TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

KIBRIS’TA 21 MART SÜRECİ
Nejat ÇOĞAL

GİRİŞ

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde, Brüksel’de, düşünce kuruluşlarının düzenlediği bir yemekli toplantıda yaptığı konuşma sırasında, Avrupa Parlamentosu(AP) Liberal Grup Üyesi Rum Milletvekili Marios Matsakis’e verdiği sert cevap, hem Rumlara ve hem de AB’ye yönelik bir uyarı olarak değerlendirilmelidir. Kuşkusuz Rumların her fırsatta Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya yönelik kışkırtıcı eylemlere başvurmaları, sıradan bir olay haline gelmiştir. Ne var ki 2005 yılında Kuzey Kıbrıs'a girip Türk Bayrağı'nı direkten çalmasıyla tanınan AP Üyesi Mario Matsakis, bu defa sert kayaya çarpmış ve Türkiye’nin Kıbrıs politikalarında kararlı tutumunun devam ettiğinin, en yetkili ağızdan, tüm dünyaya bir kez daha ilan edilmesine de fırsat vermiş oldu.

Rum Parlamenterin “Türkiye'nin askerini Kıbrıs’tan ne zaman çekeceğine ilişkin” provokatif içerikli sorusuna karşı Başbakan Erdoğan, “Türkiye Kıbrıs’a işgal kuvveti olarak girmedi. Yunanistan Kıbrıs’a neden girdiyse Türkiye o amaçla girdi. Soydaşlarımız katledilirken biz ona seyirci kalamazdık. 1974’ten sonra Yunanistan askeri neden orada durduysa biz de o yüzden durduk. Hiçbir zaman TSK, Türkiye işgalci değil, kardeşlerinin yanında garantör ülkedir. Bunu böyle bilmelisiniz…” sözleriyle, Ada’daki Türk Barış Gücünü “işgal ve kolonizasyon” olarak gören Rumlara anlamlı bir cevap vermiş oldu. Ayrıca, “...Bir kere Kıbrıs değil, Güney Kıbrıs AB üyesidir… AB’yi aldatan Güney Kıbrıs olmuştur ve ne yazık ki Güney Kıbrıs AB’ye alınmıştır. Merkel ne demiştir ‘Kıbrıs’ın AB’ye alınması yanlış olmuştur’”, şeklindeki ifadeleriyle de, Annan Planı’nı reddetmelerine rağmen, uluslar arası anlaşmalara aykırı bir şekilde GKRY’yi 1 Mayıs 2004 tarihinde üyeliğe kabul eden AB’yi, çözümsüzlüğü derinleştirmekle eleştirmiştir.[1]

AB yetkilileri son zamanlarda, ellerine geçen her fırsatta, GKRY ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve Ankara Anlaşmasına Ek Protokol’ün Güney Kıbrıs için de uygulanmasını kastederek, 2009 yılının, Türkiye-AB ilişkileri açısından belirleyici bir yıl olacağını özellikle vurgulamaya devam ede gelmişlerdir. Bilindiği üzere, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile ilişkilerini normalleştirmediği gerekçesiyle 8 başlıkta müzakereleri askıya alan AB Konseyi, 2009 yılı Aralık Zirvesine kadar Kıbrıs meselesinin çözüme ulaştırılması için Türkiye’ye süre tanımış, aksi takdirde katılım müzakerelerinin tümüyle askıya alınacağı tehdidinde bulunmuştur.[2] Ayrıca, GKRY “enerji” faslının açılmasını engellemeye de devam etmektedir.

Bununla birlikte, “Türkiye'nin AB üyelik perspektifinde ciddi olup olmadığı hususunda, 2009 yılının gerçek bir sınav olacağı” şeklindeki beyanatı ile Türkiye’nin samimiyetini sorgulayan AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’e karşı, Türkiye 3.Ulusal Programı’nın onaylanarak Resmi Gazete’de yayınlanması uygun bir cevap olmuştur. Ayrıca, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Türkiye’nin AB’ye üyelik yolunda çok şey yaptığı ancak AB’nin aslında Türkiye’ye gerekli yolu açmadığı” yönündeki açıklaması, müzakere sürecinin başarıyla sonuçlandırılmasında, her iki tarafa da sorumluluklar düştüğünü hatırlatması bakımından anlamlı olmuştur.

