TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

SURİYE’NİN KUZEYİ VE DOĞU AKDENİZ’DE SON DURUM

Gazeteci Ardan Zentürk’e 1988 yılında, eski Dışişleri Bakanı ve 12 Eylül öncesinde Senato Başkanı ve Cumhurbaşkanı Vekili olan İhsan Sabri Çağlayangil’in söylediği sözler çok çarpıcı. Zentürk’ün Batı, Türkiye’nin nereye kadar güçlenmesine izin verir?” sorusuna Çağlayangil şu cevabı verir: “Yunanistan’ı ezmeyecek, İsrail’i tehdit etmeyecek kadar.”

Bu kısa ve çarpıcı cevap aslında kökleri tarihe uzanan bir rekabet, mücadele, husumet ve ön yargının özetidir. Bugün de, tarihî birikimi, jeopolitik konumu itibarıyla bölgesinde ve zaman içerisinde de çevresinde büyük bir güç olma potansiyelini barındıran bir Türkiye var. Küresel egemenlik mücadelesinin baş aktörleri için bölge güçleri her zaman göz önüne alınması gereken, kendi hâlinde bırakılması tehlikeli, havuç-sopa siyasetiyle “terbiye” edilmesi şart olan tehditlerdir.

1990’lardan günümüze uzanan süreçte devam eden küresel egemenlik mücadelesi çerçevesinde, İslam dünyasına yönelik plan ve tasarımların acı sonuçlarını hep birlikte yaşadık; yaşıyoruz. Görünüşte demokrasi, insan hakları veya bölgedeki bazı unsurların hakları gibi yaldızlı gerekçelerin arkasında yatan yalın gerçeği hepimiz biliyoruz: İsrail’in güvenliği, ulaşım ve iletim hatlarıyla enerji ve su kaynaklarının kontrolü mücadelesi.

Türkiye’nin 1980’lerden bu yana PKK adlı taşeron terör örgütüyle uğraşmak zorunda kalması, Suriye’nin kuzeyinde vahşi ve barbar radikal dinci IŞİD’e karşı, modern görünümlü kadın savaşçılarıyla(!) PKK’nın uzantısı PYD-YPG’nin parlatılması, Türkiye’nin devşirilmiş hainler tarafından maruz bırakıldığı 15 Temmuz ihaneti vb. gelişmeler aslında bu genel tasarımın yansımaları ve sonuçlarından ibarettir. Bu meselede, elbette suçu ve sorumluluğu komplocu güçlere yıkarak kendi sorumluluk ve hatalarımızı örtemeyiz. Türkiye ve dünyayı bilen, tanıyan devlet adamları, siyasetçiler ve aydınların önemli bir kısmı bu süreçte gerekli uyanıklık ve basireti gösterememiştir.

Geçmişi asla unutmamalıyız ama aslolan şimdi ve gelecektir. Bugün üzerimize düşeni yapmak ve geleceğe yönelik sağlıklı siyasetler üretmek ve hayata geçirmek zorundayız. Tarih bunun için bir pusula işlevi görür ama hava şartları hep belirli bir kalıpta tezahür etmediğinden farklı ihtimallere göre farklı hazırlıklar yapmalıyız. Türkiye’de belirli çevreler epey bir müddettir, bize karşı belirli meselelerde hasmane tavır alan ABD başta olmak üzere bazı NATO ülkelerine karşı Rusya-Çin-İran hattında Avrasyacı bir yönelimi savunmaktadır. Ancak hem tarih hem de günümüzde yaşanan gelişmeler bize açıkça gösteriyor ki, bu üç devletle de Türkiye’nin ve Türk dünyasının çok ciddi tarihî, siyasi, ekonomik problem alanları mevcuttur. Suriye’de Rusya ile kısmen birlikte hareket ediyor gibiyiz ama esasta çok farklı pozisyonlarımız var. Keza Libya’da karşı karşıyayız. Çin’in temkinli ama ihtiraslı Kuşak Yol Projesi sadece bizi değil dünyanın önemli bir kısmını tahakküm altına alabilecek bir potansiyel taşımaktadır. Ekonomik bakımdan şimdiden pek çok ülkeyi etki altına alan Çin’in Doğu Türkistan’da iki yıldır uyguladığı sözde eğitim kampları dâhil baskıcı, asimilasyoncu soykırım politikasına karşı İslam âleminden pek bir ses yükselmiyor.  ABD, Rusya ve Çin gibi devletlerle ilişkisinde denge siyasetine dikkat eden Türkiye de Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı post-modern soykırım karşısında yeterli tepkiyi vermek bir yana İstanbul Havalimanını Çin dostu ilan ediyor.

