TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

İSTİŞARE

İSTİŞARE

Mehmet Öz[1]

 

“Onların işleri aralarında danışma (şûra) iledir.” Kur’an, 42/38 (Şura Suresi)

“Meşveretten kimse hüsran bulmadı/Meşveret iden pişman olmadı”

                                                                      

Osmanlı padişahlarından Yıldırım Bayezid ile ilgili çok ilginç bir anekdot vardır. Anonim Tevârih-i Âl-i Osmân’daki anlatıya göre, Yıldırım’ın hiddetinden devlet adamları çok çekinir, bazı hâllerde söylemek istedikleri şeyleri onun maskarası olan Habeşli bir “Arab”a söyletirlermiş. Mesela bir keresinde “bir nice kişilere katı gazabı vaki” olduğunda korkudan ses çıkaramayan devlet adamları “Buna çare olursa mashara Arab’dan olur,” diyerek onu Divan’a getirtirler. Arab, Sultan’a “bunların pesi yaramazdır, hepsini öldürelim (kıralım)” deyince Yıldırım başka suçları da var zannıyla nedenini sorar. Arab der ki: “Hey Sultanum! Bunlar neye gerek. Üşte Timur Han leşker çeküp geliyorur dirler. Sen buları kır, dahı sen sancak götür benl tabl (davul) çalayım. Varalum Timür’le uğraşalum. Heman biz ikimüz ona cevab virürüz.” Bunun üzerine düşünceye dalan Sultan, o halkı serbest bırakır.

Burada aslında sadece Yıldırım Bayezid değil, ondan çekindikleri için fikirlerini açıkça söyleyemeyen, konumu gereği padişahın her türlü hâline müsamaha gösterdiği bir maskarayı kullanarak durumu kurtarmaya çalışan (günümüzde bolca örneği bulunan) devlet adamları da sert bir eleştiriye tâbi tutulmaktadır.

Türk-İslam siyaset düşüncesinin ve devlet geleneğinin en temel ilkelerinden biri istişare, yani işleri danışarak görme ilkesidir. Esasen işlerin görülmesinde işi bilenlere danışmanın evrensel bir mahiyeti vardır. Kadim Türk geleneğinde kurultay en geniş manada istişari toplantıdır. Bunun yanında devlet yöneticilerinin her zaman işlerini istişare ile hallettikleri de malumdur. Mesela, Osman Gazi’nin uçtaki beyler tarafından “han dikildi”ğini nakleden Yazıcızade Ali de bunun bir kurultay sonucu olduğunu ifade eder ve hatta bu kurultayı anlatırken, “O zamanlar ‘Oğuz töresi’nden bakiye vardı, şimdiki gibi unutulmamıştı,” diyerek de hayıflanır.

İdarecilerin âlim ve tecrübeli kişilerle müşavere etmeleri, siyasetname ve nasihatname türündeki eserlerde sıkça vurgulanan hususlardan birisidir. Allah’ın Peygamber’e bile istişareyi emrettiğini belirten Nizamülmülk’e göre müşavere etmemek (danışmamak) zayıf fikirlilerin işidir. Nizamülmülk’ün atıfta bulunduğu Âl-i İmran suresinde Uhud Savaşı’ndaki yenilgi sürecinde münafıkların söylemlerine karşı, Peygamber’e hitaben, müminlere karşı nazik tutumu takdir edildikten sonra onlar için Allah’a bağışlanma dileğinde bulunması “ve iş konusunda onlarla istişare et”mesi emredilmektedir (Kur’an, 3/159).

On altıncı yüzyıl sonlarında (1595-96) eserini yazan Bosna Akhisar’ından Hasan Kâfî’ye göre, devlet ve toplum düzeninde ortaya çıkan bozuklukların başlıca sebepleri şunlardır: Birincisi adalette ihmaldir; bunun sebebi ise halkın işlerini ve ülkenin meselelerini ehil kişilere tevdi etmemektir. İkinci sebep müşaverede ihmaldir. Bunun altında ise idarecilerin ulemaya üstten bakmaları ve akıllı kişilerin sohbetine katılmaktan utanmaları yatar. Üçüncüsü ise asker tedarikinde ve tedbirde ihmaldir; bu da askerlerin ümeradan ve seraskerlerden korkmamasından kaynaklanmaktadır. Yani devleti ayakta tutan adalet ve devleti iç ve dış tehlikelerden koruyan ordunun yanında üçüncü önemli faktör olarak danışma/istişare gösterilmektedir. Yöneticilerin bilginlere, alanında uzman kişilere danışmayı zül addetmesi veya bilgililer karşısında kendi cehaletlerinin ortaya çıkmasından çekinmeleri istişarede ihmalin sebebidir.