Yine, yılın son MGK toplantısında, “K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın yürüttüğü kapsamlı çözüm müzakerelerinin desteklendiği’nin” belirtilmiş olması da, AB’ye ve “Kıbrıslı çözüm” söylemiyle Türkiye’yi süreçten dışlamak isteyen Rumlara verilmiş önemli bir mesaj olarak değerlendirilmelidir.

Bilindiği üzere, Rum Lider Hristofyas’ın tüm uzlaşmaz tavırlarına ve çözümü başka mecralarda arama gayretlerine rağmen, Kıbrıs’ta Liderler arasında kapsamlı çözüm müzakereleri devam etmektedir ve 2009 yılı içerisinde bir çözüme ulaşılması hedeflenmektedir. 21 Mart Süreci kapsamında, 11 Eylül 2008 tarihinde başlayan ve haftalık toplantılar şeklinde yürütülen görüşmelerde bugüne kadar “yönetim ve güç paylaşımı” konusu müzakere edildi. Yapılan görüşmelerde, Liderler, anlaştığı konuları bir sepete, “uzlaşılamayan” ve “tekrar görüşülebilecek” konuları ise ayrı sepetlere koydular. Her ne kadar mutabık kalınmayan mevzular oldukça fazla ve nihai uzlaşmayı baltalayabilecek nitelikte olsa da, Talat ve Hristofyas, ilerleme sağlanması adına 28 Ocak 2009 itibariyle gerçekleştirdikleri 17. görüşmelerinde, meselenin en karmaşık yanını teşkil eden “mülkiyet” konusunu müzakere etmeye başlamış bulunmaktadırlar.

Kıbrıslı Liderler arasında yürütülen kapsamlı çözüm müzakerelerinin geldiği nokta hakkında kısa bir değerlendirme yapmadan evvel, yeni uzlaşma sürecinin tarihi arka planına temel oluşturan 2008 yılındaki gelişmeleri, ana hatlarıyla ele almamızda fayda bulunmaktadır kanaatindeyiz:

21 MART SÜRECİ

a) 21 Mart Görüşmesi[3]

Bilindiği üzere, Dimitris Hristofyas’ın, Şubat 2008 tarihinde, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte, Ada’da olumlu bir hava esmiş ve Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar yeşermeye başlamıştır. Zaten, Ekim 2005 tarihinde, Türkiye-AB katılım müzakerelerinin resmen başlatılması ile birlikte, Kıbrıs’ta acil bir çözüm bulma arayışları hızlandırılmıştı. Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Putin’in, Kosova’nın bağımsızlık ilanından birkaç gün önce “Avrupa ülkelerini, Kıbrıs ve Kosova konusunda çifte standart uygulamakla suçlamasının” ardından, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan, KKTC’nin dünya devletleri tarafından tanınabileceği endişesine kapılmışlar, Rumların egemenliğinde birleşik bir Kıbrıs oluşturmak için ellerini çabuk tutmaları gerektiğini hissetmişlerdir.

Yeni oluşan bu atmosferde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi Michael Möller'in ara bölgedeki ikametgâhında bir araya gelerek, “BM'nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması” konusunda anlaştıklarını ilan etmişler ve ayrıca, Lokmacı Kapısı’nın en kısa sürede açılmasını da karalaştırmışlardı. Liderler ayrıca, söz konusu görüşmede bulunan ara formülle, 8 Temmuz Anlaşması çerçevesinde kurulacak komiteler seviyesinde başlayan görüşmelerden kısa bir süre sonra ve bunların varacağı sonuçlara dayanarak BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde tam teşekküllü müzakereleri başlatmak konusunda anlaşmaya varmışlardır.

