TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

YAZGI Oğulmaya Semizâde Saparova

ÇEVİREN: İmdat Avşar

Herat’ın dört bir yanını kuşatan yüksek dağların tepesindeki ala karlar; eriyen kar sularıyla dağların göğsünden şırıl şırıl akıp gelen küçük dereler; aşağıda, dağlardan gelen kar suları ile kabaran Herirudun ırmağı; sert geçen kışın ayazına dayanamayarak yapraklarını çoktan dökmüş çıplak ağaçların yeniden tomurcuklanan dalları; şehrin sokaklarında dolaşan erkeklerin başlarına bürüdükleri kalın kadife örtüleri, başlarından çıkarıp boyunlarına atmaları... Bunların hepsi Herat’a gelen ilkbaharın işaretleriydi.

Bahar gelse de, ocaklar hala yanıyor, kümbet damlı kerpiç evlerin bacasından kıvrıla kıvrıla çıkan boz dumanlar, gökyüzüne doğru yükselip dağılıyordu. Evlerin fazla güneş görmeyen kuzey taraflarında kalan kar kürtükleri tamamen erimemişti. Geceleri donup, gündüzleri eriyen asfaltın karasını dahi hiç görmemiş daracık, tozlu sokaklar, diz boyu çamurdu. Şalvarlarını dizkapağına doğru çemreyerek gelip geçen erkekler ve kara çarşaflarını topuğuna kadar dahi çemremeye korkan, çekinen kadınlar çamurlara batarak bu sokaklardan çıkıp şehir merkezine gidiyorlardı…

Şehrin batı tarafındaki Baraman Mahallesi’nin daracık, çamurlu sokaklarının birinden çıkan kara çarşaflı bir kadın, başını öne eğip şehrin her yerinden görünen Dört Minare‘ye doğru yavaş yavaş yürüdü. Kadının yanında saçları dolaşık, üst başı kirli, sekiz dokuz yaşlarındaki kara yağız, küçük bir erkek çocuğu vardı. Bu çocuk kadının gâh sağına, gâh soluna geçiyor, bazen de kadının önüne geçip ayağına dolaşıyor, kadına bir şeyler anlatıyordu. Kadın ise ikide bir ayağına dolaşan çocuğun elinden tutup kenara çekiyordu...

Kadın ve çocuk, Dört Minare’nin önüne varınca, yan taraftaki büyük çatal kapının kenarından dolanarak o kadim mezarlığa girdiler. Mezarlıkta, baş taşı çoktan kaybolmuş, toprağı kürelenmiş, adı sanı batmış mezarların yanında,daha toprağı yeni kazılmış taze mezarlar da vardı. Kara çarşaflı kadın, toprağı dağılmış eski bir mezarın başucuna varıp diz çökerek oturdu ve ellerini kara çarşafın içindençıkarıp yukarı kaldırdı; dua etmeye başladı. Küçük çocuk kadının yanına varıp oturdu ve o da şerha şerha yarılan ellerini yukarı kaldırıp dua etmeye başladı. Eski olsa da, bu mezarın sık sık ziyaret edildiği belliydi. Mezarın üstü ve etrafı temizdi, ot çöp, diken görünmüyordu. Aniden kara çarşaflı kadının yürekleri parçalayan feryadı duyuldu. Kadın, ara sıra başını ellerinin arasına alıyor, bir o yana bir bu yana salınarak ağlıyordu. Çocuk, az ötedeki bir mezarın baş taşına oturdu, iyice eskiyen ayakkabısının çamurlarını kazıyarak temizlemeye başladı.

Mahalleden çıkıp buraya gelinceye kadar hep dikkatimi çeken bu kara çarşaflı kadının karşısına geçip söz ehli, ilim sahibi üstat Ali Şir Nevai’nin kabri başında dua etmeye; bir zamanlar doğunun ilim merkezine çevrilen ve adı arşa yükselen Herat’ın her bir yanından görünen Dört Minare’nin çevresine göz gezdirmeye başladım. İşte, dünyayı kana boğan Timurlenk’in, bilge gelini Gevherşad Begüm’ün mezarı, onun biraz batısında ise dünya edebiyatının meşalelerinden biri olan Abdurrahman Cami yatıyor... Bu mezarların çevresi, toprağı dağılmış, baş taşı çoktan kaybolmuş büyüklü küçüklü bir sürü garip mezarla doluydu. Herat, sanki ulu bir kabristana döndü birden... Derin bir düşünceye dalmış, çevremdeki mezarlara bakıyordum ki birden, hıçkırıklarla ağlayan kara çarşaflı kadının sesiyle ürperdim. Türkmence söylenen bir ağıt sesi duyar gibi oldum. Bütün dikkatimle kulak kesildim. Evet! Bu kadın, gerçekten de Türkmence ağıtlar söylüyordu:

Suların payağında,[1]
Dağların ovağında,
Benim balam yitiptir,
Ben onun sorağında.[2]

Tez maral dağda meler,
Dağdan aşanda meler,
İnsan aziz baladan;
Ayrı düşende meler.

