Bu yıl da Ramazan’da İslam âleminde kan akmaya, Müslümanların yaşadığı vahşet, zulüm, sıkıntı ve acılar artmaya devam etti. Bazen şair gibi haykırmak geliyor insanın içinden:
Yâ râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı/Mahşerde mi bîçârelerin yoksa felâhı?
Doğu Türkistan’dan Gazze’ye, Kırım’dan Yemen’e, Sudan’a, Libya’ya, İslam âlemi kan ve gözyaşıyla imtihan ediliyor.
Doğu Türkistan ve Rabia Kadir
Uygurlar Çin zulmü ve asimilasyon karşısında kimlik savaşı veriyor. Müslümanların oruç tutmasını engellemek için türlü yöntemler kullanan Çin’in içimizdeki destekçileri üzerlerine düşeni hakkıyla ifa etmekte. Aynen Kırım’da olduğu gibi. Efendiler işbirlikçi bulmada güçlük çekmiyor. Türk Ocakları bu duruma karşı, Uygurların hak mücadelesinin sembol ismi Rabia Kadir’e uygulanan Türkiye’ye giriş yasağının kaldırılması için kampanya başlattı. Hemen sağdan soldan Amerikan ajanlığı suçlamaları başladı. Memleketimiz gizli açık ABD, İsrail, Rus, Çin, İran, vb. ajanlarıyla kaynıyor, bu muhterem ulusalcı zevat acaba bunlar hakkında hangi duyarlı tepkiyi vermiştir?
Doğu Türkistan’da Uygur kardeşlerimiz sırf dinî inançlarını yaşamak istedikleri için zulme maruz kalıyor, devletin resmî ajansı böyle olmadığını ispat için haber yapıyor. Maalesef, birkaç gün sonra Tayland’dan Çin’e iade edilen Uygurlara (kadın-erkek demeden) yapılan muamele basına görüntülü olarak yansıyor. Ama bizim ABD ajanlığı konusunda uzman sözde ulusalcı, gönüllü Çin ve Rus muhiplerinden ses sada yok. Tayland hükümeti yaptığından hicap duyup bundan sonra Uygurları istekleri dışında Çin’e göndermeyeceğini duyuruyor. Ama tabii bu insan hakları hukukuna aykırı uygulamanın hesabını soran da yok.
Peki Rabia Kadir ne yapmalıydı? Türkiye kendisine kapılarını açtı da o Amerika’yı mı tercih etti? Siyasi mücadele yapan insanların kendilerini destekleyen güçlere dönüp “hayır, lazım değilsiniz” deyip yedi düvele meydan okumalarını mı bekliyoruz? Türkiye ve Türk dünyası Uygurların haklı mücadelesine yeterli desteği sağlamış mıdır? Gizli açık Rus ve Çin ajanlarının Kırım meselesinde Kırımoğlu’na, Doğu Türkistan meselesinde de Rabia Kadir’e bu şekilde saldırmaları olağan. Türk Ocakları, Rabia Kadir’in Uygur Türklerinin sembol ismi olarak Türkiye’ye girişinin önündeki engelin kaldırılmasını istiyor. Böylece, ekonomik ve siyasi açıdan Türkiye ile iyi ilişkilerini sürdürmek isteyen Çin devletine medeni bir ikazda bulunulmuş olacaktır.
Orta Doğu Vekalet Savaşları ve Terör
Suriye ve Irak’ta Türkmenlerin IŞİD ve PYD gibi terör örgütlerinin zulmünden çektikleri giderek artıyor. PYD’nin ele geçirdiği yerleri Araplar ve Türkmenlerden arındırma operasyonu başarıyla icra ediliyor. ABD yönetiminden Suriye’de Kürtlerin siyasî bir yapılanmaya gitmelerine izin verilmeyeceği yönünde yatıştırıcı(!), bizlerin aklıyla alay eden açıklamalar geliyor. IŞİD belasına İslam âlemine musallat eden üst akıl, bir algı operasyonu ile sempatik, kadın ve çevre duyarlılığı (!) yüksek PKK/PYD resmi çiziyor ama Türkiye’yi de fazla ürkütmeden nasıl işi hallederiz düşüncesiyle arada bir nabzımıza göre hazır şerbet de veriyor.
Mısır, Libya ve Yemen –Afganistan’daki on yıllardır devam ediyor- kargaşaya duçar olmuş. Aradan İran çıkıyor, baş düşmanı ABD ile nükleer anlaşma yapıyor, Irak ve Suriye’de etki ve nüfuzunu arttırıyor. Ötede İsrail buna bozuluyor, ya da bozulmuş gibi yapıyor.
