TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

TARİH IŞIĞINDA GELECEĞİ İNŞA ÜZERİNE

Bilim adamı ve düşünür Milay Köktürk Türk Yurdu dergisinin 394. sayısındaki (Haziran 2020) yazısında şöyle diyordu:

Geleceği inşa ile geleceği kurtarma esas itibarıyla aynı şey değildir. Geleceği kurtarma, bir tür inşa olsa ve inşayı gerektirse de bir zorunluluk içerir. Geleceği kurtarma, gelecek apaçık ve bilfiil tehlikeye girmişken bunu savuşturmayı ve varlığını sürdürmeyi başarmış olmaktır. Geleceği inşa etmek, zaten sürmekte olan mevcudiyete, gelecekte yepyeni bir biçim vermek, ona âdeta başka/uygun bir form ve içerik kazandırmak; değişim dönemlerinde, gelecek henüz apaçık tehdit altında değilken onu yeniden kuracak projeler geliştirmek, yaklaşan tehdit henüz kapıyı çalmadan onu savuşturacak toplumsal ortam oluşturmaktır.”

Türkiye, daha öncesini saymazsak 19. yüzyıldan bu yana dönem dönem bir “beka” meselesi tartışması yaşamaktadır. III. Selim’in “Nizam-ı Cedit”i, II. Mahmud’un devleti yeniden yapılandırması ve akabindeki Tanzimat reformları, gayrimüslimlerin bağımsızlık çabalarına destek veren Avrupa devletlerine karşı Islahat Fermanı’nı, o yetmeyince Kanun-ı Esasî’yi ilan ederek çare bulma arayışları, II. Abdülhamid’in çok vurgulanan İslamcılık siyasetinin yanında eğitimden ulaştırmaya pek çok alanda gerçekleştirdiği çalışmalar, onun “istibdat”ından şikâyet eden Jön Türkler ve İttihatçıların anayasayı (Kanun-ı Esasî’yi yeniden yürürlüğe koymaları, Birinci Cihan Harbi’nde yenik düşen ve elde kalan topraklarının büyük kısmı işgal edilen Osmanlı Devleti’nin ayakta kalma çabaları… Bütün bunları “geleceği kurtarma” çabaları olarak görebiliriz. Ancak aynı reformlar çerçevesinde geleceği inşaya matuf düşünce ve eylemlerin olmadığını söylemek mümkün değil. Eski düzenin mücessem simgesi hâline gelen Yeniçeri Ocağı’nı kaldıran II. Mahmud devrinde; sadece erkek nüfusu kapsasa da genel bir nüfus sayımına girişmesi, uygulamada gerçekleşme derecesi tartışılsa da zorunlu askerlik ve zorunlu eğitim uygulamalarını başlatması, modern anlamda bakanlıkların kurulması, kılık kıyafetten askerî müziğe kadar farklı alanlarda yeniliklerin yapılması, Meclis-i Vâlâ’nın kurulması, Askerî Tıbbiye başta olmak üzere eğitim alanında önemli atılımların gerçekleştirilmesi gibi uygulamalar beka kavramının sadece geleceği kurtarma boyutu değil aynı zamanda geleceği inşa boyutu yönünde de atılmış adımlar olarak değerlendirilmelidir. Bu örnekleri Tanzimat ve II. Abdülhamit devrindeki gelişmelerle çoğaltabiliriz.

Bununla birlikte, asıl geleceği inşa hamlesi, Millî Mücadele’nin başarıya ulaşması üzerine Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlamıştır dersek daha isabetli bir hüküm vermiş oluruz. Millî Mücadele’yi millî iradeye, millî hâkimiyet düşüncesine göre ve millî kuvvetleri bir çatı altında teşkilatlandırarak Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında yürüten Meclis Reisi ve muzaffer Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa gençlik çağlarından beri kafasında şekillenen düşünceleri kuvveden fiile geçirme imkân ve mevkiine kavuşmuştu. Bunları, dönemin şartlarını göz önünde bulundurarak en güçlü olduğu dönemde hayata geçirdi. Önce saltanat kaldırıldı, yaklaşık bir yıl sonra da mevcut fiilî durumun hukuki adı konuldu: Cumhuriyet.