Kıbrıs’ta çözüme yönelik bir “fırsat penceresi” açıldığı yolunda değerlendirmelere yol açan 21 Mart sürecinin daha ilk günlerinde Hristofyas’ın, süreci baltalayıcı nitelikteki beyanatları, Talat’ın söylem değiştirmesine vesile olmuştur. Zira, 21 Mart Buluşmasından evvel, Hristofyas’ın uzlaşma mesajlarına karşı bir jest olsun diye, Ada’daki Türk Asker sayısını azaltmayı teklif eden Talat’ın, daha sonra, Kıbrıs sorununun çözümünde Türkiye’nin vazgeçilmez desteğinin gerekliliğine özellikle vurgu yapmaya başlaması anlamlı olmuştur. 26 Mart 2008 tarihinde, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, KKTC’ye yaptığı resmi bir ziyaret sırasında, Türk askerinin Kıbrıs'ta barış için bulunduğunu, 1974'ten beri de barışı sağladığını, adil ve kalıcı barış sağlanana kadar bu kutsal görevin devam edeceğini özellikle vurgulamış olması da, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın, olumlu tavır değişikliğine sebep olduğunu söylememiz mümkündür.

Bu tarihi nitelikteki ziyareti müteakip, 21 Mart zirvesinde kararlaştırıldığı şekilde, 45 yıldır kapalı bulunan ve Lefkoşe’yi ikiye bölen Lokmacı Kapısı, 3 Nisan 2008 tarihinde, törenle açılmış ve karşılıklı geçişler başlamıştır.

AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ve Komisyonun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, 10-12 Nisan 2008 tarihlerine rast gelen 3 günlük Türkiye ziyaretleri sırasında, Kıbrıs konusu üzerinde ağırlıklı olarak durmuşlar, tam üyelik müzakerelerinin devam edebilmesi için Gümrük Birliği Ek protokolünün Türkiye tarafından uygulanmasının şart olduğunu bir kez daha vurgulamışlardır.

b) 23 Mayıs Görüşmesi

Sanki 21 Mart buluşması hiç yapılmamış gibi, karşılıklı olarak birbirlerini suçlayıcı tavır içine giren Kıbrıslı liderler, “Kıbrıs’ta umutlar sönüyor mu?” sorusunu akla getirmiş, nihayet, sağduyulu davranarak, büyük umutlarla başlayan yeni uzlaşma sürecinin tersine gittiğini görmüş ve durumu yeniden değerlendirmek üzere, 23 Mayıs 2008 tarihinde bir araya gelerek gergin havanın yumuşatılmasını başarabilmişlerdir. 21 Mart görüşmesi çerçevesinde kurulan ve 21 Nisan’da fiilen çalışmaya başlayan altı çalışma grubu ve yedi teknik komitenin faaliyetlerinin değerlendirildiği 23 Mayıs Zirvesinde Liderler, Haziran ayının ikinci yarısında tekrar bir araya gelmeyi kararlaştırmış, toplantı sonrasında, Yeşilırmak Kapısının geçişlere açılması ve sivil ve askeri güven artırıcı önlemlerin tekrar gözden geçirilmesi konularında anlaşmaya varmışlardır. Ancak, Haziran’da kapsamlı görüşmelere başlanılması konusunda Talat ve Hristofyas’ın uzlaşma sağlayamadıkları görülmüştür.

23 Mayıs buluşmasının en dikkat çekici yanı, kuşkusuz, Kıbrıs’ın yeni statüsü konusunda kendisine yöneltilen bir soru üzerine Hristofyas’ın verdiği “Bu konuda, Kıbrıs Birleşik Federal Cumhuriyeti (United Federal Republic of Cyprus) olması yönünde ortak bir pozisyonumuz var” şeklindeki cevabı olmuştur. Rum tarafının, Kıbrıslı Türklerle siyasi eşitliğe dayalı bir ortaklık devletini kabul etmesi, Kıbrıs sorununun çözüm sürecinde son derece önemli bir gelişme olarak değerlendirilmiştir. Türkiye ve K.K.T.C.nin “adil ve kalıcı çözüm” fikrine çok yakın olan bu yaklaşım, Türk Kamuoyu tarafından memnuniyetle karşılanmıştır.

Tam da taraflar arasındaki gerginlik giderildi ve uzlaşma sürecinin önü açıldı derken, İngiltere Başbakanı Gordon Brown ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas’ın, Londra’da, 21 Mart ve 23 Mayıs görüşmeleri çerçevesinde gelişen uzlaşma sürecini adeta hiçe sayan bir memoranduma, sürpriz bir şekilde imza atmış olmaları, ortamı yeniden germiştir. Kıbrıs’ta tarafların eşitliği ilkesine aykırı bir şekilde kaleme alınan ve devam etmekte olan uzlaşma sürecine ciddi hasarlar verebilecek unsurları bünyesinde ihtiva eden söz konusu memorandum, gerek Türkiye ve gerekse Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tarafından sert tepkiyle karşılanmıştır.

