TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Avrupa Birliği Kıbrıs’ta Çözüme İnanmıyor
Nejat ÇOĞAL

AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu gibi AB kurumlarının Kıbrıs’ta Liderler arasında yürütülmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerini desteklediklerine dair açıklamaları, esasen kamuoyunu yanıltmaya yönelik çabalar olarak değerlendirmemiz mümkündür. Nitekim Rumlar, bir AB üyesi olarak Kıbrıslı Türklerle eşit koşullarda bir anlaşmaya varmaları ihtimalinin neredeyse sıfır olduğunu iyi bilmelerine rağmen, Ada’da acil bir çözüm bahanesiyle Türk tarafına baskılarını artırarak devam ettirmektedirler. Rumların halen devam etmekte olan doğrudan müzakereleri baltalayacak nitelikte davranışlarına prim veren Avrupa Birliği, bırakın sürece destek vermeyi adeta çözümsüzlüğün derinleşmesine hizmet etmektedir.

İmtiyazlı ortaklık önerisinde bulunarak Türkiye aleyhtarlığı yapan ve bu şekilde Avrupa’da kamuoyu oluşturmaya çalışan Sarkozy ve Merkel’in son günlerde sessizliğini koruması ise düşündürücüdür. Şüphesiz, Fransız ve Alman Liderler konuyu Kıbrıs Rum İdaresine havale etmiş olmanın rahatlığı içerisindedirler. Güney Kıbrıslı Rumların sorunlu bir şekilde kulübe dâhil edilmesi boşuna değildi elbette.

Ada’da bir anlaşma olsa da olmasa da Güney Kıbrıs’ın AB üyesi yapılacağını açıklamak suretiyle en başından itibaren meseleye bakış açısını ortaya koyan AB, nihayet Kıbrıs Rum Kesimini 2004 yılında tek taraflı olarak üye yapmış ve Kıbrıs meselesinde taraf haline gelmiştir. Uluslar arası anlaşmaları hiçe sayarak ve Yunanistan’ın şantajlarına boyun eğmek suretiyle, Kıbrıs meselesini içinden çıkılmaz hale sokan AB, günümüzde çözümsüzlüğün en büyük müsebbibi olarak karşımızda durmaktadır. Öyle görünüyor ki Avrupa Birliği, Kıbrıs’ta Rumların ve dolayısıyla Birliğin menfaatleri doğrultusunda bir anlaşmaya ulaşılmadığı sürece, Ada’da yürütülen çözüm girişimlerine sadece göstermelik bir destek vermekten öteye gitmeyecektir.

AB’nin uluslar arası anlaşmalara aykırı davranışları hiç şüphesiz Rumlara da örnek teşkil etmektedir. Nitekim, GKRY Meclisinin “Kıbrıs’ta garantileri kabul etmediğine” dair 19 Şubat’ta oybirliğiyle aldığı karar, bu hukuk tanımazlığın son göstergesidir. Rum Meclisinin 1960 Garanti ve İttifak anlaşmalarını tanımadığını belirttiği bu bildiri kuşkusuz, hiçbir değer taşımayan, provakatif bir eylemden başka bir anlam ifade etmemektedir. Zira Rumlar da iyi bilmektedirler ki tek taraflı aldıkları bu kararla uluslar arası bir anlaşmayı yürürlükten kaldırmaları mümkün değildir. Ne yazık ki Rumların bu tahrik edici ve haksız davranışları karşısında sessizliğini koruyan Avrupa Birliği, bir defa daha Rumlara prim vermiş olmaktadır. Hiç kuşku yok ki AB, 1960’ta tesis edilen güvenlik ve garantiler sistemini yıkarak Ada’nın yeni garantörü olma senaryoları üzerinde Rumlarla işbirliği içerisindedir.

Şüphesiz AB bu senaryoyu yeni yazmış değildir. 1999 Helsinki Zirvesinde Türkiye’ye adaylık statüsü verirken, Kıbrıs Meselesini Türkiye’nin tam üyeliği ile ilişkilendiren AB, birbiri ardına sergilediği diplomatik manevralarla Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya gayret etmiştir. Annan Planı’na “hayır” demelerine rağmen Rumların tek taraflı olarak tam üye yapılmasından sonra Kıbrıs Türk Halkına verilen sözler tutulmadığı gibi Kıbrıs, Türkiye-AB sürecinin önündeki en büyük engel olarak masaya yatırılmıştır. KKTC topraklarını sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” etkin ve fiili kontrolünde olmayan topraklar olarak değerlendiren AB’den, iki halkın eşitliğine dayanan adil ve kalıcı bir çözüme destek vermesini beklemek anlamsızdır.