ABD’nin 1990’lardan beri ısrarla ve tutarlı bir şekilde medeniyet coğrafyamızı yeniden tanzim çalışmaları devam etmektedir. Irak, Suriye, Libya, Yemen vb. devletlerin tekrar üniter bir yapıya kavuşması pek mümkün gözükmüyor. Daha da önemlisi bu coğrafyada etnik ve mezhebi düşmanlıklar keskinleştirildi. Truva atı olarak kullanılan PKK, IŞİD ve türevleri gibi örgütler marifetiyle bir yandan Araplar, Türkler, Kürtler öte yandan Şiiler ile Sünniler arasındaki problemler kangren hâline getirildi. Böylece İsrail’in güvenliği ve büyümesi büyük ölçüde teminat altına alınmış oldu. Müslümanların kaynakları âdeta çarçur edilerek yüz yıllık bir kargaşa ve fetret döneminin zemini meydana çıkartıldı.

Bunlar komplo teorisi değil gerçekler. Çünkü tarihte milletler mücadelesi bu şekilde devam ediyor. Bu tespiti yapmak, bahsedilen devletlerin ve toplulukların kendi sorumluluklarını, hadiselerdeki hata ve yanlışlarını tabii ki ortadan kaldırmıyor.

Türkiye’miz 1980’lerden bu yana bölücü terör örgütüyle mücadele ediyor. Mesele, Kürt kardeşlerimizin hakları değil Türkiye’yi zayıflatma meselesidir. Maalesef bu yalın gerçeği görmeyip “açılım” ve “çözüm” adı altında bu ülkenin büyük acılar yaşamasına sebebiyet verildi. Kuzey Irak’taki yapılanmanın ardından Suriye iç savaşı kullanılarak Suriye’nin kuzeyinde terör koridoru oluşturuldu. Başlangıçta maalesef selam gönderdiğimiz Kobani ve diğer kantonların birleştirilerek Türkiye’nin güneyden kuşatılmasına 15 Temmuz ihanetinin ağır tahribatına rağmen Türk ordusu “Dur!” dedi. Ama tehlike ortadan kaldırılmamış sadece sınırlandırılmıştır. Fırat kalkanı ve Zeytin dalı harekâtlarından sonra Barış Pınarı Harekâtı’nda maalesef arzu edilen hedeflere ulaşılamadan Harekât’a son verilmiştir. İdlib hâlâ patlamaya hazır bomba konumundadır. Son dönemde fazlasıyla Doğu Akdeniz, Libya ve Adalar meseleleri gündemi işgal ettiği için Suriye’nin kuzeyinde ABD ve Rusya’nın müzahir olduğu bir PKK yapılanması (Onlar başka adlar bulsa da bu böyledir.) epeyce yol almıştır.

Bazı şeyleri çabuk unutuyoruz. Mesela, Ocak ayında Rand Corporation Raporu yayımlanmıştı. Bizim bazı gazeteci ve kanaat önderi zevatımız buna bir ay kadar sonra tepki verdi. Şimdi oradan bir kısa bölümü dikkatinize sunuyorum:

“PKK ve diğer şiddet yanlısı Kürt gruplar tarafından yürütülen ve devam edegelen ulus-ötesi isyanla mücadele etmek için daha sert tedbirlerin devam etmesi ve Kürtlerin ve diğer millî azınlıkların endişelerine cevap verecek daimi bir çaba sarf edilmediği için, Türkiye’nin iç güvenliği tehlike arz etmeye devam edecektir.”

Mesaj bellidir: Kürtler ve –her kimse- diğer azınlıkların taleplerini karşılamadığınız takdirde başınız ağrımaya devam edecektir. Tabii bu taleplerin ABD-İsrail ikilisinin çıkarlarıyla uyumlu olması da sadece tesadüften ibaret kalacaktır.

ABD, gözümüzün içine baka baka PKK’nın uzantısına silah ve mühimmat verdi; şimdi de onlarla problemli Kürt grupları bir araya getirdi. Böylece demografik açıdan temizlik yaptıkları bölgede bir PKK’istan kurma çabalarını yeni bir aşamaya getirdi.

