TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

AB Zirvesi, Türkiye ve Kıbrıs
Nejat ÇOĞAL

Gergin bir bekleyişin ve yoğun bir diplomasi trafiğinin ardından nihayet AB 2009 Aralık Zirvesi gerçekleştirildi. Her ne kadar liderler Türkiye’nin katılım sürecini tamamen engellemeye cesaret edememişlerse de sürecin çöküntüye uğramasına mani olamamışlardır. Nitekim, tüm çabalarına rağmen Türkiye’nin önünü kesemeyen Rumlar, açıkladıkları tek taraflı deklarasyonla 6 fasılda açılış kriterleri (bencmarks) koyacaklarını yani bu fasılların açılmasını bir nevi veto edeceklerini ifade etmişlerdir. Ayrıca, limanların Rum gemilerine açılması konusunun 2010 yılı ilerleme raporunda değerlendirilmesini kararlaştıran Liderler esasen meseleyi bir yıl daha erteleyerek Türkiye’yi kapıda bekletme politikalarını sürdüreceklerini ortaya koymuşlardır.

Bilindiği üzere, 10-11 Aralık’ta yapılan AB Konseyi toplantısı, 2006 Aralık Zirvesinden bu yana Türkiye-AB ilişkilerinin kaderinin belirlenmesi bakımından bir dönüm noktası olarak görülüyordu. 2006 Zirvesinde AB Liderleri, Türkiye’nin Ankara Anlaşmasına Ek Protokolü tüm AB üyesi ülkelere uygulayıp uygulamadığının 2007, 2008 ve 2009 yılları İlerleme Raporlarında değerlendirileceğini kararlaştırmışlardı. Yani, Türkiye sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” ile ilişkilerini normalleştirinceye kadar -ki burada limanların Rum gemilerine açılması şartı ön plana çıkmaktadır- 8 başlıkta katılım müzakerelerini askıya almış ve açılacak hiçbir faslın da geçici kapatılmasının yapılmayacağını kararlaştırmıştı.

İşte bu tarihten itibaren, Rumlar Türkiye’nin AB sürecini koz olarak kullanma gayretlerini artırmışlar ve Türkiye üzerinde siyasi baskı oluşturmak için yoğun bir kampanya başlatmışlardır. Kıbrıs meselesini AB platformuna taşımayı başaran Yunanistan ise misyonunu yeni AB üyesi GKRY’ne devretmiş olmanın rahatlığıyla, bu dönemde geri plana çekilmiş ve olayları uzaktan yönlendirmeyi yeğlemiştir. Makedonya’yı veto etmekle meşgul olan Yunanistan yeni bir krizin içinde yer almak istemediğinden dolayı bu süreçte sessiz kalmıştır. Fakat bu, Yunanistan’ın önümüzdeki günlerde sahnedeki yerini almayacağı anlamına gelmemektedir.

Yaşanan olaylar, geçtiğimiz günlerde, eski bir Avrupa Parlamentosu üyesinin “Rumların, Türkiye’nin AB üyeliğini engellemek için üye yapıldığı” şeklindeki iddiasının ne kadar doğru olduğunu göstermektedir. Nitekim, 2004 yılında Annan Planı’na kuvvetle “hayır” diyen Rumlar, AB üyesi yapıldıktan sonra uzlaşmaz tutumlarını daha da pekiştirmişlerdir. Mesela, 2006 yılında Türkiye’nin “Ada’daki tüm kısıtlamaların ilgili tüm taraflarca eşzamanlı olarak kaldırılması” teklifini dikkate bile almamışlardır. “Mr. No” lakaplı Papadopulos’un ardından GKRY liderliğine seçilen Hristofyas ise bir yandan KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile kapsamlı çözüm müzakerelerini yürütürken bir yandan da dünyayı dolaşarak Türkiye’yi şikâyet etmeyi ve süreci baltalayıcı beyanatlarda bulunmayı ihmal etmemiştir.

Burada dikkat çeken bir diğer nokta da Almanya ve Fransa’nın Rumların bu aksi tavırlarına prim veriyor olmalarıdır. Ne yazık ki Merkel ve Sarkozy’de Türkiye karşıtlığı anlamında Rumlarla hemfikirdir ve diğer birçok AB üyesini rahatsız etmesine rağmen Rumların tek taraflı dayatmalarına göz yummaktadırlar. Yunanistan’ın genişlemeyi tümüyle veto edeceği şantajına karşı 2004 yılında GKRY’ni tek taraflı olarak bünyesine almak durumunda kalan AB, aslında ciddi bir probleme müdahil olduğunun farkındadır. Merkel’in “Kıbrıs’ı üye yaparak büyük bir yanlış yaptık” şeklindeki itirafı ise, bugün yaşananların bir özeti niteliğindedir.

Yaklaşık 10 yıllık bir çabanın ardından ve tüm zorluklarına rağmen anayasal nitelikteki Lizbon Anlaşmasını onaylayarak yürürlüğe koyan ve bir AB Başkanı ile Dış İşleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi görevlendiren Avrupa Birliği, geleceğini şekillendirme ve dünya siyasi arenasında küresel bir güç olarak etkinliğini artırma anlamında çok önemli bir aşamayı geride bırakmıştır. Ne var ki, böylesi büyük bir adım atabilen Birliğin ilk liderler zirvesinin, küçük bir üyenin ihtiraslarının gölgesinde gerçekleşmiş olması son derece düşündürücüdür.