***

Türk devletlerinin teşkilat yapısında hükümdar, danışman veya nazırlar ile danışma meclisi niteliğindeki kurumlar (kengeş, kurultay, divanlar, meşveret meclisleri vb.)  önemlidir. İslam Öncesi Dönem’in kurultayları, danışma ve önemli işleri karara bağlama açısından etkiliydi. Modern toplumlarda ise ülke yönetiminde, halkın seçtiği temsilcilerin merkezî bir yeri vardır. Meclisler en üst düzeyde istişare mekanizmalarıdır. Modern demokrasilerde halkın rızasının alınması da istişare mekanizmasının gereğidir. Devleti yönetmeye talip olanlar halk desteğini sağlamak için kitlelerin gönlünü kazanmalıdır. Halka tepeden bakarak, halkın görüşlerini ve taleplerini küçümseyerek desteğinin alınamayacağı açıktır. Halk desteği olmadan da ülkenin istikrarlı bir şekilde yönetilmesi mümkün olmaz.

Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, Meclis’ten çeşitli kurumlara ve STK’lara kadar pek çok teşkilatta istişare, danışma kurulları mevcut ise de bunların büyük kısmı maalesef gerçek işlevlerinden uzaktır. En mühimi ise devlet yönetiminde ve kurumlarda danışman, başdanışman adı altında istihdam edilen binlerce kişiden pek azının gerçek anlamda fikrine danışılan kişiler olduklarıdır. Gerçek manada istişare, danışma olgusunun çeşitli katmanları ve kademeleri olup bunların layıkıyla işletilmesi toplumun refahı ve devletin kudreti açısından elzemdir. Kamuoyu desteğinin sağlıklı ve adil seçimlerle kazanılması demokrasinin olmazsa olmazıdır. Yönetim kademelerinde, yargıda ve yasamada her konunun ehline verilmesi, yani emanet ilkesi de ancak istişare ile mümkündür. Her kurumda yaşadığımız önemli problemlerin kaynağında yatan en önemli sebeplerden biri işlerin ehline değil eyyamcı zihniyetlilere danışılarak yapılmasıdır.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken temel hususlardan biri de istişarede, danışmada tek özelliği “bizden” olmak olanlara değil, konu ne ise o alanda bilgisi ve tecrübesi ile temayüz etmiş kişilere öncelik vermektir. Siyaset alanında elbette partilerin fikren ve zihnen kendilerine yakın kişileri danışman olarak istihdam etmesi makuldür. Burada ölçü, liyakat ve ehliyet olmalıdır. Devlet kurumlarında ise sadece “bizden” olanlar değil “biz”e çok aykırı gelen fikirler ileri sürse de alanı ile ilgili uzmanlığı tescilli zevatın görüşlerine başvurulması şarttır. Namık Kemal’in dediği gibi “müsademe-i efkâr”dan yani fikirlerin çatışmasından “bârika-i hakikat” yani gerçeğin kıvılcımı doğar. Tarihte büyük medeniyetler kurup uzun süre ayakta kalan siyasi oluşumlar farklılıkları bir uyum içinde bir arada tutma becerisi gösterenlerdir. Bunlardan biri de altı asrı aşan ömrünün dört yüz yılında üç kıtada hüküm sürmeyi başaran Osmanlı Cihan Devleti’dir. Huzurunda farklı görüşleri tartıştıran, farklı inançlara sahip âlim ve sanatkârları sarayında istihdam eden Fatih Sultan Mehmed bu anlayışın zirve temsilcisidir.

