28 Şubat, salt 28 Şubat 1997 tarihli Millî Güvenlik Kurulu’nda alınan ve daha sonra uygulanan bir takım tedbirler değildir. 28 Şubat bir süreçtir. Belki Lâle Devri’ne ama muhakkak II. Mahmud devrine kadar geri götürebileceğimiz bir tarihî birikime dayalı bir çekişme ve çatışmanın XX. yüzyıl sonlarında aldığı yeni şekil olduğu söylenebilir. Zahiren bu böyle ama İbn Haldun’un deyişiyle, “batın ve iç yüzü itibariyle” baktığımızda hakikat hâl nedir?
Hiç şüphesiz Osmanlı yenileşme tarihi boyunca ortaya çıkan eski-yeni düalizmi, kurum yapılarındaki ikilikler zihin dünyamızı da etkiledi. Cumhuriyet ile birlikte “yeni”de karar kıldık. Ancak yukarıdan aşağıya modernleşmenin tezahürleri ve sıkıntıları tabii olarak toplum ve kültür alanlarına da yansıdı. Bunlar çok partili demokratik hayatımızın şekillenmesinde önemli rol oynadı. Demokrat Parti-Adalet Partisi çizgisi muhafazakâr kesimlere daha sıcak yaklaşırken Cumhuriyet Halk Partisi, laikliği öne çıkardı. Adalet Partisi çizgisinden ayrılanlar tarafından kurulan Millî Nizam ve daha sonra da Millî Selamet Partilerinde temsil edilen “Millî Görüş”, 1970’lerden günümüze uzanan süreçte Türkiye’deki siyasi, sosyal ve kültürel gelişmelere damga vurdu. 1994’te mahallî seçimlerde, 1995’te ise genel seçimlerde büyük bir başarı kazanan, bu çizginin yeni temsilcisi Refah Partisi, kısa süren Anayol Hükûmeti’nden sonra Doğru Yol Partisi ile koalisyon hükûmeti kurdu. 8 Temmuz 1996’da TBMM’de güvenoyu alan Hükûmet, ordu başta olmak üzere bir takım çevreler tarafından tepki ile karşılandı.
1990’lı yıllara, Türkiye açısından bir yandan büyük ümitler öte yandan endişe verici gelişmelerle girmiştik. Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin dağılması, Türk dünyasında bağımsız devletlerin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Gerçi biz hazırlıksızdık, yeni cumhuriyetler hâlâ eski rejimin kalıntısı olan yönetim aygıtlarıyla yönetiliyordu. Yine ekonomi, teşkilatlanma, eğitim, teknoloji bakımlarından engeller çoktu. Ama Turgut Özal’ın dediği gibi, bütün bunlara rağmen “Türkiye’nin önünde hacet kapıları”nın açıldığına inanıyorduk.
Maalesef Türkiye ve Türk devletleri, dikensiz bir gül bahçesine girmek konumunda değildi. Yeni dünya düzeni arayışları, tarihin sonu, medeniyetler çatışması tartışmaları arasında, 1990’ların başında Türkiye’de giderek artan bir dozda laik-antilaik kutuplaşması yaşandı. Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu cinayetleri, Madımak Katliamı bu kutuplaşmayı arttırmak isteyen çevrelerce kullanıldı. Refah Partisinin belediye seçimlerini kazanması, bazı “laikçi” çevrelerde kısmen istihza kısmen de endişe ile karşılandı. Genel seçimlerde Refah Partisinin birinci çıkması, bu duyguları güçlendirdi.
Böyle bir ortamda zamanın Başbakanı merhum Erbakan’ın Mısır, Libya ve Nijerya ziyaretleri ve bilhassa Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin çadırda kabul ettiği Başbakan’a söylediği sözler infiale yol açtı. Bunu, Aczmendilerin Ankara’daki gösterileri, Erbakan’ın tarikat şeyhlerini Başbakanlıkta iftara davet etmesi, 30 Ocak 1997’de Sincan’da düzenlenen ve İran büyükelçisinin misafir olduğu Kudüs Gecesi takip etti. Özellikle bu son hadise üzerine 4 Şubat 1997’de tanklar ve zırhlı araçlar Sincan’da âdeta bir gövde gösterisi yaptı. Üst düzey komutanlar, irticanın PKK’dan tehlikeli olduğu yönünde açıklamalar yaptı.