Peki, Rumların umduğunun aksine, Türkiye için bir yaptırım kararı almayan fakat müzakere sürecini neredeyse kötürüm eden Aralık 2009 Zirvesine nasıl gelindi?

Türkiye’nin AB sürecini koz olarak kullanarak Türkiye’den tek taraflı tavizler koparma peşinde olan Rumlar, özellikle Türk Limanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılması için 2009 Aralık zirvesine kadar bu hedeflerine ulaşmak için baskı politikalarını arttırarak devam ettirdiler. Öncelikle 2009 İlerleme Raporunda, Türkiye hakkında bir müeyyide uygulanması önerisinde bulunması için AB Komisyonu üzerinde ciddi baskılar uygulandı. 14 Ekim’de açıklanan İlerleme Raporunda her ne kadar Kıbrıs konusunda, Türkiye ile ilgili birçok olumsuz ifadelere yer verilmiş ise de herhangi bir yaptırım önerisinden bahsedilmemiştir. Rapor Kıbrıslı Rumları ikiye bölmekle birlikte, özellikle Hristofyas, Aralık zirvesinde istediği yaptırım kararını aldırabileceği umudunu korumuştur.

Bu amaçla tüm AB üyesi ülke liderlerine bir mektup gönderen Hristofyas, limanların açılması için Türkiye’ye baskı yapılmasını istemiş ve yoğun bir diplomasi trafiği gerçekleştirmiştir. Bu arada Türk tarafı da birtakım tedbirler almış ve diplomatik girişimlerini yoğunlaştırmıştır. Bu meyanda, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Kıbrıs ile ilgili ülkelerde görev yapan Türk büyükelçileri ile Ankara’da bir toplantı gerçekleştirmiş ve bu toplantıda Türkiye’nin Kıbrıs parametreleri bir kez daha teyit edilmiştir. Ardından KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Dışişleri Bakanı Hüseyin Özgürgün, müteakiben İngiltere Dışişleri Bakanı David Milliband Kıbrıs konusunu görüşmek üzere Ankara’ya gelmiş ve ayrıca Mehmet Ali Talat, Londra’da İngiltere Başbakanı Gordon Brown ile bir görüşme gerçekleştirmiştir.

7-8 Aralık’ta yapılan AB Dışişleri Bakanları Konseyi toplantısında Rumlar, Türkiye hakkında bir yaptırım kararı aldırmak için çok yoğun bir çaba göstermiş fakat başarılı olamamışlardır. Bunda, AB Dönem Başkanı İsveç ve İngiltere’nin Türkiye’ye verdikleri desteğin büyük payı olmuştur. AB Dışişleri Bakanları Sonuç Bildirisinde, Türkiye'nin Ek protokol yükümlülüklerini yerine getirmesi ve limanlarını Kıbrıslı Rumlara açması çağrısı yapmış ve Türkiye'nin limanlarını açma yükümlülüğünü yerine getirip getirmediğinin gelecek yıl yeniden değerlendirilmesi kararına yer vermişlerdir. 10-11 Aralık’ta yapılan zirvede de liderler dışişleri bakanlarının kararlarını onaylamışlardır. Kuşkusuz, AB Konseyinin Kıbrıs ile ilgili olarak Türkiye hakkında olumsuz bir karar almamasında, özellikle Ada’da Talat-Hristofyas arasında devam etmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz.

AB Bakanlar Konseyi toplantısından isteği sonucu alamayan Rumlar, tek taraflı bir deklarasyon açıklayarak GKRY’nin toplam 6 başlıkta açılış kriterleri (bencmarks) getirdiğini duyurmuştur. Böylece Türkiye’nin önünde, açılabilecek sadece 5 fasıl kalmıştır. Zaten, Ek Protokol yani Kıbrıs nedeniyle 8 başlıkta müzakereler askıya alınmış durumdadır. Fransa, doğrudan üyelik ile ilgili olduğu gerekçesiyle 5 başlığın açılmasını bloke etmektedir. Şu ana kadar sadece 11 başlık müzakerelere açılmış ve bunlardan sadece bir tanesinin geçici kapatılması yapılmıştır. Bu şartlar altında katılım müzakerelerinin yakın zamanda kilitlenmesi muhtemel görünmektedir.

Netice itibariyle, 2006 yılından bu yana merakla beklenen AB Konseyi Aralık 2009 Zirvesi, Türkiye açısından bir yol kazasına meydan verilmeden atlatılmış gibi görünmektedir. Rumlar Türkiye hakkında bir “yaptırım kararı” aldıramamışlardır fakat 6 başlığı daha veto edeceklerini açıklayarak Türkiye-AB katılım müzakerelerini adeta çöküntüye uğratmışlardır. Kıbrıs Rum Kesimi, AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla uzlaşmaz tutumunu devam ettirmekte ve Kıbrıs Türk Halkı üzerinde hâkimiyet kurma hayallerinden vazgeçmemektedir. AB ise meseleyi bir yıl daha erteleyerek Türkiye üzerindeki baskıların artarak devam etmesine fırsat vermiştir. Ne var ki Ada’nın jeostratejik konumu ve Türkiye’nin tarihi sorumlulukları birlikte değerlendirildiğinde, değil bir yıl bin yıl geçse de Türk milletinin bu baskılara boyun eğmesinin ve haklı Kıbrıs davasından vazgeçmesinin mümkün olmadığı kolaylıkla görülebilecektir.