Yavaşça yürüdüm, adeta tüm bedeni ile ağlayan kadının yanına yaklaştım. Kadın peçesinin altından bakıp benim geldiğimi görünce aniden sesini kesti. Onun gözlerini görmesem de, beni seyrettiğini hissediyordum. Çocuk, ayakkabısının tekini giymiş, diğerini de eline almıştı. İri gözlerini bana dikip baktı. Ben kadının yanına oturup Türkmence:

“Geride kalanlarınızın başı sağ olsun, imanı bol olsun,”dedim.

Kadın önce burnunu çekti, sonra da peçesini kaldırdı ve ağlamaktan kıpkırmızı olan gözlerini silip: “Tanrıyalkasın[3]” dedi. Kadının fersiz gözlerini bana dikip sorduğunu hissettim:

“Evet, ben de Türkmen’im. Burada yatan oğlunuz mu? Mekânı cennet olsun! Genç miydi? Ne oldu, hastalanarak mı öldü?” diye ardı ardına sordum.

Kadın birden dikkatlice bana baktı, peçesini tekrar yüzüne kapattı ve o yürekler dağlayan, tüyleri diken diken eden ağıtı söylemeye devam etti:

Gece çıra yakanım,
Gündüz yüze bakanım.
Ah diyende aktardım,
Vah diyende döndürdüm,
Yaraşıklım, yeke[4] kuzum,
İndi sensiz niderim?

Dağların başı yanar,
Od düşüp taşı yanar,
Kara dağın yıkılsa;
Yüreğin başı yanar…

Bu ağıtın sözlerine yüreğim dayanmadı, yaşla dolan gözlerimi sildim. İri siyah gözlerini bana dikip sürekli beni izleyen çocuk, ağladığımı görünce kadının yanına iyice sokuldu.

“Bağışlayın, derdinize dert kattım, ateşinize od kattım,” dedim. Kadın önce benim söylediklerimle pek ilgilenmedi, bana doğru dönmedi bile. Sonra ellerini havaya kaldırıp fısıldayarak dua etmeye başladı ve elleriyle yüzünü sıvazlayıp oturduğu yerden kalktı, peçesini tekrar kaldırıp yüzünü açtı.

“Asıl siz beni bağışlayın! Oğlumu mu, sordunuz? Evet, oğlumdu, gencecikti, daha bıyıkları yenice terlemişti. Hem de dona sığmaz bilekli, içe sığmaz yürekli, aslan gibi bir oğuldu. Benim bir tanemdi, umudumdu, evimin direği, gönlümün ışığı, yüreğimin yağıydı. Şimdi bende ne bir umut, ne yürek, ne de yaşamak hevesi kaldı. Fakat şu küçücük yavrucağın hatırına yaşıyorum işte. Yoksa bu acılara nasıl dayanırdım...” dedi, kucağına sokulan çocuğun saçlarını sıvazladı. Sonra birden beni tepeden tırnağa süzdü, çocuğunun elinden tutup adeta yalvararak: “misafirim ol,” dedi, beni evine davet etti;

“Can doğan![5] Benim derdimi dağlar taşıyamaz. Derdimi size anlatmak, sizinle dertleşmek istiyorum, Haydi evime gel, belki de bağrımda taş olup kalan kederim biraz olsun azalır. Can doğan, bizim garip tüneğimize misafir ol da! Fakirhanede neyimiz varsa paylaşırız, hem de derdimi dökerim sana, benim derdimi dinlersin. Bu, bir tek benim derdim değil, Afganistanlı Türkmenlerin de derdidir, benim gibi binlerce kadının derdi... Siz nerenin Türkmenlerdensiniz?”

Birden şaşırdım, bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemedim. Sonra küçük çocuğun saçlarına okşayıp:

“Ben sizin ata yurdunuzda: Türkmenistan‘da doğdum,” dedim.

