TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Şehadetin Yoğurduğu Bir Millet

“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır

Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır!”

 

Bayrağı bayrak, toprağı vatan, milleti millet yapan, uğurlarında ölen kahramanlardır!

 

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı!”

 

Çünkü bu milleti ebedî yapan, vatan topraklarının altındaki şehit kanlarıdır!

 

Şimdi bu vatanın sınırlarını çizebilir misin, bana kaleminle? Orta Asya bozkırlarından Kerkük’e, Hazar’dan Viyana’ya kadar her bir karışı şehitlerimizin kanıyla sulanmış bu toprakları yüreğine sığdırabilir misin? At kişnemeleriyle kılıç şakırtılarının karıştığı, kan kırmızısından silah seslerinin yankılandığı bu yerlerde, onca şehadetin kulaklarına dolmasına cesaretin yeter mi? Binlerce kahraman yiğidin bu vatan için can verdiğini bilirken, duyarken, okurken… Rahatça yattığın yerde hiç mi utanmaz sıkılmazsın da kalkmaya yeltenmezsin? Bu vatan topraklarının her bir taşı, toprağı, al bayrağı… Hâlâ derin uykundan uyandırmaya yetmiyor mu seni?

 

Yıl 640. Çinli’nin Türk’ü esaret altına alabileceğini sanmasıyla başladı her şey. Fırtına kopmuştu. Bumin Kağan’ın torunu Kür Şad en öndeydi, arkada ise kırk çerisi. Kırkların başı Kür Şad’ın diriliş destanını yazdığı gece, yüz binlerce Çinlinin ölüm gecesiydi. Bu gece, Türk’e ezelden ebede kadar esaret zincirinin vurulamayacağının deliliydi.

 

Ve alacakaranlık… Vey Irmağı kenarında Kür Şad ve dokuz çerisi, dokuz bin Çin atlısına karşı. Duyulan son ses, Kür Şad’ın atının kişnemesiydi. Güneşin ilk ışıkları, Kür Şad’ın kılıcını parlattı, kızıla dönmüş ırmağı aydınlattı. Vey Irmağı’nın suyunu kızıl akıtan Kür Şad’ın kanıydı!

 

“Kim derdi Kürşad, kemikle etti,

O bir kişi değil, O bir devletti.

Bayraktı, vatandı, bir özge candı.

Tepeden tırnağa kıpkızıl kandı!”

 

Süphan Dağı’nın üzerinden hilalin kıskacında bir ordu görünüyordu şimdi. Romen Diyojen’in mağrur bakışları pişmanlığa dönüyordu. Sultan Alparslan ise her zamanki gibi kendinden emin… Az önce secdede olan başıyla Bizans ordusuna karşı kahramanca dövüşüyordu. 1071 senesinin Ağustos ayı. Tarih, Türklerin zaferini yazıyordu. Malazgirt, Anadolu kilidinin açıldığını müjdeliyordu.

 

Bir yılın ardından Sultan Alparslan, şehadet şerbetini içecekti. Savaş meydanlarının deviremediği bu yiğit sultan, hain bir hançerle şehit edilecekti.

 

“Yiğitler kan döker, bayrak solmaya,

Anadolu başlar, vatan olmaya...

Kızılelma'ya hey... Kızılelma'ya!

En güzel marşını vurmada mehter

Ya Allah... Bismillah... Allahuekber!”

 

Balkanlar, karış karış İlayı Kelimetullah davasına gönül vermiş bir imparatorluğun topraklarına katılıyordu. 1389 senesi. Kin ve zulümle saltanatlarını sürdüren Balkan devletleri, Türk’ün ilerleyişini, âleme nizam verişini yine sindiremeyecek ve devasa bir Haçlı birliği kuracaktı. Sırp, Bulgar, Arnavut, Macar ve daha onlarcası, Murad Hüdavendigâr’ın sayıca yarısı olan ordusuna karşı! Ancak Osmanlı ordusu fedakârlık, cesaret ve kabiliyet bakımından Haçlıların bin katı! Kosova, o gün hem Osmanlı’nın zaferini hem de savaş meydanında şehit düşmüş bir padişahın bedenini kucaklamıştı. Ömrü boyunca mağlubiyet nedir bilmeyen Sultan I. Murad, kahraman şahsiyetiyle artık yüreklerde yaşayacaktı.

 

“Mehter vuruyor tarihin aksetmede yâdı

Andık yine, Fatih’le, Süleyman’ı, Murad’ı…

Kös sesleri sarsın bütün İstanbul’u yer yer!

Geçsin önümüzden, koca gazi ve şehitler.”

 

28 Mayıs gecesi. Bir kahramanın gözleri ayın ışığında parlıyordu. Şehit olmak için dua ediyordu, Ulubatlı. Yıllardır Türk’ün sancağına kavuşacak olmanın özlemiyle yanan Konstantiniyye burçları, bu gece onu çağırıyordu. Peygamber Efendimizin övgüsüne mazhar olmayı istiyordu Hasan. O burçlara bayrağı kendi elleriyle dikmekti arzusu.