Günümüzde istişare veya danışma uygulaması sıklıkla “sözde” danışma için çağrılan ilim ve fikir sahibi zevata bir çerçeve çizilerek, o kapsamda önerilenler üzerinde fikir sorulması şeklinde tezahür edebiliyor. Olması gereken; deprem, çevre, hayat pahalılığı, nüfus ve göç meselesi, aile kurumunun geçirdiği değişim veya uğradığı tahribat, cinsiyetsiz toplum tasarımı, dijital çağın imkân ve riskleri, güvenlik vb. pek çok meselemizde uzmanların bir araya gelerek müzakereler yapması ve raporlar hazırlamasıdır. Hiç şüphesiz bu konularda farklı hatta taban tabana zıt görüşler de olacaktır. Bu bağlamda dikkat edilmesi gereken husus ise ele alınan konulardaki somut verilerin mümkün mertebe nesnel bir üslupla ortaya konulmasıdır. Bunun ardından yapılacak tahlillerde ve sunulacak önerilerde elbette farklılıklar olabilir. Uygulama makamlarına düşen, bunları doğru bir şekilde değerlendirip her bir konuda kapsamlı politikalar üretip hayata geçirmektir.

Geniş bir danışma ortamı oluşturmak açısından önemsediğim bir husus ile yazımın bu bahsine son vereceğim. Son yıllarda çokça kullandığımız kelimelerden biri de “kutuplaşma”dır. Siyaset erbabı, kendi destekçi kitlelerini pekiştirmek için ötekileştirici diller kullansa da her şeye rağmen Türk milletinin ezici çoğunluğu farklılıklar içinde bir arada yaşama kültürünü içselleştirmiştir. Televizyon kanallarının çoğunda tek taraflı siyasi tartışma programlarına yer verilmesi, propaganda açısından tercih edilse de toplum nezdinde çok itibar gördüğü söylenemez. Unutmayalım ki sadece hoşuna gideni duymaya teşne, başka seslere sağır kulaklarla sağlıklı bir danışma zemini kurulamaz. Sesi daha yüksek çıkan haklı değildir. Demagojiye, belagata, laf ebeliğine değil akla ve bilime dayalı serinkanlı uzmanlık diline itibar etmeliyiz. Bilime, akla ve sağduyuya dayanarak millî varlığımızı ve birliğimizi güçlendirmek için adalet, liyakat ve istişare/danışma ilkelerine sıkı sıkıya uymalıyız.

 

 

EROL GÜNGÖR

 

Türk Yurdu’nun bu sayısında Erol Güngör hakkında yazılara yer verildiğinden ben de bu vesile ile bir yıl önce, 2023 Nisan sayısında çıkan “Erol Güngör ve Geçmişten Geleceğe Türk Milliyetçiliği” başlıklı yazımın bazı bölümlerini aşağıya derç ediyorum.

 

Yirminci yüzyılın üçüncü çeyreğinde, bilhassa 1970’lerde ve vefat ettiği 1983 yılına kadar Türk milliyetçiliğinin en önemli düşünürü olarak temayüz eden Erol Güngör’ün düşünce dünyasının temelinde, Türk milletinin tarihî müktesebatına ve Türk-İslam medeniyetine olan derin iman yatar. İslam âlemi üzerinde Türk hâkimiyeti kurulduktan sonra bu medeniyeti Türkler temsil etmiş, diğer İslam kavimleri ona ciddi bir katkıda bulunmamıştır. Dolayısıyla ortada sadece Türk medeniyeti ve onun en gelişmiş örneği olan Osmanlı medeniyeti vardır. “Dünyada Türkler kadar eski bir tarihe sahip olan pek az millet gösterilebilir,” diyen Güngör’e göre, “insanlığın ortak kıymetleri sayılmaya lâyık beşerî hasletleri, Türk kültürü kadar geliştirmiş ve yaymış başka bir kültür de yoktur. Batı ile bizim kadar uzun ve çetin mücadelelere girdiği hâlde bizim kadar ona mukavemet etmiş olan ve bu mukavemeti devam ettiren bir başka millet gösterilemez. Bu direnmenin sebebini Türk milletinin intibak kabiliyetindeki eksiklik yerine, Türk kültürünün çok sağlam ve köklü oluşu, hatta beşerî ve ahlâkî kıymetler bakımından Batı medeniyetine üstün oluşu ile izah etmek daha doğru olur.”