Anadolu’nun kuzeybatı ucunda mütevazı bir beylik olarak tarih sahnesine çıktıktan iki asır sonra İslam dünyasının liderliği mevkiine yükselen ve Türk siyasi egemenliğini dört asır üç kıtada sürdüren Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesine veda ederken onun devamı olarak farklı bir rejimle Türkiye Cumhuriyeti doğuyordu. Yeni Türk devleti, köksüz bir yapı değildi tabii ki… Merhum Atsız’ın da dediği gibi Osmanlı İmparatorluğu Türkiye Cumhuriyetinin anasıdır. İnkılâpçı olmak için Osmanlı İmparatorluğunu inkâr etmeye, maziye sövmeye lüzum yoktur.” Bu yeni devlet -veya Atsız’ın tercih edeceği şekliyle söylersek- Türkiye Devleti’nin bu yeni dönemi, sıkıştırılmak istendiği yeni Ergenekon’dan onu çıkaran Bozkurt’un önderliğinde bir gelecek inşasına girişecektir. Bu sürecin ilk sekiz yılında, bütün yurda yayılan şubeleriyle Türk Ocakları çok mühim ve merkezî bir rol oynamıştır.

***********************************

Şimdi, yüz yıl sonra farklı bir dünyadayız. 2023 yılı, dünyada pek çok çalkantılara ve bir kısmını tahmin edebilsek de birçok yeni gelişmeye sahne olacak gibi görünüyor. Dijital çağ; “geleceği inşa” tasavvurlarında çok yönlü, çok bilinmeyenli senaryolarla tefekkür ve tezekkür etmeyi ve bunlara göre de ön alıcı tedbirleri hayata geçirmeyi, Milay Köktürk’ün yukarıda alıntıladığımız yazısında belirtildiği üzere, “gelecek henüz apaçık tehdit altında değilken onu yeniden kuracak projeler geliştirmek, yaklaşan tehdit henüz kapıyı çalmadan onu savuşturacak toplumsal ortam oluşturma” şart koşuyor.

Peki bunu nasıl yapacağız? Bu kapsamlı ve zor soruya doyurucu ve derinlikli bir cevap vermek için evvel emirde, çok farklı alanlardan uzman kişilerin araştırmalarını ortaya koymaları ve bunlar üzerinde kendi alanlarındaki uzmanlarla müzakere ettikten sonra farklı disiplinlere mensup uzmanların meseleleri disiplinler üstü yaklaşımla tartışmaları gerekir. Burada benim nokta-i nazarımdan şunları ifade etmek mümkündür: Dijital çağın bütün insanlığı “kontrol toplumu” kavramı çerçevesinde etkisi altına aldığını, toplumsal ilişkilerden aile yapısına, siyasetten ekonomiye, inanç alanından uluslararası ilişkilere varıncaya kadar bütün alanlarda sarsıcı değişikliklere yol açtığı açıktır. Meselenin bütün insanlığın geleceği ile ilgili olduğu gerçeğini asla akıldan çıkarmadan, öncelikle şunları sorup cevaplarını vermeli, sonra da gelecek tasarımına dair düşüncelerimizi netleştirerek eylem aşamasına geçmeliyiz: Bizler Türk milleti olarak Cumhuriyetimizin ikinci yüz yılı hakkında nasıl bir gelecek tasavvuruna sahibiz? Geleceğimizi nasıl inşa edeceğiz? Buradaki “biz” kimdir veya kim olacak? Resmî rakamlara göre 6, bazı tahminlere göre ise 10 milyon civarında sığınmacı ve düzensiz göçmene ev sahipliği yapan, vatandaşlığa alma şartlarını kolaylaştıran ve 2010’da 182 bin iken bugün 1 milyon 344 bine yükselen ikamet iznine sahip yabancının bulunduğu bir ülkede ileride yaşanacak en önemli sosyal ve siyasi meselenin kimlik konusu olduğu herhalde açıktır. Dolayısıyla kimin, kimlerin geleceğinden bahsettiğimiz aslında çok karmaşık bir sorudur.