5 Haziran 2008 tarihinde, Kıbrıs’ın garantör devletlerinden birisi olan İngiltere’nin Başbakanı Gordon Brown ile G.K.R.Y. Lideri Dimitris Hristofyas’ın imzaladığı memorandum ile süreç, büyük bir hasar görmüş ve ayrıca Rumların samimiyeti konusundaki kuşkuları daha da artırmıştır. İkili ilişkileri geliştirmeye yönelik olarak, İngiliz ve Rum Liderler tarafından Londra’da imzalanan mutabakat muhtırasına göre, garantör devlet olan İngiltere, “K.K.T.C.yi tanımayacağı, Ada’da bölünmeye ya da ayrı bir siyasi oluşumun gelişmesine destek vermeyeceği, Kıbrıs’ta ayrı bir devlet ve siyasi otoriteyi kabul etmeyeceğine” dair Kıbrıslı Rumlara söz vermiştir. Ayrıca, memorandumda, İngiltere’nin, BM’nin Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin mevcut 541 ve 550 sayılı kararlarının arkasında olduğu hususu da belirtilmiştir. Şüphesiz, burada kastedilen ayrı bir devlet veya siyasi oluşum Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmaktadır. Esasen Kıbrıs Rum Yönetimi ile İngiltere, Kıbrıs’ta, Kıbrıs Rum Yönetiminden gayrı bir devlet veya siyasi oluşum istemediklerini söylemeye çalışmışlardır.

Bir yandan Doğu Akdeniz’de Fransa ve Yunanistan ile bir ortak askeri tatbikat düzenleyip, diğer yandan Londra’da, güya bütün Kıbrıs adına bir muhtıraya imza atan Hristofyas, bu şekilde Kıbrıs Türk Toplumunu köşeye sıkıştırabileceğini hesap etmiştir. Görünürde, Kıbrıs meselesinin, iki toplum liderinin kendi aralarında yapacakları görüşmelerle çözülmesi gerektiği imajını veren Hristofyas’ın, gerçekte meseleyi başka mecralara sürüklemeye çalışması ise ciddi bir güvenirlik sorununu da beraberinde getirmiştir.

c) 1 Temmuz Görüşmesi

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart mutabakatı çerçevesinde üçüncü zirvelerini 1 Temmuz’da gerçekleştirmişlerdir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin Kıbrıs'taki Özel Temsilcisi ve Birleşmiş Milletler Misyon Şefi Taye-Brook Zerihoun'un ara bölgede bulunan resmi konutunda yapılan görüşme, Hristofyas’ın Haziran başlarında Londra’da imzaladığı Kıbrıs memorandumu ve toplantı arifesinde Türkiye aleyhine sarf ettiği sözlerin gölgesinde gerçekleştirilmiştir.

Toplantının hemen ardından, Zerihoun tarafından okunan ortak açıklamada yer alan “İki lider tek egemenlik ve vatandaşlık konusunda görüştüler ve bu konular üzerinde prensipte anlaşmaya vardılar. Bu konuların uygulanmasının detaylarını, kapsamlı müzakereler çerçevesinde görüşme konusunda uzlaşıya vardılar.” ifadesi, Türk tarafının çok tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduğunun ilk işaretlerini de vermiştir. Zira, Hristofyas’ın “tek egemenlik” ten kastının, K.K.T.C. veya kurulacak yeni bir “ortaklık devleti”nden ziyade, Rum egemenliğine dayanan bir ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ olduğunu tahmin etmek, herhalde zor olmayacaktır. Bu nedenle, Talat’ın, Hristofyas’ın gerçek niyetini bildiği halde “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” konusunun müzakereye açılmasını kabul etmesi, Rumlara verilmiş tehlikeli bir taviz olarak değerlendirilmiştir.