 

Onlarca ok… Bizans askerleri Hasan’ı ok yağmuruna tutmuşlardı. Fakat değil onlarca ok, on binlerce ok yetmezdi onun sımsıkı tuttuğu bayrağı bırakmasına. O bayrak ki alında, Kür Şad ve kırk çerisinin, Sultan Alparslan’ın, ecdadın kanı, akında ise milletimizin tarihten gelen ruhu vardı. Nasıl bırakırdı? Yiğitlik dediğinin bedenle ilgisi mi vardı? Yürekten doğmaz mıydı? İşte bu yürek ve cesaretle şehit olmuştu Ulubatlı Hasan! O, şimdi, yeni ve daim adıyla “İstanbul”un burçlarında bayraktı…

 

“Delikanlım, işaret aldığın gün atandan;

Yürüyeceksin, millet yürüyecek arkandan

Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan!

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

 

“Süngü tak!”… Conkbayırı’nda yankılanan ses Mustafa Kemal’indi. “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” diye haykırdı. Artık cephane bitmiş, ölmeye hazır neferlerin elinde sadece süngüleri kalmıştı. Karşılarında ise yedi düvel vardı! Tarih boyu yaptıkları, yapacakları zulümlere engel olan Türklerden belli ki intikam alacaklarını sanıyorlardı. Fakat Türk’ün birliğinin sembolü olan Türk Ocaklarını kuran ruh, düşmanı Çanakkale’ye sokmayacaktı.

 

Yıl 1915. Pütürgeli Bilâl, Yozgatlı Kınalı Murat, Ezineli Yahya Çavuş, Konyalı Mıstık ve yüz binlerce şehit, Çanakkale’de bir var oluş destanı yazdı!

 

“Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...

Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.”

 

“Vurun arslanlarım, koman yiğitlerim!” Şahin Bey’in gür sesi, silah seslerini bastırmıştı. Anadolu’yu aç kalmış sırtlanlar gibi paylaşmaya ant içmiş İtilaf Devletleri, Antep’i Fransızlara vermişti. Fakat bu kahraman şehir, düşman çizmesinin mübarek şehit kanını çiğnememesi için canını vermeye hazırdı. Şahin Bey’in önderliğinde teşkilatlanan Antep, Elmalı Köprüsü’nde Fransız takviye kuvvetlerini darmadağın etmişti. Dört gün süren çatışmanın sonlarına doğru cephane tükenmiş, 18 kahraman asker kalmıştı. “Müsterih olunuz. Düşman arabaları cesedimi çiğnemeden Antep'e giremez!” diye devam etti Şahin Bey. Son kurşununu atmadan gitmeye niyeti yoktu.

 

28 Mart 1920. Son kurşun. Süngüsüyle çıktı düşmanın karşısına, yumrukları sımsıkıydı. Tek bir düşman askeri cesaret edemedi bu Şahin bakışların karşısında durmaya! Saklandıkları taşların arkasından ateş dolu gözlerine bakamayarak şehit ettiler onu.

 

“Bu kaçıncı kurşundur, bu kaçıncı Bismillâh;

Bu kaçıncı ölüdür?

Bir türkü söylenir siperlerde her sabah;

Vurun Antepliler namus günüdür!

Ben Antepliyim Şahin’im ağam,

Mavzer omzuma yük

Ben yumruklarımla dövüşeceğim;

Yumruklarım memleket kadar büyük!”

 

Çeğen Tepesi’nden duyulan silah sesleri… Tozu dumana katan çatışmada en önde giden Türk’ün, Türkistan’ın ümidi, Enver Paşa… Kırk askeriyle birlikte gözlerinde korkunun en ufak kırıntısı olmadan doludizgin düşman askerlerine doğru koşan bu kahraman, şüphesiz yüreğinde vatan aşkından daha üstün bir şeye daha yer vermemişti. Tek bir Türk’ün kanının aktığı toprağı dahi vatan kabul etmiş, her Türk’ü kendi kardeşinden farksız bilmişti. Türk’ün şanlı tarihinin ilk sayfalarındaki “kırk çerinin” ruhunu taşıyan bu korkusuz yüreklerin karşısında, Rus mitralyözleri teslim olmak zorunda kalmıştı. Teslim olmayan mitralyöze doğru atını süren Enver Paşa’yı, kalbine isabet ettirdikleri kurşunla şehit ettiler.

 

4 Ağustos 1922. Şehit Enver Paşa Türkistan topraklarında bir destan yazdı.

“Türk oğluyum ben ölmek isterim!

Toprak diken olsa yatağım yerim

Allah'ından utansın dönenler geri

Yaşa Kahraman Enver Paşa, yaşa!