Geçtiğimiz günlerde bölgeyi ziyaret eden ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’nin “Türkiye terör örgütlerine askerî operasyon yapmayacak” şeklinde açıklama yaptı. (Dışişleri Bakanlığımız Türkiye’nin PKK ile mücadelesinin her hâlükârda devam edeceğini açıklayarak bu beyanı örtük olarak yalanladı.) Gazetelerde yer alan haberlere göre; “ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, Suriye’nin Haseke ve Deyrizor illerinde YPG/PKK elebaşları ve Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) temsilcileriyle bir araya geldi. Terör örgütü YPG/PKK ile ENKS’nin bir an önce uzlaşmaya varmasını isteyen Jeffrey güvence verdi. Jeffrey, Deyrizor’da ise PKK/YPG’nin sözde askeri konseyi ve yerel meclis üyeleriyle buluştu. Buradaki görüşmede bölgede sükûnetin önemini vurgulayan ABD temsilcisi, bölge halkına hizmetlerin temin edilmesinin gerektiğini söyledi. Görüşmelerin ardından Erbil’e giden Jefrey, Mesut Barzani’ye bilgi verdi.”

***

Doğu Akdeniz’deki mücadelemizde, 27 Kasım 2019’da Türkiye ile Libya’nın meşru yönetimi arasında imzalanan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması”na ilişkin anlaşma ile aynı zamanda imzalanan “Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası” çok önemli bir dönüm noktasıydı. 2000’li yıllarda yapılan çalışmalara göre, Doğu Akdeniz’de tespit edilen doğal gaz rezervlerinin Avrupa’nın yaklaşık 30 yıllık ihtiyacını karşılayacağı söylenmektedir. Bu meseleyi yıllardır dile getiren Deniz Kuvvetleri Komutanlığının Eski Kurmay Başkanı Tümamiral Dr. Cihat Yaycı, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan ikilisinin AB tarafından desteklenen planlarının hayata geçmesi durumunda, Türkiye’nin hakkı olan yaklaşık 189.000 kilometrekarelik yetki alanının 41.000 kilometrekare ile sınırlandırılacağını ikaz etmiş; bu gerçekleşmeden yapılması gereken iki şeyi ise şöyle ifade etmişti:

“… birincisi, Anadolu ile Afrika kıyıları arasındaki ortay hatta dayanacak şekilde Türkiye-Libya MEB [Münhasır Ekonomik Bölge] sınırının belirlenerek bir anlaşmanın ivedilikle akdedilmesi,

Diğeri ise, Karadeniz örneğinde olduğu gibi, Doğu Akdeniz’de Türk MEB’inin vakitlice ilan edilmesi ve KKTC’nin de bu politikaya uygun olarak MEB ilanında bulunması.”.

Doğu Akdeniz'de gerginliğin fitili ilk kez, Kıbrıs Rum Kesimi’nin Ada’nın etrafındaki doğal zenginlikleri işletmek için kuzeydeki Türk tarafının hukuki ve meşru haklarını hiçe sayarak bölge ülkeleri ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşmaları yapmaya yönelmesiyle ateşlendi. 2003'te Mısır, 2007'de Lübnan, 2010'da İsrail ile sözde MEB anlaşmaları imzalayan Kıbrıs Rum yönetimine karşı Türkiye ve KKTC'nin uyarıları sürdü. KKTC ve Türkiye, Birleşmiş Milletler (BM) aracılığıyla Rum tarafına hidrokarbon kaynakları konusunda ortak bir komite kurulması teklifi sundu.  Ancak Avrupa Birliği'nin (AB) desteğini arkasında gören Rum yönetimi bunu kabul etmedi.

Bu meseleyle ilgili önemli bir husus da Sevilla haritasıdır. İspanya’nın Sevilla Üniversitesinde, beşerî denizcilik coğrafyası alanında uzman Prof. Dr. Juan Luis Suarez de Vivero tarafından hazırlandığı için üniversitenin adıyla anılan bu harita, Yunanistan’ın Ege ve Akdeniz’de kıta sahanlığı olarak hak iddia ettiği alan ile Kıbrıs Rum yönetiminin 2004 yılında ilan ettiği MEB'in sınırlarının AB’nin resmî sınırları olduğunu öne sürmektedir. Bu haritaya göre Meis Adası’ndan başlayan Yunan kıta sahanlığı, güneye doğru Akdeniz’in ortasına kadar iniyor ve Türkiye’ye Antalya Körfezi dışında bir çıkış yolu tanımıyor. Türkiye, haklı olarak, 10 kilometrekarelik bir adanın 40 bin kilometrekare genişliğinde kıta sahanlığı alanına sahip olmasının akla da uluslararası hukuka da aykırı olduğunu iddia etmektedir. Haritanın bu açık haksızlığı, AB tarafından da kabul edilerek haritanın kendilerini bağlamadığı açıklanmıştır.