Diğer taraftan, “tek egemenlik ve tek vatandaşlık” kavramları nedeniyle kendisine yöneltilen eleştirilere karşı Talat’ın "tek egemenliği, egemenliğin iki halktan kaynaklanması şartıyla kabul ettiklerini, yeminine sadık olduğunu ve Rumlara teslim ettikleri bir şey olmadığını" söylemek suretiyle yaptığı savunma, Türk kamuoyunu yeterince tatmin etmemiş olacak ki Kıbrıs Barış Harekâtının yıl dönümü kutlamaları nedeniyle K.K.T.C.ye giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından açık ve net bir şekilde uyarılma gereği hâsıl olmuştur. Başbakan Erdoğan, 20 Temmuz’da Kıbrıs’ta, “…Kimse, ama hiç kimse, Kıbrıs Türk halkının kendi yönetiminden, eşit statü ve eşit ortaklıktan vazgeçmesini ve azınlık olarak yaşamayı kabul etmesini beklemesin. Hiç kimse boş hayaller kurup bu parametreleri değiştirme gayretkeşliği sergilemesin. Kapsamlı çözüm, Kıbrıs Türk halkı ve K.K.T.C.nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır” demek suretiyle, “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” tartışmalarına, Türkiye’nin “kırmızı çizgilerini” hatırlatarak cevap verme ihtiyacı duymuştur.

d) 25 Temmuz Görüşmesi

Kıbrıslı Liderler, 25 Temmuz’da, “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” tartışmalarının gölgesinde, dördüncü buluşmalarını gerçekleştirmişlerdir. Talat ve Hristofyas bu görüşmede nihayet, 3 Eylül’de kapsamlı görüşmelere başlamayı ve sağlanacak anlaşmayı her iki kesimde eş zamanlı olarak referanduma sunmayı kararlaştırmışlardır. Ayrıca, kapsamlı müzakerelerin, Kıbrıs sorununa iki tarafça da kabul edilebilir ve her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulunmasını amaçlayacağı konusunda uzlaşmaya varılan bu görüşme, başta garantör devletler (Türkiye, İngiltere ve Yunanistan) olmak üzere, AB ve ABD’yi de memnun etmiştir. Nitekim, görüşmenin hemen ardından, Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada Türkiye'nin, Kıbrıs'ta 3 Eylül'de başlatılacak müzakere sürecine tam destek vereceği ifade edilmiş, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso da gelişmeyi, “Kıbrıs'ın yeniden birleşmesi yolunda çok önemli bir adım” olarak değerlendirmiştir.

3 Eylül kapsamlı müzakere görüşmesi öncesinde Ankara’yı ziyaret eden Talat, yaptığı bir dizi görüşmelerden sonra Türkiye’nin tam desteğini alarak Ada’ya dönmüştür. Bu arada, 1992 Gali Planı ve 2004 Annan Planı’nda da yer alan “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kimlik” kavramlarından ne anlaşılacağı hususu, en yetkili ağızdan ifade edilmiştir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Kıbrıs'ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır'' diyerek, kapsamlı görüşmelerin parametrelerine açıklık getirmiş ve Türkiye’nin garantörlüğünden asla vazgeçilmeyeceğini özellikle vurgulamak suretiyle, Talat’a bir nevi yol haritası vermiştir.

KAPSAMLI ÇÖZÜM MÜZAKERELERİ

a) Müzakere Esasları ve Hristofyas’ın Aykırı Tutumları

Liderler, kapsamlı Kıbrıs müzakerelerinin yönteminin ve izlenecek yol haritasının belirlenmesi amacıyla, 3 Eylül’de, Lefkoşa’daki ara bölgede, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un Kıbrıs Özel Temsilcisi ve BM Misyon Şefi Taye-Brook Zerihoun’un ikametgâhında bir araya gelmişlerdir. BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer’ın da katıldığı görüşmede, kapsamlı müzakerelere 11 Eylül’de başlanılması, ilk olarak “Yönetim ve güç paylaşımı” ve “mülkiyet” konularının müzakere edilmesi ve 11 Eylül’den sonra liderlerin haftada bir gün görüşmesi kararlaştırılmıştır.

11 Eylül’de ilk kapsamlı müzakere görüşmelerini gerçekleştiren Kıbrıslı liderler, aldıkları karar gereğince, hiçbir açıklama yapmadan toplantı yerinden ayrılmışlar, BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Danışmanı Alexander Downer da, liderlerin bundan sonra görüşmelere ilişkin açıklamada bulunmama konusunda anlaştıklarını ifade etmiştir.