Neticede, 28 Şubat 1997’de, askerlerin ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ağırlığını koyduğu 9 saatlik Millî Güvenlik Kurulu toplantısında askerlerin hazırladığı 18 maddelik kararlar kabul edildi. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, ön yazıyı imzalamakla birlikte kararları imzalamadığını ifade etmiştir. Bu kararlarda özetle;
“Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni hedef alan rejim aleyhtarı faaliyetler karşısında ödün verilmemesi, hükûmetin Devrim Yasalarına uygunluğu sağlaması, savcıların, Devrim Yasalarının ihlalini oluşturan davranışlar karşısında harekete geçmeleri, yasaları ihlal eden dergâhların kapatılması, eğitim politikalarında yeniden Tevhidi Tedrisat Kanunu ruhuna uygun bir çizgiye gelinmesi, temel eğitimin kesintisiz olarak 8 yıla çıkarılması, ihtiyaç fazlası imam-hatip okullarının meslek liselerine dönüştürülmesi, Kur’an Kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı okullarda düzenlenmesi, kökten-dinci kadrolaşmanın önüne geçilmesi, İran'ın Türkiye'nin içişlerine karışmasını önleyici politikalar uygulanması, irticai faaliyetlere karıştıkları için TSK'daki görevlerine son verilen subay ve astsubayların belediyelerde istihdam edilmelerinin önüne geçilmesi, laiklik aleyhtarı yayın çizgisi olan TV kanalları ve özellikle radyo kanallarının verdikleri mesajların dikkatle izlenmesi ve bu yayınların Anayasa'ya uygunluğunun sağlanması, Millî Görüş Vakfı'nın bazı belediyelere yaptığı usulsüz para transferlerinin durdurulması” gibi hususlar yer almaktadır.
Bu kararların yumuşatılmasını isteyen Erbakan’ın talebi kabul görmedi ve neticede Refah Partisi hakkında kapatma davası açıldı. Yüksek mahkemelerin başkan ve üyeleri, Genelkurmay Başkanlığına çağrılarak kendileri irtica konusunda bilgilendirildi. Bütün bu gelişmeler üzerine Başbakan Necmettin Erbakan istifasını verdi. Koalisyon ortakları, Başbakanlığın DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’e verilmesi konusunda anlaşmıştı ama Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yeni hükûmeti kurma görevini Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. ANAP, DSP ve Doğru Yol Partisinden ayrılanların kurduğu koalisyon hükûmeti döneminde, daha önce MGK kararlarının uygulanmasının takibi için gayriresmî olarak teşkil edilen Batı Çalışma Grubu resmîleştirildi.
28 Şubat bir süreçtir. Öncesi var, Erbakan’ın istifasından sonraki gelişmeler var. Hatta Ak Parti iktidarı döneminde devam eden yönleri var. Nitekim 2008’de Ak Parti ile MHP’nin baş örtüsü yasağını kaldırmak için kabul ettikleri yasanın Anayasa Mahkemesi tarafından iptali ve akabinde üniversiteler başta olmak üzere bir takım kamu kuruluşlarından baş örtüsü yasağının daha da sert bir şekilde tatbiki, Ak Parti hakkında kapatma davası açılması bunun göstergelerindendir. Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat sürecinde, paradoksal bir şekilde 28 Şubat kararlarının hedef aldığı dinî yapıların destek verdiği bir iktidar dönemi başladı. Her ne kadar 2008’e ve bir dereceye kadar 12 Eylül 2010 Halk Oylaması’na kadar cihet-i askeriye, kontrolü elde tutmaya çalıştıysa da neticede Ergenekon ve Balyoz Davaları gibi gelişmelerle “Millî Orduya Kumpas” kuruldu. Dönem içinde Ak Parti ile birlikte hareket eden “Hizmet hareketi” ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında başlayan gerilim, 17-25 Aralık’ta zirve yaptı. 15 Temmuz FETÖ kalkışmasına ve oradan da günümüze uzanan gelişmelerde, 28 Şubat sürecinin tesirleri olduğu muhakkaktır.