Hepsi, hakkında müstakil yazı yazılmayı gerektiren bütün bu sorulara kısa bir yazıda cevap verme kudretine sahip olmadığımdan, burada sadece, daha önce merhum Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde ve İşde Birlik” olarak ifade ettiği ve Türk Ocağı’nın kuruluşundan itibaren bir uzak ülkü olarak peşinden koştuğumuz Türk Birliği’nin mevcut ve müstakbel durumu hakkında bir değerlendirme ile yetineceğim.

Biz burada; Türk devletleri ve toplulukları ile bütünleşme ve dayanışmayı güçlendirme perspektifini merkezine koyan, tarihî hinterlandında bulunan İslam ülkeleri ve Balkan coğrafyası ile ilişkilerini güçlendiren ve bir bölge gücü olarak temayüz ettikten sonra her alanda derinleştirilen iş birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı’nı bir küresel güç hâline getirecek olan bir Türkiye istikametinde yürünmesini esas alıyoruz. Bu bir anlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz yeni ilan edildiği dönemde, idealimizin aşamalarını Türkiyecilik-Oğuzculuk veya Türkmencilik-Turancılık şeklinde vaz’ eden Ziya Gökalp’ın yaklaşımıdır da… Gökalp 1923’te Türkçülüğün Esasları’nın “Türkçülük ve Turancılık” bahsinde şöyle yazmıştı:

Bugün harsça (kültürce) birleşmesi kolay olan Türkler, bilhassa Oğuz Türkleri, yani Türkmenlerdir. Türkiye Türkleri gibi, Azerbaycan İran ve Harezm ülkelerinin Türkmenleri de Oğuz uruğuna (nesline) mensupturlar. Binâenaleyh (bundan dolayı) Türkçülükteki yakın mefkûremiz (idealimiz) Oğuz ittihâdı (Oğuz birliği) yahut Türkmen ittihâdı (Türkmen birliği) olmalıdır.

Turan ülküsünü Türkçülerin uzak mefkûresi olarak tespit eden Gökalp gerçekçi bir bakışla şunları da yazmıştı:

Bugün şe’niyet (gerçeklik) sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat ruhların büyük bir iştiyakla (özlemle) aradığı Kızıl Elma, şe’niyet sahasında değil hayal sahasındadır.”[1]

Bu açıdan bakıldığında “iki devlet tek millet” anlayışıyla Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişkilerin, özellikle Azerbaycan’ın 2020 yılındaki 44 günlük vatan muharebesindeki iş birliğinin de gösterdiği üzere, Oğuzculuk merhalesinde çok önemli bir seviyeye gelinmiştir. Türkmenistan’ın Türk Devletleri Teşkilatı ile ilişkilerini geliştirmesinin yanında, aralık ayında Azerbaycan ve Türkiye ile ilişkilerini daha da derinleştirmesi bu yönde atılmış önemli bir adımdır. Ezcümle, Türkiye, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında Türk Dünyası perspektifini merkezde tutmaya devam etmelidir.

Kapsayıcı anlamda geleceği inşa, ancak yaşadığımız çağın her alandaki mevcut sorunlarını olduğu gibi, yakın veya uzak vadede çıkabilecek meseleleri de ön alıcı yaklaşımla çözmekle mümkündür. Bunun için de teknolojideki hızlı değişime sadece ayak uydurmaya, onu “takip” ve “taklit” etmeye değil, aynı zamanda daha insanî, daha adil bir dünya için bu alandaki gelişme ve değişmeleri yönlendirmeye de yönelik bir yaklaşım ve bunu destekleyecek politikalar geliştirmeliyiz. Aileden inanç alanına uzanan farklı alanlarda yeni çağın hem tehditlerini sezip bertaraf etmek hem de imkânlarını kullanıp Türk kimliği ve kültürünü yeniden inşa etmek için çalışmalıyız.

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Haz. Salim Çonoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2014, s. 40-45. Eserin bu yayınında artık pek kullanılmayan bazı kelimelerin karşılıkları parantez içinde verildiğinden biz de alıntıda bunları aynı şekilde verdik.