Hristofyas, Zirve öncesi yaptığı yazılı açıklamada, "1977’de, dönemin Rum lideri Makarios’un iki toplumlu, iki bölgeli federal çözümü kabul ederek büyük bir taviz verdiğini, bu tavizle Kıbrıslı Rumların limitlerini tükettiklerini, daha ileriye gidemeyeceklerini”, "Ne konfederasyon ne de ‘bakir doğum’ aracılığıyla iki devletin yeni bir ortaklığının kabul edilemeyeceğini, federal çözümün, iki toplumun ortaklığı şeklinde olacağını” ifade ederek, 25 Temmuz görüşmesi öncesinde gündeme getirdiği “tek egemenlik” ve “tek vatandaşlık” teziyle neyi kastettiğini de ortaya koymuştur. 1977 Doruk Anlaşması'nda ''çok acı bir taviz'' verildiğini söyleyen Hristofyas, tabiri caizse ağzından baklayı çıkarmıştır. Böylece, Rum Lider, siyasi eşitliğe dayalı iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti yerine, Rumların kontrolündeki ‘Kıbrıs Cumhuriyetini’ (G.K.R.Y.) çözümün adresi olarak görmekte ve Türk Toplumunu bu oluşumda azınlık statüsüne indirgemeye çalışmakta olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.

Hristofyas ve Talat, 30 Eylül ve 1 Ekim tarihlerinde, bir gün arayla, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinde (AKPM) konuşma yapmışlardır. Bu olay, ilk kez bir KKTC Cumhurbaşkanı’nın bu platformda konuşma yapması bakımından anlamlı olmuştur. Ancak, Hristofyas, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’ olarak konuşurken, Talat’ın ‘Kıbrıs Türk Toplum/Cemaat Lideri’ olarak davet edilmesi ve bu sıfatla konuşması, tarafların eşitliği ilkesine aykırılık teşkil etmiştir.

5 Kasım 2008 tarihinde açıklanan 2008 yılı Türkiye İlerleme Raporunda da alışılagelmiş hatırlatmayı yapan AB Komisyonu, Türkiye’nin, kapsamlı çözüm için uygun bir ortam yaratılmasına katkı sağlamak amacıyla somut adımlar atması gerektiği, Aralık 2006’daki Konsey kararından bu yana geçen süre zarfında, Türkiye’nin Ek Protokolün uygulanması konusunda ve ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile ikili ilişkilerin normalleştirilmesi hususunda herhangi bir ilerleme kaydedemediği, gibi ifadelere yer vermiştir.

Öte yandan, tam da Kapsamlı Kıbrıs müzakerelerinin devam ettiği bir sırada, Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yapılan 1. tur oylamada, grubunda en çok oyu (151 oy) alarak, 2009-2010 Dönemi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici üyeliğine seçilmiş olması, Hristofyas’ı ziyadesiyle tedirgin etmiştir. Öyle ki, “Türkiye’nin üyeliğinin kendilerini memnun etmediğini” söyleyen Hristofyas’ın, vakit geçirmeksizin, BM Güvenlik Konseyi Daimi üyelerinden Çin’e ve arkasından Rusya’ya giderek Türkiye’yi şikâyet etme girişimlerinde bulunması, esasen Türkiye’nin doğru yolda olduğuna da işaret etmiştir.

Çin’de aradığını bulamayan Rum Lider, Moskova’da, Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ile 19 Kasım 2008 tarihinde bir memorandum imzalayarak, uluslar arası baskı politikası çerçevesinde, kışkırtıcı faaliyetlerini devam ettirmiştir.

Rum liderin, devam eden uzlaşma sürecine aykırı bir şekilde, çözümü başka mecralarda aramayı sürdürmesi, nihayet K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın sabrını taşırmış ve 25 Kasım’da yapılan 10’uncu görüşmede, liderler arasında ilk ciddi gerilimin yaşanmasına sebep olmuş ve “Kıbrıs’ta neler oluyor?” sorusu bir kez daha gündeme gelmiştir.