Kadın bir müddet olduğu yerde, öylece kaldı. Hüzünlü yüzünde ihtiyarlık alametleri vardı. Gözlerinin içinde bir ışık, bir pırıltı aradım. Yok. Ne zaman gurbet elde, ata yurdundan uzakta bir Türkmen görsem, ona Türkmenistan’da doğduğumu söylesem, onların gururlu yüzlerinde ihtiyarlık alametleri görüyordum. “Ey Allah’ım duygu damarları kurumuş bu zavallının da gözlerinin ışığı sönmüş?” diye geçirdim içimden. “Umutsuz kaldım,”demişti. Umutsuz insanın gözlerinde ışık olur mu?”diye söylendim. Kadının soğuk sesi titriyordu, “benim misafirim ol” dediğine pişman olmuş gibi geldi sesi. Hiç tanımadığım, görmediğim, bilmediğim bu kadının davetine gönülsüz olsam da,merakım beni kendi halime bırakmadı. Bu kadının yüreğinde sakladığı sırları öğrenmek istiyordum. Kadın titreyen, boğuk sesiyle: “Gidelim mi?” diye tekrarladı. Başımı sallayıp “gidelim,” der gibi işaret ettim. Kadın önde ben arkada yürüdük ve mezarlığın çatal kapısına geldik. Küçük çocuk ise beni gördüğünden beri bir kez bile konuşmadı, kara çarşafın dışından kadının elini tutup yürüyordu. Kadın arada bir “haydi gel,”der gibi dönüp bana bakıyordu. Balaman Mahallesi’nin daracık, çamurlu sokaklarına geldiğimizde, sokakta oynayan çocuklar, yanımızdaki çocuğa Peştunca sordular:

“Mihman az koja amadan[6]?” Çocuk iki omzunu birden yukarı kaldırıp, boynunu içeri çekti, “bilmiyorum” diye işaret etti. Kadın aniden tahta bir kapının önünde durdu, peçesini kaldırıp bana baktı ve köyneğinin yakasından elini içeri attı, bir şeyler aradı sanki. Sonra bir ipe bağladığı üç dört tane anahtarı şakırdatarak koynundan çıkardı, eğilip kapıyı açtı.

“Buyurun, içeri geçin! Hoş geldiniz!” dedi.

Avlunun içi daracıktı. Kerpiçten yapılmış eve birlikte girdik. Kadın bana yer gösterip diğer odaya geçti. Evin duvarında, elde dokunmuş, üstelik mükemmel dokunmuş, sarı güllü duvar halıları vardı. Yere kırmızı kumaştanmisafirlerin oturması için minderler konulmuştu. Evde göze çarpan başka hiç bir şey yoktu. Kadın bir müddet sonra çıkıp geldi. Üstündeki kara çarşafı çıkarmış, yakası sekiz keşdeli[7] Türkmen köyneğini giymiş, başına rengi soluk, siyah yün yağlığını örtünmüştü. Gelir gelmez elindeki çaydanlığı yere koyup oturdu,sızlanarak anlatmaya başladı:

“Biz, bu kara çarşafı kaldırıp atmak istiyoruz, ama ne yapalım çare yok. Mücahitler şöyle dedi, Taliban böyle dedi... Kendi halimize bırakmıyorlar bizi. Bu melanet hırkasını başımıza geçirdiler bir kere. Yoksa can doğan, biz Türkmenlerde kara çarşaf olmaz, sen de bilirsin. Benim zavallı annem ömrünün sonuna kadar giymedi bunu.

“Ölsem de giymen bu Gırnakların[8] giydiğini, dışarı çıkmam, ölene dek evde otururum yine de giymem. Bu yüzden öz yurdumdan ayrıldıktan sonra bu Afgan’ın gülleri diken olup gözüme batıyor zaten. Yurdumun kara dağları aşılmaz bir yol olup görünüyor,” derdi.

Annem vatan özlemiyle tutuşup benim büyük oğlumun; bir tanemin adını Vatan koymuştu. Vatancan‘ı şöyle bir kere görse, yere göğe sığdırmazdı. “Yere koysam pis olur, göğe koysam is olur,” diye sever, okşardı. “Ben torunuma en güzel gelini getiririm. Kırmızı duvaklı, kırmızı keteneli[9] gelinimin gümüş zillerini cıngırdatarak[10] yanıma alır, öz yurduma giderim. Vatancan’ı da alıp kara dağlardan aşar, Rus’a bağlanan vatanıma giderim. Ah! Keşke Cüneyt Han’ın ardına düşüp gelmeseydik buralara, bu çileleri çekmezdik, garip kalmazdık gurbet ellerde…Ruslardankaçtık, “Ruslar kâfirmiş” dediler ama tam tersine Ruslar girdiği her yerde insanlara bilim verdi, cahillerin gözünü açtı. Bizden sonra orada kalanlar okuyup doktor olmuşlar. Biz ise bu ellerde, başımıza çarşaf bürüyüp, körler gibi koca dünyayı göremiyoruz,” derdi.