Son dönemde Türkiye, bölgedeki arama faaliyetler için “navtex” ilanları yaptı ve Deniz Kuvvetlerinin korumasında sondaj faaliyetleri yaparak kararlılığını gösterdi. Fransa’nın düşmanca tutum ve açıklamaları ile gerginleşen ortam, Almanya’nın aracılığıyla bir nebze olsun sakinleşti ve Türkiye, diyaloğa hazır olduğunu belirtmiş ve iyi niyet gösterisi olarak sismik araştırma yapan Oruç Reis Gemisi’ni geçici süreli olarak geri çekmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB Konseyi Başkanı Michel ve Almanya Başbakanı Merkel ile üçlü bir video konferans görüşmesi yaptı. Ankara ve Atina’nın ön görüşmelere hazır olduğu belirtilirken AB’yle ilişkilerde de olumlu gelişme beklentisi dile getirildi.

Bunun ardından Merkel’in de telkiniyle Macron da Erdoğan ile görüştü. Türkiye aleyhinde yapılacak tüm girişimleri gerçekleştiren Macron’un, AB zirvesi öncesinde Erdoğan’la görüşmek istemesi önemliydi. Merkel’in Türkiye’ye yaptırımlar konusundaki kararlı tutumu Macron’u geriletti. Türkiye karşıtı tutumunda Yunanistan ve Rum kesimi dışında AB içinden güçlü bir destek bulamayan Macron İtalya, İspanya, Portekiz ve Malta’dan destek bulabilmişti. Elysee Sarayı tarafından Erdoğan-Macron görüşmesine dair yapılan açıklamada; bir saatten fazla süren görüşmede Doğu Akdeniz, Libya ve Suriye konularının ele alındığı ve Macron'un Türkiye ile Yunanistan arasındaki istikşafi görüşmelerin başlayacak olmasından memnuniyet duyduğu belirtildi.

Bu meseleyle ilgili olarak şunu vurgulamamız gerekir. Doğu Akdeniz konusunda Türkiye’nin konumu çok haklıdır, bizim bu meselede atacak geri adımımız yoktur. Doğu Akdeniz’de en uzun sahile sahip ülke olarak Yunanistan’ın hasbelkader egemenliğine bırakılmış küçücük Meis Adası bahane edilerek Türkiye’nin haklarına tecavüze izin verilemez. Kıbrıs’ta da sadece Rumların değil Türklerin de bulunduğu ve dolayısıyla Doğu Akdeniz’deki doğal kaynaklarda onların da haklarının olduğu bir başka gerçektir.

Kısacası, Türkiye Irak’ın kuzeyinden Suriye’ye, oradan da Doğu Akdeniz ve Libya’ya uzanan hatta birliğine ve hak ve çıkarlarına sahip çıkma mücadelesi vermektedir. Bu mücadelede cepheyi genişleterek dikkatimizi dağıtma girişimlerine ve içimizdeki problemleri kullanarak bu hayati mücadelede zaafa uğramamıza sebebiyet verecek gereksiz enerji israfına karşı dikkatli olmak zorundayız.

Hamiş: 27 Eylül Pazar sabahı, 30 yıldır Karabağ’ı ve çevresindeki Azerbaycan topraklarını (Azerbaycan’ın yüzde 20’si) işgal altında tutan Ermenistan’ın sivil yerleşim yerlerine saldırısıyla başlayan çatışmalara baktığımızda Türkiye, Azerbaycan’ın haklı davasında yanında olduğunu açıkça ilan etmiştir. Azerbaycan ordusu işgal altındaki toprakları geri alma mücadelesini başarıyla sürdürmektedir. Türk Milleti onların başarısına duacıdır. Stalin tarafından Azerbaycan’ın bağrına bir hançer saplanmıştı, inşallah bizlerin duası ve desteğiyle Azerbaycan Türklüğü bu mücadeleyi kazanacak ve toprak bütünlüğüne karşı 30 yıldır süren bu tecavüze son verecektir.