Ortadoğu Vekalet Savaşının aslî aktörlerinin son dönemdeki manevralarını iyi okumak, Türkiye’nin “terbiye” edilmesine dönük stratejiyi iyi analiz etmek lazım. Geçmişte yapılan hataları sayıp dökmenin fazla bir yararı yok ancak artık kendi millî çıkarlarımızı haleldar edecek gelişmelere karşı aktif ama tuzaklara karşı dikkatli bir siyaseti tatbik sahasına koymak ve dostun da düşmanın da Türkiye’nin kararlılığını görmesini sağlamak bir mecburiyet halini almıştır.
Sözde Çözüm Süreci, PKK ve HDP
İçeride PKK güçlenmek, sözde “beyaz” Türkleri de yanına çekerek daha etkili olmak, Suriye’deki hedeflerini tahakkuk ettirmek için sonuna kadar yararlandığı sözde “çözüm” sürecini bitiriyor ve devlete meydan okuyor. Esasen 6-8 Ekim olayları çok ciddi bir tehditti ve şimdi alenen silahlı mücadeleyi yeniden başlatıyor. Çözüm sürecinde “Kürt siyaseti” lafını ağızlarına sakız ederek HDP’nin barajı aşması ve Türkiyelileşmesine bel bağlayan(!) siyasetçi, gazeteci ve aydınların kısm-ı azamı şaşkınlık yaşıyor ama yine de bozuntuya vermiyorlar. Terör örgütü silah bırakıp kendini tasfiye etmeden yapılan görüşmeler “teröristle müzakere” anlamını taşır ve çözüm değil çözülme getirir diye uyaranlara karşı vaktiyle “siz analar ağlasın mı istiyorsunuz?” diye suçlayanlar şimdi Kandil’i eleştirip HDP’den ve İmralı’dan medet umuyorlar (Bazıları zaten PKK’nın, “Kürtlerin hakları verilmeden” silah bırakmasının yanlış olduğunu süreç boyunca savunmuştur, onların hakkını vermek lazım, Türklük düşmanlığında çok tutarlılar).
Ne yazık ki bu zihniyet sadece aydın ve gazeteci taifesiyle sınırlı değildi, devleti yöneten irade de, içinde yaşadığımız coğrafyanın tarihî, sosyal ve kültürel yapısı, uluslararası sistem açısından taşıdığı değeri hakkıyla anlayamadığı için terör örgütü önderinin açıklamalarına bel bağlamıştı.
Suriye’deki gelişmelerle birlikte ele alındığında terör meselesinin önümüzdeki günlerde ülke gündeminde daha ağırlık kazanacağı tahmin edilebilir. PKK’nın yeniden serhildan başlatma girişimlerine karşı müteyakkız olmak elzem. Devletin açıklıkla, “teröre karşı tavizsiz mücadele, etnik ve mezhebi ayırım yapmadan bütün vatandaşlar için daha fazla demokrasi” düsturu ile hatadan dönmesi ve süreci yeniden tanımlaması lazımdır. Evvelemirde, terör örgütüyle tavizsiz mücadele kararlılığı olmadan Türkiye’nin üniter yapı ve millî devlet formu içinde bir çözüme ulaşmasının imkânsız olduğu tespit edilmelidir.
Suriye politikasında ve çözüm sürecinde hükümete destek vermiş olan bir gazetecinin (İbrahim Karagül, Yeni Şafak) son gelişmeler üzerine yazdığı şu cümleler “çözüm süreci” diye başlatılan gelişmenin “çözülme”ye yol açacağını vaktiyle tespit eden bizler için ibret vericidir:
“Seçimden hemen sonra iki şey öne çıktı: Kuzey Suriye'de Türkiye karşıtı cephe planlaması ve PKK saldırılarının yeniden başlatılması..
Oysa bir Çözüm Süreci vardı. Türklerle Kürtler birlikte bu bölgede güçlü bir ortaklık inşa edecekti, büyük bir enerji ortaya çıkacaktı? Silahlar bırakılacaktı. Siyaset alabildiğine geniş alanlara yayılıp eski defterler kapatılacaktı? Bunu umut etmiştik, desteklemiştik.”
Hani bütün mesele demokratik haklardı, özgürlük alanlarının genişletilmesiydi, temel haklar meselesiydi?”