Mesela, Kıbrıslı Rumlar AP’deki Kıbrıslı Türklere tahsis edilmiş olan iki sandalyeyi işgal etmeye devam etmektedirler. Türkiye-AB tam üyelik müzakere süreci Kıbrıs nedeniyle tıkanma noktasına gelmiş durumdadır. Her yıl yayınlanan Türkiye İlerleme Raporlarında, Kıbrıs ile ilgili kabul edilmesi mümkün olmayan ifadelere yer verilmekte, Türkiye üzerindeki baskılar yoğunlaştırılmaktadır. Ayrıca, AP’nin Türkiye ile ilgili kabul ettiği raporlarda da tamamen Rumların haksız isteklerine boyun eğen bir tavır sergileniyor olması, AB’nin Ada’da çözüme ne kadar inandığını göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Şüphesiz Kıbrıs’ta çözüme inanmayanlar sadece AB’den ibaret değildir. Ada’da yaklaşık iki yıldır görüşmeler yürüten KKTC Cumhurbaşkanı Talat ve özellikle de GKRY Lideri Hristofyas’ın bizatihi kendisi adil ve kapsamlı bir çözüme ulaşabileceklerine inanmamaktadırlar. Talat masada kalmaya gayret gösterirken, Hristofyas uzlaşmazlığın sorumluluğunu karşı tarafa yüklemek için mücadele vermektedirler. Mesela, Ada’daki Türk askeri varlığını zaman içinde kendisini bile koruyamayacak sembolik bir düzeye indirgeyen ve uygulanması halinde 15 yıl gibi kısa bir süre içinde Kıbrıs Türk Halkını bir azınlık konumuna düşürebilecek nitelikteki Annan Planına bile kuvvetle “hayır” diyen Rumlar, nasıl olacak da Kıbrıslı Türklerle eşit koşullarda, her iki tarafın meşru ve temel hak ve menfaatlerini güvence altına alacak bir çözüme evet diyebileceklerdir?

Kıbrıs Rum Yönetimi eğer Ada’da kalıcı bir barışı hedefliyor olsaydı, ABD’den sonra dünyanın ikinci hafif silah ithalatçısı konumuna gelmezdi. 600.000 civarında bir nüfusa sahip Kıbrıs Rum İdaresinin dünyanın ikinci en büyük hafif silah ithalatçısı olması, Rumların barışa mı yoksa çatışmaya mı yatırım yaptıklarını göstermesi bakımından dikkate değerdir.

Esasen Rumlar Türkiye’nin sabrını test etmek suretiyle büyük bir kumar oynadıklarının farkında değildirler. Türkiye’yi “Ya AB ya Kıbrıs” dayatmasıyla yüz yüze bırakmak isteyen Rumlar, yanlış yolda ilerlemektedirler. Öyle görünüyor ki Anavatan Türkiye’nin uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yükümlülüklerinden asla vazgeçmeyeceği, Kıbrıs Türk Halkı üzerindeki tarihi ve kültürel sorumluluklarının bilinciyle hareket ederek Kıbrıs Milli Davasından taviz vermeyeceği gerçeği, Rumları ziyadesiyle tedirgin etmektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) mülkiyet davaları ile ilgili olarak 5 Mart’ta açıkladığı tarihi karar ise Rumların tedirginliğini daha da artırmıştır. Rum tarafının “siyasi bir yenilgi” ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “1974’ten bu yana kazandığımız en büyük diplomatik zaferlerden birisi” olarak nitelendirdiği kararla AİHM, Kıbrıslı Rumların mülkiyet ile ilgili olarak öncelikle KKTC’de 2005 tarihinde kurulan “Taşınmaz Mal Komisyonu’na” başvurmaları gerektiğini hüküm altına almıştır. Rumların mülkiyet konusundaki tezlerini büyük ölçüde mesnetsiz bırakan bu kararla, ilk defa KKTC’de oluşturulan bir hukuk sistemi “etkin bir iç hukuk yolu” olarak tanınmış oldu. KKTC’nin tanınması yönünde ciddi bir adım olarak görülebilecek bu gelişme ile AİHM önünde bekleyen 1100 civarında mülkiyet davası da KKTC’deki Taşınmaz Mal Komisyonu’na yönlendirilecektir. Umarız ki AİHM’in aldığı bu yapıcı karar, Ada’da yürütülmekte olan çözüm müzakerelerini olumlu yönde etkiler ve Rumları haksız beklentiler içine girmekten alıkoyar. Ve yine umarız ki bu gelişme, AB’li siyasetçilerin Rumlara prim vermek suretiyle Ada’da kalıcı bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığını anlamalarına yardımcı olur.

Netice itibariyle, AB Kıbrıs meselesini Türkiye’nin katılım süreciyle ilişkilendirdiği sürece Ada’da bir çözüme ulaşılması mümkün görünmemektedir. Ayrıca, Kıbrıs Rum Cumhuriyetini Ada’nın tek meşru hükümeti olarak gören ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yok sayan bir anlayışın Ada’da nasıl bir çözüm isteyebileceğini tahmin etmek de zor değildir. Avrupa Birliği eğer Kıbrıs’ta çözüme gerçekten inanıyorsa bunu açıklamalarıyla değil eylemleriyle ortaya koymak durumundadır. Yani, Türkiye’nin Ada üzerindeki etkin ve fiili garantörlüğünü tartışma konusu yapmak yerine Kıbrıs Türk Halkının eşit egemenliğini tanımalı, uluslar arası anlaşmalara saygı göstermeli ve nihayet Türkiye’nin AB sürecini Kıbrıs ile ilişkilendirmekten vazgeçmelidir.