Annem Türkmenistan’a gelen Rusların güya adaletli olduğunu duyduktan sonra, vatan özlemiyle daha da beter oldu. Kendi gözleri ile görmüş gibi her gün Rusların adaletini anlatır, tekrarlar dururdu. Vatancan ise bıkıp usanmadan ninesinin anlattıklarını dinlerdi. Hayallerinde ata binip kara dağları aşar, güllü, çiçekli; ulu çınarları göğe yükselen; ırmakları, dereleri gürül gürül akan ata yurduna giderdi... Güya herkes onu tanırdı orda: Güler yüzlü kardeşleri, onu görmek için yanıp tutuşan akrabaları atının başını tutup, onu attan indirirlerdi. Eğitim, bilim veren Ruslar ise Vatan‘a beyaz gömlek giydirip koltuğuna da kitap vererek mektebe gönderirlerdi. İşte biz annemin hasret dolu hayallerini dinleye dinleye büyüdük, ama bu arzuların sonunda gerçek olacağına inanmaz, zavallının anlattıklarına gülüp geçerdik. Vatancan ise ninesinin dizinin dibinden ayrılmaz, onun anlattıklarını can kulağıyla dinler, ardı ardına sorular sorardı. Ninesi anlatırken ara sıra çocukça düşüncelerle; gülünç sorular sorardı:

“Nine, ay nine, ata yurdumuza giderken şu boz eşeğimizle gideriz değil mi?! Nine Ruslar da bizim gibi insan mı?! O zaman niye onlardan kaçtınız, şimdi biz onların yanına gidersek onlar bizi yemez mi?!”

“Olur, oğlum boz eşeğimizle gideriz. Sakallı keçimizi de götürürüz... Oğlum, Ruslar gözleri mavi boncuk gibi, saçları buğday sapı gibi sapsarı adamlarmış. Biz görmedik ama kızları da tıpkı zamça[11] gibi sarıymış. Hepsi de çok güzelmiş. Elleri, ayakları da “ipek gibi yumuşak” diyorlar, “tatlı dilli adamları var,” diyorlar. Hepsi okumuş, cahil kimse yokmuş içlerinde, Köroğlu Beyimiz gibi, yetmiş iki dili de bilirlermiş. Bizim Ağayunus Peri[12]> gibi, insanın tırnaklarına bakıp bugünden geleceği, gelecekte olacakları önceden bilirlermiş...”

Vatancan bu anlatılanlardan sonra gelip bizim ellerimize bakardı. Bizim geçim derdiyle dokuduğumuz ipek halılarımızın ipince erişleri, parmaklarımızın ucunu kızartırdı. Parmaklarımızın boğumları şişer, ellerimiz morarıp kalırdı. Ellerimizin damarları patlar, dışarı çıkacakmış gibi olurdu. Vatancan bizim dokuduğumuz ipek halılara elini sürer:

“İşte Rus kızlarının elleri şu halı gibi yumuşak ve nazikmiş, öyle değil mi nineciğim,” diye sorunca, biz farkında olmadanellerimizi saklardık.

“Vatancan, anavatanımıza güya “Baht getiren Ruslar” hakkında anlatılanları dinleyerek, onlara inanarak büyüdü. Sonra delikanlı oldu, bıyıkları terledi, sesi değişti... Biz onun günbe gün serpilip büyümesine güvenip düğün hazırlılığına bile başlardık: “Herat’ta kimin kızını istese alırım. İster Teke, ister Yemreli-Yomut, isterse Sarık[13]… yeter ki Türkmen olsun. Oğlumun allı gelinini başköşeye oturturum. Sadece oğlum değil gelinim de olur o zaman. Bir gülden, bin gonca dererler, gelinim gelirse bu avlu dar gelir. Büyükçe bir ev satın almak gerek…” diye halı dokurken, oturduğum yerden hayal kurardım. “At üstü havalı- halı üstü hayalli...” demiş ya atalarımız. Bu hayaller eşliğinde dokuduğum halıya çabuk çabuk ilmek atar, ıstarlardım...”

Sonra Afganistan karıştı. O zamanlar böyle başsız, sahipsiz değildi Afganistan. Afgan Hükümeti, düşmanlara karşı Sovyetler Birliği’nden yardım isteyince, Rus askerleri sınırı geçip geldiler, ilk işgâl ettikleri yer de Herat oldu. İşte Dört Minare’nin karşı tarafına Sovyet askerleri geldi, ağır silahları, tankları, topları, daha ne bileyim, helikopterleri, füzeleriyle gelip kara bulut gibi çöktüler Herat’a. O günden sonra sokaklar kan gölüne döndü, sokaklarda vurulup yatanların adı sanı belirsiz, haddi hesabı yoktu... Rus askerleri, geceleyin evleri basar, komşu evlerden ‘düşman’ diye dal gibi yiğit delikanlıları tutuklayıp giderlerdi. Sözün kısası şehirde kimin ‘düşman,’ kimin ‘dost’ olduğu belirsiz oldu. Evlerde kurşun değmedik kerpiç kalmadı desem yalan olmaz. Uzun zaman silah, kurşun sesleri kulaklarımızdan gitmezdi. Birden “gümm!” diye bir bomba düşerdi şehrin ortasına, biz acaba gök mü çöktü, yer ile gök birbirine mi kavuştu derdik. Sesler biraz kesilse, çatışmalar azıcık dursa,çocuklar hemen dışarı fırlar, boş fişekleri toplayıp gelirlerdi… Bir gün komşumuz Gümüş Teyze geldi:

“Komşu, benim kocam Rusların yanına gitmiş. Söylenenlerin hepsi de doğruymuş, Ruslar kocama iki tane kerpiç gibi ekmek ve diğer yiyeceklerden vermişler. Kocam da Rusların bu iyiliğine karşı, onlara bir-iki eşek yükü odun götürüp satmış. Ruslar Türkmenlere inanıyor, güveniyorlarmış. Onların içinde de Türkmen varmış. Saçı omuzlarına dökülen bir sarı kız varmış, hem de doktormuş, yaralıların yarasını bembeyaz bir bez ile sarıyormuş. İlaç sürerken, iğne vururken de hiç acıtmıyormuş, onun eli değince, ağır yaralılar kaşını dahi çatmıyorlarmış,”dedi.

Gümüş Teyze’nin anlattıklarından sonra, erkekler katar katar eşeklere su, odun yükleyip Ruslara götürmeye başladılar. Boş döneni de yoktu. Hem hak ettikleri parayı alıyorlar hem de Rusların sıcak selamları ile evlerine, çocuklarının yanına dönüyorlardı. Bir gün biz de, yiğit delikanlımızı, evimizin direği Vatancan’ımızı, boz eşeğimize bindirip oduna gönderdik. Yavrucuğum gün boyunca odun yığıp akşama doğru dönüp eve geldi. Akşamları Rusların yanına gitmek yasaktı. Onun için oğlum akşamleyin: “Sabah erkenden odunları götürürüm,” deyip yattı. İkide bir titreyerek yanan çıranın zayıf ışığında Vatancan’a bakıyordum. Zavallı oğlum yatakta dönüp duruyor, bir türlü uyuyamıyordu:

“Can oğul, uyu artık. Sabah götürürsün odunları,” dedim.

“Anne, zavallı ninem öleli üç yıl oldu. Ninem ölmemiş olsaydı “Baht getiren Ruslar”ı görürdü değil mi?” dedi.

Ben cevap vermeden başımı yastığa koydum, dalıp gitmişim. Sabah erkenden kalkıp yatağına baktım ki, Vatancan yok.O günden sonra Vatancan,çatışmaların olduğu günler evde oturur, silah seslerinin sustuğu günler de oduna gider, Ruslara odun satıp gelirdi. Bir gün bana:

“Anne, Rusların arasındaki kız vardı ya? Adı Valya imiş. Hem de ninemin söylediği gibi sarı gulpak,[14] gözleri de mavi boncuk gibi. Oduna gittiğimde elimi yaralamıştım. Valya elimin kanadığını görünce hemen geldi ve yarama merhem sürdü. Sonra yarayı beyaz bez ile sardı. Elleri de senin dokuduğun ipek halı gibi, o halılardan da yumuşak. Bana bakıp: “Senin adın gerçekten de Vatan mı? Sana niçin bu adı koymuşlar. İlk kez duyuyorum bu ismi,” dedi. Güldü. Ben de ona ninemi, onun vatan hasretini, Cüneyt Han’ı anlattım. Bir Türkmen oğlan da vardı aralarında. Benim anlattıklarımı kelimesi kelimesine Rusça’ya tercüme etti. Lakin Valya birden ağlayıverdi... Ninemin söyledikleri doğru çıktı anne. Onlar işte böyle merhametli, yufka yürekliymiş. İşte, al, Valya senin için de bir yün yağlık gönderdi,” deyip Valya’nın kâğıda sarılmış armağanını bana uzattı. O günden sonra oğlum, vakit buldukça sarı saçlı Valya ile ilgili şeyler anlatırdı hep. Ne zaman bir yerim ağrıyor desem, koşup Valya‘dan ilaç alıp getirirdi,ben ilaçları içince ertesi gün iyileşir, dut ağacı gibi dirilirdim. Valya ile günlerimiz, hayatımız birazcık renklenir gibi oldu. Evimizde bir mutluluk, bir neşe, her gün yeni haberler, armağanlar, Valya ile ilgili konuşmalar... Sözün kısası, dışarıda kan gövdeyi götürse de savaş bizim evimizden birazcık uzaklaştı. Ama o günler uzun sürmedi. ‘Yetimin ağzı aşa değse, burnu kanar,’ derler ya...”