Bunlar, çözüm ve barış adına ortaya konulan projenin, en hafif deyimle, “tarihî ve aynı zamanda millete maliyeti ağır bir yanılgı” olduğunun itirafıdır. Böylesi naif ve gerçeklerden uzak beklentilerle oluşturulan bir politikayla bu coğrafyada söz sahibi olmak imkânsızdır.
Maalesef Türkiye çözüm ve barış kelimelerinin sihirli etkisi altında iki buçuk yılını PKK’nın palazlanıp güçlenmesine seyirci kalarak geçirdi. Seçimlerde HDP’nin aldığı yüksek oya ve Mecliste kazandığı temsile rağmen “siyasîleşme”nin terör örgütünü silah bırakmakta hiçbir etkisinin olmadığı anlaşıldı. Bunların anlaşılması için Cumhurbaşkanının Dolmabahçe mutabakatına tepki göstermesini beklemek gerekmiyordu. Son gelişmeler, PKK’nın vesayetinden kurtulması mümkün olmayan HDP’nin siyaseten “çözüm” adına ulaklık dışında fazla bir işlevinin olamayacağını da açıkça göstermiştir.
Türk milletinin ve bütün İslâm âleminin huzur, birlik ve dayanışma içinde idrak edeceği bayramların çok uzak olmaması temennisiyle…
**********
Hamiş: Suruç’taki Bombalı eylem hakkında
Bu yazıyı tamamlamak üzere iken meydana gelen çözüm sürecine dair kritik açıklamalar basına yansıdı ve müessif Suruç hadisesi meydana geldi. Uzantının medyatik eşbaşkanı silahsızlanma çağrısı yapar gibi konuştuktan sonra bir milletvekili son iki yılda PKK’ya 10.000 kişinin katıldığını açıkladı. Terör örgütü liderlerinden Cemil Bayık ise açık bir iç savaş çağrısı anlamını taşıyan beyanatında "Halkımız meşru savunma örgütlenmesini ve bilincini de geliştirmeli. Bu sadece askeri güçlerin büyütülmesi temelinde değil, halk olarak meşru savunmasını geliştirmeli. Tüm halkımız silah almalı" şeklinde konuştu.
Tam bu beyanatın yayınlandığı gün (20 Temmuz Pazartesi) öğleye doğru Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde Kobani’ye gitmek üzere toplanan bir grubun uğradığı bombalı saldırının sonucu olarak ortaya çıkan vahşet tablosu, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu çok yönlü, çok taraflı tehdidin acı bir örneği oldu. Kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun terör vahşettir. PKK terörünü kınamak bir yana tasvip edenlerin belirtilen bu eylemde terör aleyhine bağırmaları, hatta bir kısmının devleti suçlaması samimiyetten ve inandırıcılıktan uzaktır. İnsanî duruş, bütün terör eylemlerini kınamayı icap ettirir. Nitekim PKK ve uzantısı çevrelere mensup kişiler, sosyal medyada, Adıyaman’da PKK’nın öldürdüğü şehit uzman onbaşı Müsellim Ünal’ın katlini intikam çığlıklarıyla kutlamışlardır.
Öte yandan, Türk devletinin kendi sınırları içinde birtakım örgütlerin davullu zurnalı, sosyal medyalı insan toplayarak komşu ülkelere gitmesinin engellenmemesi bir problem, bombalı teröristlerin böyle planlarının güpegündüz ve açık bir hedef olan bir mahalde gerçekleşmesi daha başka bir problemdir. Bu hadise önümüzdeki günlerde çok daha vahim gelişmelerin bir tetikleyicisi olma potansiyelini haizdir. Suruç katliamının “Afganistanlaşan Suriye'nin Türkiye'yi Pakistanlaştırma potansiyeli” gösterdiğini ifade eden M. Akif Okur’un da dikkat çektiği gibi, “PKK'nın silahını meşrulaştırma / Öcalan'ın "öz savunma güçleri" dediği şeye alan açmak için Suruç katliamının kullanılacağı” anlaşılmaktadır. Bu durum çerçevesinde, eylemi kim yapmış olursa olsun, planlayıcılarının Türkiye’de PKK ve güdümündeki güçlerle bir iç savaş başlatmayı veya böyle bir tehditle Türkiye’yi hizaya getirmeyi amaçladığı açık olan bu gelişme karşısında devletin, bütün kurumlarıyla koordineli olarak gerekli tedbirleri tatbik mevkiine koyması aciliyet kazanmıştır. Bu son olay çok daha etraflı değerlendirilmeyi hak etmektedir.