Onun nazarında Türk tarihinin zirvesi Osmanlı Devleti ve medeniyetidir. Bunu, daha önce de çeşitli yazı ve konuşmalarımda tekrar ettiğim gibi şöyle dile getirmiştir:

Türk milleti bu uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğu’nu kurdu. Bizim tarihimizin bütün evvelki safhaları, bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova gibidir. Kurduğumuz bütün devletler Beethoven’ın ilk sekiz senfonisi gibi hepsi birbirinden güzel eserler olmuştur; fakat dokuzuncu senfoniyi dinleyen bir insan nasıl bütün diğerlerinin müzik tarihindeki en büyük eser için hazırlık olduğu intibaını alırsa, Osmanlı İmparatorluğu’nu anlayan bir insan da bizim bütün devletlerimizin bu imparatorluk istikametinde birer ön çalışma gibi olduğunu görecektir.”

İslamiyet’in Türk millî kültürünün ve Türk kimliğinin temel unsurlarından biri olduğuna inanan Güngör’ün hicri 15. yüzyıla giriş münasebetiyle hazırladığı İslamın Bugünkü Meseleleri (1981) ve ondan bir yıl sonra yayımlanan İslam Tasavvufunun Meseleleri kitapları o yıllarda büyük etki yapmıştı. Bu eserler Güngör’ün İslam tarihi ve medeniyeti hakkındaki bilgisinin derinliğini ortaya koyduğu gibi İslam dünyasındaki güncel fikrî tartışmaları da yakından izlediğini gösteriyordu. İslamiyet’e geçişin Türk millî karakteri için önemini vurgulayan Erol Güngör, bu değişmenin büyüklüğünün bizi daha önceki Türk kültürüne karşı körleştirmemesi gerektiğini, millî varlığımızın temel taşlarından olan dilimizin bu geçmişten intikal ettiğini, İslam öncesinde de Türklerin büyük bir medeniyet potansiyeli taşıdıklarını, Türklerin yerleşik medeniyeti ilk defa Anadolu’da görmediklerini, bununla birlikte Anadolu ve Rumeli’de meydana getirdikleri kültürel gelişme sürecinde Asya’dan ve İslam’dan aldıklarının yanında, mahallî kültürlerden de az da olsa bazı unsurların alındığını belirtir.

(….) “Milliyetçilik ve Medeniyetçilik” başlıklı yazısında millî kültürlerin insanların kaynaşmasını engellediği, milliyetçiliğin ayırıcı bir ideoloji olduğu ve Batı medeniyetinin bütün dünyayı kapladığı iddialarının milliyetçilik hakkında yanlış telakkilerden kaynaklandığı kanaatini serdeder. Ona göre:

Manâsını ve fonksiyonunu büyük ölçüde kaybetmiş şeylerin medeniyet adına empoze edilmesi medeniyete karşı en büyük kötülüğü teşkil eder. Milliyetçilerin millî kültür davası işte bu soysuzlaşmayı hedef tutmaktadır. Milliyetçilik, millî kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı hâline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri hâlinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet dâvasıdır.”

(…)

Erol Güngör’ün vefatından bu yana 41 yıl geçti. Bu zaman zarfında dünyada, siyasetten teknolojiye kadar bütün alanlarda çok büyük değişmeler yaşandı. Şimdi “Dijital Çağ”ın meydan okumaları ile karşı karşıyayız. Bir ara âdeta ölüm ilanları yayınlanan millî devlet, millet ve kimlik yeni şartlara göre yeniden şekilleniyor, tanımlanıyor. Türk milliyetçiliği de özellikle genç nesillerin fikir ve zihin dünyasında yenileniyor ve bu kapsamda farklılaşan yorumlar ortaya çıkıyor. Öyle zannediyorum ki Güngör’den alacağımız en önemli ders; çağımızı iyi okumak, geleceğe dair sağlıklı öngörülerde bulunmak ve Türk milletinin uzun tarihî yolculuğunu bütünlük içinde kavrayıp, sonraki menzillere gidecek yolları sağlam ve güvenli bir şekilde açmaya çalışmak olmalıdır. Yazıyı Güngör’ün fikrin, sanatın ve ilmî çalışmaların önemi hakkındaki şu sözleriyle bitirmek yerinde olacaktır:

“Medeniyetleri politikacılar yaratmaz; medeniyet, âlimlerle sanatkârların işidir.”

 

 

[1] Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi. Türk Ocakları Genel Başkanı.