Adın yazılacak mücevher taşa…”

 

 

“Son bir arzun?”… Gardiyanın bu düz ve soğuk sorusunu Ali, gülerek karşıladı. Bu cevap, gardiyanı iyiden iyiye sinirlendirmişti. “Arzunu sordum, sen gülüyorsun!” Ali, çakmak çakmak yanan gözlerini gardiyana dikti. Tebessümü sanki başka bir diyardandı. Bir idam mahkûmunu bu kadar huzurlu yapan ne olabilirdi? Bu yüz ifadesi, gardiyanı baştan ayağa ürpertti. Az önceki sinirli ifadesi, tedirgin bir hâl almıştı. “Beni öldü bileceklere gülüyorum!” diye haykırdı Ali. “Temizim, pakım, Allah’ıma kavuşuyorum. Daha ne isteyeceğim, hazırım ben!”

 

Ezelden ebede müjde taşıyan bir ülküye gönül vermişti o. Öyle bir ülkü ki, Dede Korkutların, Ahmet Yesevîlerin, Şeyh Edebalilerin, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaş Velilerin yaktığı ateştendi. Ali, üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe Türk’ün ilini ve töresini kimsenin bozamayacağını bilenlerdendi. Mücadelesi bu yüzdendi. Şimdi ise ülküden, mücadeleden, şereften bihaber gafillerin adalet(!) anlayışına kurban gidiyordu.

 

Koluna girmek için bekleyen görevlilere bakmadan doğruca idam sehpasına yürüdü. İpi boynuna kendi elleriyle geçirdi. Yüzünde yine o gülümseme vardı, dudaklarında ise Ayete’l Kürsi.

 

13 Ağustos 1982. Sabaha karşı, gökleri Ali Bülent Orkan’ın şehadeti titretti.

 

“Amin desin hep birden yiğitler

Allahu ekber gökten şehitler

Amin! Amin! Allahu ekber”

 

 

Yıl 1984. Genç Türk Devleti’nden parça koparamayacağını anlayan düşman, hep yaptığı gibi Türk’ün vatanına ayrılık tohumları ekmeyi planlıyordu. Siirt’in Eruh ilçesi. İlk PKK baskını, ilk ihanet. Ve toprağa düşen ilk kanın sahibi: Süleyman Aydın! PKK’nın şehit ettiği binlerce kınalı kuzudan ilkiydi. Ve yüzlerce yıllık komşuların, akrabaların arasından koparılan iplerin ilk kurbanı. Askerî karakolun kapısında nöbet bekleyen bir vatan kahramanı!

 

“Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!

Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”

 

 

“Baş üstüne komutanım, hakkım helal olsun. Siz de helal edin.” Telefonu kapattı Ömer. Daha çocukluğunda kardeşlerine ve ailesine destek olmak için canını dişine takmış, hem okumuş hem çobanlık yapmıştı. Ailesinin kahramanıydı. Şimdiyse yıllardır bu milletin kınalı kuzularını şehit eden kanlı terör örgütü PKK’ya kan kusturan Bordo Bereliler ile birlikteydi. Özel Kuvvetler Komutanı’nın koruma astsubayıydı. Her koşulda canını bu vatan için seve seve vereceğini söyler, tüm tümen onu yiğitliğiyle tanırdı.

 

15 Temmuz 2016. Tarih yine tekerrür ediyor; Çanakkale’yi geçemeyen yedi düvel, bu kez Anadolu’nun bağrından sızmaya çalışıyordu. Akşam karanlığı iyice bastırmıştı. Ömer, silahını kontrol etti. Birazdan ihanetin kara yüzleriyle karşı karşıya gelecek ve bu vatanı korumak için ne gerekiyorsa onu yapacaktı.

 

Silahını kaldırır kaldırmaz kulaklarında şu iki mısra yankılandı:

 

“Tükürün milleti alçakça vuran darbelere

Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!”

 

İki el ateş etti. Hainlerin komutanını alnından vurmuş, emanet edilen Özel Kuvvetler Komutanlığını, bu vatanı kurtarmıştı Ömer Halisdemir. Otuz el silah sesi duyuldu hemen sonra…

 

“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.”

 

Her şey silindi çevresinden, hiçbir şey hissetmiyordu. Şaşkınca çevresine bakınırken sağ tarafında Kür Şad ve kırk çerisini gördü. Sol yanında ise Sultan Alparslan ile birlikte Sultan Murad bekliyordu. Ona doğru gelen üç yiğit vardı şimdi. Ortadaki Ulubatlı Hasan’dı, kucağında al bayrak vardı. Hasan’ın iki yanında Enver Paşa ve Şahin Bey… Üçü de al bayrağı üç kere öpüp alınlarına koydular. Ardından Ömer’in omuzlarına sarıldılar. Şimdi karşılarında kocaman bir ordu onları karşılıyordu. Şehitler ordusu… En önde ise Peygamber Efendimizin Sancağı dalgalanıyordu.

 

“Ey Şehîd oğlu Şehîd, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber!”