Peki, bütün bu hadiselere bugünden baktığımızda hangi dersleri çıkarmalıyız? Temel çatışma noktası din ve laiklik gibi görünse de bu süreçte yaşanan gelişmeleri yönlendirenlerin dünyadaki yeni düzen arayışlarından yalıtılmış bir şekilde bunu yaptıkları düşünülemez. İsrail ve ABD başta olmak üzere, Türkiye üzerinde planları olan güçler akla geliyor. İlginç bir şekilde, dönemin etkili komutanlarından biri, ABD’ye karşı 28 Şubat kararlarında olumsuz olarak bahsedilen İran ve Rusya ile yakınlaşmak gereğinden bahsedebilmiştir.
İçeriden baktığımızda ise, bu topraklardaki varlığımızın teminatı olan ordumuza, samimi inancı dışında, belirli tarikat veya cemaat liderlerinden talimat alan kişilerin organize bir şekilde sızmasının nelere yol açtığı, 15 Temmuz’da apaçık görüldü. Geriye bakıldığında ise terörle mücadelede devleti haksız duruma düşüren bazı vakaların, aslında nasıl meydana geldiği de daha iyi anlaşıldı. Bununla beraber resmin öbür yüzü de çok mühim. Türk ordusunun yöneticilerinin, oğlunun orduevindeki düğününe alınmayan başörtülü anne vakasının simgelediği duruma yeterli hassasiyeti göstermediği ve toplumun büyük bir kesiminde hayal ve gönül kırıklığına yol açtığı da bir gerçektir. Bir takım art niyetli çevrelerin bunları kullanması tabii idi. Ama maalesef gerek üniversitelerde gerekse kamu kuruluşlarında anlamsız bir başörtüsü düşmanlığı vardı. Bizler bunu üniversitelerde yaşadık.
Laikliği laikçilik olarak uygulamanın faturası ağır oldu. Ona altı yılı aşan Ak Parti iktidarında ise dinin bir takım “cemaat” yapılanmaları tarafından özüne tamamen aykırı olarak istismar edilmesi, bu yapıların siyasete, devlet kurumlarına nüfuz etme çabaları karşısında yeterli tedbirler hayata geçirilmedi. Din adına yapılan tartışmalar insanımızın manevi dünyasında telafisi zor tahribata yol açtı. Bu ise toplumun farklı kesimlerinde dinî konularda bunalımlara, ateizm-deizm tartışmalarına, farklı arayışlara sebebiyet vermektedir. Bu durumda Türk devleti, tam ve kâmil manada din hürriyetini sağlarken dinî yapılanmaların siyaset alanına ve devletin kurumsal yapılarına örgütlü bir şekilde müdahil olmalarına da geçit vermemek durumundadır. Baskı altına almak, yeraltına itmek çözüm değildir; bu yapılanmaları devletin gereği gibi denetlemesi esas alınmalıdır.
28 Şubat sürecinde İmam-Hatip Okullarının “önünü kesmek” maksadıyla getirilen 8 yıllık kesintisiz eğitim sisteminin mesleki eğitim açısından yol açtığı olumsuzlukları herkes teslim etmektedir. Eğitim sistemimizin geldiği nokta ortadadır ve yeni Millî Eğitim Bakanı’ndan beklentilerin yüksek olmasının temelinde, kendisinin, öncesiyle sonrasıyla 28 Şubat sürecinin toplumda derinleştirdiği yarılma ve ayrışmayı telafi edebilecek bir anlayışa sahip bulunması yatmaktadır.
28 Şubat’ın, mimarlarının ve uygulayıcılarının ön gördüğü şekliyle “bin yıl” sürmesinin söz konusu olmayacağı anlaşılmıştır. Ne var ki, yol açtığı travmalar, siyasi, ideolojik ve kültürel kutuplaşmaların tesirlerinin epeyce daha süreceği kesindir. Onun içindir ki, ülkesini ve milletini samimiyetle sevenlerin, bu sürece gidişte ve sonrasında yaşananları serinkanlılıkla değerlendirmesi gerekir.