“Bir gün oğlum, önceki gün kesip getirdiği odunları eşeğe yükleyip Rusların bulunduğu bölgeye doğru yola çıktı, ama az sonra izinin üstüne geriye döndü. Renginin solukluğundan,hayallerinin yıkılışından,eşeğin üstündeki yükü gerisin geri getirmesinden neler olduğu anlaşılıyordu. Çekinerek oğlumun yanına varıp neler olduğunu sordum. Vatancan başını sallayıp eşeğin sırtındaki odunları indirmeye başladı. Eşeğine ot ve su verdi sonra bana dönüp:

“Rusların tarafına gitmek için izin vermiyorlar anne. Dün akşam bizim yaşlarımızda bir oğlan odun götürmüş Ruslara, eşeğinin sırtına bir bomba sarmış. Odununu indirip eşeğini de bırakıp kaçmış. O sırada bomba patlamış, eşeğin her tikesi bir yana savrulmuş. Söylediklerine göre Ruslardan da çok ölen olmuş. Şimdi odun satmaya gidenleri, Rus tarafına bırakmıyorlar,” dedi. O günden sonra oğlum, odununu eşeğe yükleyip hemen her gün bir defa Rusların tarafına doğru yola düşerdi. Ama her zaman geç vakitlerde, eli boş dönerdi eve.

Bir gün pazardan ihtiyaçlarımızı aldım, eve geliyordum. Sokağın üst tarafından hırlayarak gelen siyah bir köpek saldırdı. Kaçıp kurtulamadım, köpek kolumu ısırdı. Adamlar yardıma gelinceye kadar kolumu parçaladı. Yaralı halde eve güçlükle geldim, eve gelir gelmez kendimi yatağa attım. Bir süre sonra kendimden geçip gitmişim. Akşama doğru vücudumu bir ateş bastı, titreyerek yerimden kalkmayı denedim, ama kalkmaya dermanım yoktu, evimin çırasını dahi yakamadım. Bir müddet sonra oğlum geldi, gelir gelmez çıraları yaktı ve yanıma gelip elini alnıma koydu, yüzüme baktı. Sonra elini geriye çekip gözlerini iri iri açtı:

“Anne, ateşin var, yanıyorsun, ne oldu sana?” dedi.

“Ben onun, o karanlık gecede, korku ve telaşla parlayan gözlerinden çekinip gündüz başıma gelenleri söyleyemedim. “Ateşim düştü, biraz sonra geçer” deyip oğlumu rahatlattım. Ama zaman geçtikçe benim durumum daha da beter oldu. Sayıklamaya başlamışım, kendi sesimden ürperip korkuyla uyandım. Gözümü yumduğumda, kara kara köpeklerin etrafımı sardığını, bedenimim parçalayıp etlerimi bir leş gibi çekiştirdiklerini görüyor, bağırarak uyanıyordum. Ara sıra kendimden geçip tekrar kendime geldiğimde, zavallı oğlumun benim üstümde pervane gibi dönüp durduğunu görüyordum. Bir ara kendime gelip gözümü açtığımda, oğlumun evde olmadığını gördüm. Ya dışarı çıkmıştır, ya da doktor, ilaç bulmak için gitmiştir, deyip gözlerimi kapıya dikerek yattım.”

"Sabaha karşı korkulu bir düş görerek sıçrayıp uyandım. Düşümde zavallı annem, ak bir deveyi süsleyip getirmişti. Devenin üstünde bir gelin vardı, duvağını açıp baktım: Sarı gulpaklı Valya’ydı. Kırmızı duvağın altında nazlı nazlı süzülüyordu. Zavallı annem, eski başörtüsünü başına bürümüş, gelininduvağını sıvazlayarak bana bakıyordu: “Biz gelinim ile Vatancan‘ın peşinden geldik. Bizi kara dağlardan aşırsın...” diyordu. Dişimi sıkarak var gücümü toplayıp yataktan kalktım, dermansız ayaklarımı sürüyerek avluya çıktım. Boz eşek yerindeydi. “Allah’ım, can oğlum nereye gitti ki?” dedim. O anda kapı hızlı hızlı vuruldu. Tahta kapıyı, takatten düşmüş kollarım ile zorlanarak açtığımda, eşek arabasının üstünde duran cesede ilişti gözüm. Adamlar cesedi getirip sessiz sedasız eve bıraktılar. Ben şaşkın şaşkın neler olduğunu anlamaya çalışarak kapının eşiğinde dikilip kaldım. Birden cesedi getiren yaşlı adam bana dönüp:

“Savaşacak yaşta değil, eli silah bile tutamazmış zavallının. Allah yanına çağırmış, Allah sana bir oğul daha versin. Sabret kızım, içini ferah tut, yüreğine kar yağsın!” deyince, ağrılarımı, acılarımı unutup eve doğru koştum, cesedin üstüne kapanıp yüzünü açtım... Ondan sora hiç bir şeyi hatırlamıyorum. Gelen gelmiş, giden gitmiş. Oğlumu kara toprağa emanet etmişler. Kendime geldiğimde:

“Olanlardan hiç haberin yok, iki gündür baygın yatıyordun” dediler.