Müzakerelerin başlamasının ardından yaklaşık 5 ay geçmesine rağmen, Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, müzakerelerin Annan Planı zemininde başlatılabilmesi ve yürütülebilmesi halinde kolay çözüme ulaşılabileceğini, fakat Rum yönetiminin planı zemin olarak kabul etmediğini vurgulamaya devam etmektedir. Bir yandan Annan Planı’nı temel olarak kabul etmeyen ve müzakereler için bir takvim belirlenmesine yanaşmayan Rum Lider, bir yandan da “Kıbrıslı çözüm” iddiasıyla süreci uzatmanın gayreti içerisindedir.

b) Yönetim ve Güç Paylaşımı’nda Anlaşmazlık Noktaları

Geldiğimiz noktada, Kıbrıslı Liderler, en zor konulardan birisi olan “yönetim ve güç paylaşımı” konusunun müzakeresini, mutabık olunmayan birçok parametreye rağmen bitirmiş bulunmaktadırlar. Uzlaşılan ve uzlaşılamayan konular üzerinde, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın BM ve AB’yle İlişkilerden Sorumlu Temsilcisi Özdil Nami ve Rum Başkanlık Komiseri Yorgos Yakovu tarafından gözden geçirmeler devam edecektir. Bu aşamada, her ne kadar kamuoyuna yeterli bilgi verilmese de “yönetim ve güç paylaşımı” konularında uzlaşılamayan hususlardan ana hatlarıyla bahsetmemizde yarar bulunmaktadır. Buna göre:

- Kıbrıs Rum tarafı; yürütme erkinde; 1960 Anayasası (Cumhurbaşkanı/Cumhurbaşkanı Muavini) çizgisinde hareket etmekte; seçimlerin; nüfusun tamamının katılımıyla ağırlıklı oyla yapılmasını istemektedir. Türk tarafı, cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanı muavininin senato tarafından seçildiği İsviçre modeline sıcak bakmaktadır. Bu noktada, Başkanlık Konseyi konusunda Kıbrıs Türk tarafının görüşlerinde bir değişim olduğunu görmekteyiz. Yani, Türk tarafı, cumhurbaşkanını, cumhurbaşkanı muavinini kabul ediyor gibi görünmekte, ancak dönüşümlü görev süresinin 4’e 3’e çıkarılmasını istemektedir.

- Kıbrıs Türk tarafı, yetkilerin merkezi hükümette olacağını kabul etmekle birlikte; bunların uygulanmasının kurucu devlette olacağını savunmaktadır. Kıbrıs Rum tarafı, bu tezi kabul etmemekte ve ana yetkilerin merkezi hükümetin elinde olması gerektiğini düşünmektedir. Rum liderin, çözümü, yeni bir ortaklıkta (bakir doğum ilkesi) değil de, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ çatısı altında görmesinin doğal bir sonucu olarak, merkezi hükümet üzerinde yoğunlaştığını düşünmekteyiz.

- Ayrıca, yürütme erkiyle ilgili anlaşmazlıkların çözüm mekanizması konularında da görüş ayrılıklarının bulunduğunu da burada belirtmemiz gerekmektedir. “Siyasi eşitlik ve iki toplumluluk ilkesi bütün çözüm ile ilgili mutabakatlara yansıtılmalıdır, orada yer almalıdır. Bu noktada bazı sıkıntılar yaşıyoruz. Yürütme ile ilgili esas sorun budur” diyen Cumhurbaşkanı Talat, bu konudaki sorunların da heyetler arası görüşmeler aracılığıyla çözümlenebileceği mesajını vermektedir.

c) Mülkiyet Konusu

Kıbrıslı Liderler, 28 Ocak itibariyle 17. toplantılarını gerçekleştirmişler ve en zor konulardan birisini teşkil eden “mülkiyet” konusunu görüşmeye başlamış bulunmaktadırlar. Cumhurbaşkanı Talat’ın, “mülkiyet” konusu ile ilgili olarak “Mülkiyet konusu zor ama çok ayrıntılı değil, çok bölümü ve bileşeni yok. Yönetim ve Güç Paylaşımı kadar geniş değil. Bu bakımdan çok uzun olmayacağını düşünüyorum” şeklindeki ifadesiyle iyimserliğini ortaya koymuştur. Ne var ki Ada’da kapsamlı çözüm görüşmelerinin devam ettiği bir sırada, ATAD ve AİHM gibi uluslar arası kuruluşların mülkiyet konusunda, Türkiye ve KKTC aleyhine verdikleri kararların, sürecin her halükarda Rumların lehine dönmesine katkı sağlayacak, son derece talihsiz gelişmeler olduğunun hesaba katılması gerekmektedir.

