yazısı idi, eski-yeni Türk kadının dünyasını değerlendirmede. Ve 100 yıldır aynı oyun, aynı sahnede oynanıyordu. Seyircisi hep vardı. Ama seyirciler, oyundan çıkıp eve gidince yalnızca uyumayı tercih ediyorlardı.

Şu soru önemli bir soru olarak yerini alıyordu hikâyede de, bizim hayatımızda da. “Eski Türk kadınlığının itikatları, yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti?”



Ömer Seyfettin Türk kadını-kızı için bunlara rağmen, tüm hikâyeler ile kıyaslayınca aslında az yazmıştı. Bunda evli olmayışının etkisi var mıydı? Genç bir ölümdü onun ki. Şeker hastalığı dolayısı ile vefat ettiği tahmin ediliyordu. Doktor gözüyle düşününce 36 yaşındaki şeker hastalığının tip 1 diabet olabileceğini, bunun ağır sekellerinin olabileceğini, çünkü o dönemde fark edilmiş olsa bile, tedavinin yapılamayacağını, insülinin tedaviye girişinin 1920’li yıllar olduğunu, yaygın kullanımı için epey bir zaman geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Ağır sağlık problemlerinin olduğunu, ama sebebini bilemeyen Ömer Seyfettin’in bu yüzden evlenmek fikrini aklına bile getirmediğini düşünmek mümkün. Ama beyni çok dolu, memleket meselesi ile çok meşgul çok sayıda değerli ilim – fikir adamının da evlenmediği de diğer bir gerçek. (Ömer Seyfettin’in yalnızca bir edebiyatçı olmadığını, aslında her hikâye ile çok şey anlatmak istediğini ve fikir adamı gibi kabul edilebileceğini düşünüyorum şahsım adına).

Ömer Seyfettin evliliği düşünmediği için mi hep önünde “ Yüce Türk” erkeği kavramı vardı? Türk kadını hayatının içinde az bir yere oturdu. Hayat, Türk kadının özelliklerini anlatan yazı ve hikâyelere sıra gelmeyecek kadar hızlı ve kısa mı idi? Ya da Türk erkeğini bu kadar mükemmel ve yüce konumuna oturtan bir yazar, Türk kadınının özelliklerini anlatacak hikâye ve yazıların onu anlatmaya yetmeyeceğini, onun iffet-zekâ- haysiyet, gurur, kahramanlıklarını bir tül perde arkasında mahrem tutmanın daha doğru olduğunu mu düşünmüştü, bilmiyoruz. Ama belki de O’nu (Türk kadınını) az da olsa anlattığı Hıristiyan ve Türk olmayan kadın portreleri ile hafızalarda kıyaslatarak işi okuyucuya bırakmayı ve hayal kurdurmayı tercih etmişti.

Bunu bilmiyoruz, bilmek de mümkün olmayacak. Ama o’nun “And” hikâyesindeki son paragrafının unutulmayacak bir paragraf olduğunu biliyoruz: “…/ ve kavmiyetimizden, hadsi (intuitif) Türklükten uzaklaştıkça, daha müteaffin derinliklere yuvar¬landığımız karanlık uçurumun, bu ahlâksızlık ve bozukluk, vefasızlık ve hodkâmlık, adilik ve miskinlik cehenneminin dibinde meyus ve şartlanmış, kıvranırken, saf ve nurdan mazi, kaybolmuş bir cennetin, hakikatten uzak bir serabı halinde kar¬şımda açılır…”



Allahın rahmeti üstüne olsun.