O gece Vatancan, benim durumumun ağırlaşıp ateşimin yükseldiğini görünce, korkmuş, Rusların olduğu bölgeye; Valya’nın yanına koşmuş. O, Ruslara doğru koşarak varırken, Rus askerleri, gecenin bir vakti bir kişinin koşup üstlerine doğru gelişinden şüphelenip onu başka bir niyet ile geliyor sanmışlar. Silahlarını ona doğrultup taramışlar yavrucuğumu. Sonra yanına varıp bakmışlar ki, zavallı oğlumda ne silah var, ne de bomba. Ah! Yavrucuğum karıncayı öldürmeye kıyamazdı. Ne yapalım? Şimdi o bir sürü adama karşı kan davası mı güdelim... Oğlum kanlar içinde can verirken, askerlere: “Valya’ya söyleyin, anneme yardım etsin,”demiş. Sonra anladık ki, bir ay önce, Ruslara odun götüren oğlanın, eşeğin sırtına sardığı bomba patladığında Valya da ölmüş. Ben bundan sonra ümidimi üzdüm bu dünyadan. Onun çeyizi deyip hazırladığım yağlıkları, köynekleri, ipek kuşakları hem oğlumun hem de sarı gulpaklı Valya’nın baş taşına bağladım. İşte annemin; Vatancan’ın yaşlı ninesinin: ““Baht getiren Rusları,” benim yanan ocağımın tütününü kestiler. Sarı gulpaklı Rus kızı, öbür dünyaya, kendisiyle birlikte benim oğlumu da götürdü. Ben de ellerin vatanında, bu harabede yapayalnız, kurtlar gibi uluyarak kaldım.

Ayva bende nar bende,
Bahçe bende bar bende,
Benim balam ölüptür;
Onun derdi var bende...

Vah! Ben öleydim, ben! O gün pazara gitmez olaydım, kara köpek beni ısırıp yaralamazdı, ben hasta düşüp yatmazdım, oğlum da benim için ilaç derdine düşmez, çare aramaya gitmezdi...

“Can doğan, balamın ölümüne sebep Rusların soyu kurusun!Beni öldürmeli, beni öldürenin kesevisi güverir.[15] Oğlumun ölümüne ben sebep oldum. Aman Allah’ım, aman, aman, aman hey! Başıma saldığın bubelalar yaman hey! Aman aman edeyim, ben tövbeler edeyim. Benim alnıma yazılan yazgım, talihimdir bu...” Kadın birden ağlamasını kesip gözlerinin yaşını yağlığının ucu ile sildi: “Şu zalim Ruslar, önce toprağımı, vatanımı aldı; şimdi de canımın canı oğlumu; Vatancan’ı elimden aldı. İkisi de gözümün ışığıydı. Şimdi ben bu yaban ellerde, Vatansız kaldığımı, feryadımı kime söyleyeyim. Bu Rusların elinden bağrım kan oldu...”

Kadın, geldiğimizden beri eve girmeyen, dışarıda koşup oynayan küçük oğlanı sesledi:

“Vatancan! Oğlum eve gel artık. Akşam oldu, oynadığın yeter, gel artık.” Oğlan, kadın onu çağırdığında dış kapının eşiğinde bekliyormuş gibi hemen içeri girdi. Kadın sağ eline sabun almış, omzuna da bir peşkir atıp geldi. Çocuğun ellerini yıkadı ve kuruladı. Hava karardı. Kadın bana baktı ve:

“Şimdi şu yavrucağıza tutunuyorum. Ben bu yavrucuğu Ruslar ile Mücahitlerin arasındaki bir çatışmadan sonra, sokakta ağlarken buldum. Daha sonra bu çocuğa sahip çıkan olmadı. Bir adam bile, “bu çocuk benim çocuğumdur,” diye ortaya çıkmadı. Ya anası babası ölmüştür ya da sokağa bırakıp terk etmiş olmalılar. O zaman, daha düşe kalka yürüyordu, onu bulduğumda, adını da bilmiyordu. Ben de kendi oğlumun adını verdim, şimdi bu yavrucağa güvenip yaşıyorum…” dedi, oğlana sevgi ile baktı. Vakit hayli ilerlemişti. Kadın, titreyerek yanan çırayı, benim yanımda bırakıp çocukla birlikte diğer odaya geçti…

Tan yeri ağarana kadar gözüme uyku girmedi. Bu karanlık evde, bu çaresiz, kimsesiz kadının ağlayan sesi, dört duvara sinip kalmıştı sanki. Alevi iyice zayıfladı, çıranın yağı tükendikçe, bu kerpiç ev hem kararmaya, hem de yüreğimi bir mengene gibi kıstırıp sıkmaya başladı. Uyuyamıyordum. Sanki sarı gulpaklı Valya ile Vatan, kapıyı iteleyip “biz geldik” diye içeri gireceklerdi...

Sabah erkenden ev sahibinden müsaade isteyip oradan ayrıldım. Kara çarşafını giyip beni uğurlamak için yola çıkan kadın, o daracık sokaklardan çıkarak mahalleden uzaklaşıp Dört Minare‘ye doğru yürümeye başladı. Güneş vurdukça erimeye başlayan çamurlara bata çıka yürüyen küçük Vatancık ise, arada bir koşarak kadının arkasından yetişmeye çalışıyordu. İlkbaharda esen, tomurcukları patlatıp ağaçlara çiçek açtıran, halkın: “Ağaç yaran yel” dediği rüzgârın sesi, bana o kadının inleyen sesiymiş gibi geliyordu. Ağlamak, inlemek onların talihi, onların değişmez yazgısıydı sanki. Kaderden kurtuluş, yazgıdan kaçış mümkün değil…

Rüzgâr kuvvetlice esiyordu, belki de o kadın ağlıyordu:
“Uuvvuuuuuvv, uuvuuuuv...”

Herat, 2008.

Oğulmaya Samizade Saparova:

1965 yılında Türkmenistan’ın Balkan vilayetine bağlı Garrıgala (Eskikale) ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Balkan’da tamamladı. Türkmenistan Azadı Dünya Dilleri Enstitüsü, Türkmen Dili ve Edebiyatı Bölümün bitirdi. Türkmenistan İlimler Akademisi El Yazmaları Enstitüsünde ve Türkmenbaşı El Yazmaları Enstitüsü Tenkit ve Tekstoloji bölümünde uzman olarak görev yaptı.

İki kitabı ve İngiltere, Türkiye, Türkmenistan, İran gibi ülkelerde 50’ yi aşkın makalesi yayımlandı. Dünya Türkmenleri Humaneter Birliği ve Türkmen Sesi gazetesinde yöneticilik yaptı. Halen İran İslam Cumhuriyetinde yaşamakta ve İran’da Türkmen Dili ve Edebiyatı dersleri vermekte olan yazar evli üç çocuk annesidir.

(Kardeş Kalemler, Temmuz 2009)

[1] Suyun altı, tabanı, dibi,

[2] Ben onu soruyorum, sorarak arıyorum.

[3] Allah razı olsun.

[4] Yaraşıklı: Yakışıklı, güzel; Yeke: iri, semiz

[5] Can Doğan: Kardeşim anlamında hitap sözü.

[6] Misafiriniz nereden geldi?

[7] Keşde: Türkmenlerde, kadın gömleklerinin yakasına işlenen nakış. Gömlekler nakış sayısına göre adlandırılıyor.(Altı keşdeli, sekiz keşdeli..)

[8] Gırnak: Türkmenlerin Afganlılara verdiği isim.

[9] Ketene: Türkmen gelinlere, ketenden dikilen nakışlı gömlek.

[10] Türkmen gelinlerin giydiği tüm giysilere gümüş ziller takılır. Gelin ayağa kalktığında ya da yürüdüğünde bu ziller ses çıkarır. Yüzü duvaklı olan ve çevresini göremeyen gelin ayağa kalktığında bu ziller ses çıkarınca herkes ona yol gösterir…

[11] Zamça: Sarı Türkmen kavunu.

[12] Köroğlu Destanı’nın Türkmen varyantında, Ağayunus Peri Köroglu’nun eşidir. Ağayunus Peri, Köroglu Destanı’nında tırnaklarına bakarak geleceği gören kadındır. Köroglu savaşa gitmezden önce eşinden tırnaklarına bakmasını ve haber vermesini istermiş.

[13] Teke, Yermeli, Yomut, Sarık: Afganistan’da yaşayan Türkmen tayfaları.

[14] Gulpak: Türkmenler, bir yaşına gelen çocuğu ilk kez tıraş ettiklerinde, çocuğun ensesinde bir tutam saç bırakırlar. Buna gulpak denir. Gulpak kelimesi saç anlamında da kullanılmaktadır.

[15] Kesevisi güvermek: Hiç olmayacak işleri olmak, gerçekleşmeyecek hayalleri bile gerçekleşmek. Kesevi: ekmek yapmak için tandırdaki közleri deşmek, ileri geri itmek için kullanılan ağaç.