Bilindiği üzere, Avrupa Konseyi’nin bir organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) nezdinde açılan yüzlerce davadan birisi olan Louzidiu ve Arestis davaları, sırasıyla 18 Aralık 1996 ve 22 Aralık 2005 tarihli kararlarla Türkiye’nin aleyhine sonuçlanmış ve Türkiye, Rumlara yüklü miktarlarda tazminat ödemeye mahkûm etmişti. Geldiğimiz noktada ise, İngiliz Orams çifti aleyhine Rum Mahkemelerine açılan, yanlışlarla dolu mülkiyet davasının, önce İngiltere Mahkemelerine, buradan da Avrupa Toplulukları Adalet Divanı’na (ATAD) aktarılması ve bu davanın tam da sürecin devam ettiği bir sırada (Mart 2009’da karar alınması beklenmektedir) karara bağlanacak olması düşündürücüdür. Kararın, Mahkeme Raportörünün “Rum Mahkemelerinin KKTC’de meydana gelen tüm sivil ve ticari olaylarda karar vermeye yetkili olduğu, dolayısıyla taşınmaz mal davalarında da karar verebileceği ve verilecek kararların tüm AB ülkelerinde uygulanması gerektiği” şeklindeki mütalaasına uygun olarak çıkması halinde, KKTC için zor bir dönem başlayacaktır. Bu durumun ayrıca, kapsamlı çözüm görüşmelerinde Hristofyas’ın elini rahatlatacağı gibi, mülkiyet konusunda da ciddi bir dengesizliği beraberinde getireceğini söylememiz mümkündür.

Kıbrıs Türk Tarafı, mülkiyet konusu ile ilgili olarak, ilkelerin ortak bir şekilde tespit edilmesi ve daha sonra detaylara gidilmesinin daha sağlıklı bir yaklaşım olacağını düşünmektedir. Türk tarafının bu konudaki temel prensibi, her bölgedeki taşınmaz mal mülkiyetinin çoğunluğunun, nüfusun çoğunluğu olan halka ait olması gerektiği şeklindedir. Yani, Kuzey’de mülkün çoğunluğu Kıbrıslı Türklere, Güney’de ise Kıbrıslı Rumlara ait olması gerektiği, Türk tarafınca ilke olarak benimsenmektedir. Kuşkusuz, müzakerelerin başarıyla sonuçlanabilmesi için, iki kesimlilik, iki toplumluluk ve tarafların siyasal eşitliği ilkelerine, sadece “yönetim ve güç paylaşımı” konularında değil, “mülkiyet” konusu da dâhil olmak üzere tüm başlıklarda sadık kalınması, son derece önemlidir.

SONUÇ

Ortaya çıkan çok sayıda anlaşmazlıklara ve Rum Liderin süreci baltalayacak türden girişimlerine rağmen, Talat’ın olumlu tavırları nedeniyle müzakerelerin kesilmesine meydan verilmemiştir. Zira, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının birleşmesi yönünde uluslar arası baskı giderek daha fazla etkisini hissettirmektedir ve Hristofyas bu baskıyı Türkiye ve Kıbrıs Türk Toplumunun üzerine yüklemenin gayreti içerisindedir. Talat, 21 Mart sürecine, 2008 yılında bir uzlaşmaya varılabileceği umuduyla başlamış olmakla birlikte bu hedefini 2009 yılına kaydırmak zorunda kalmıştır. Ancak yine de, sürecin kesintiye uğramadan devam ediyor olması, Talat’ın gayretleri ile mümkün olmuştur ve uzlaşmaz tarafın kim olduğu da böylece bir kez daha dünya kamuoyuna gösterilmiştir.

GKRY’nin tek taraflı olarak AB üyesi yapılmasıyla ortaya çıkan dengesizlik, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerini yürüttüğü bir dönemde, talihsiz bir gelişme olarak karşımıza çıkmıştır. Oysa önce Türkiye tam üye yapılmalı ardından da Kıbrıs bir bütün olarak AB’ye katılmalıydı. Ne yazık ki böyle yapılmamış ve 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ve dolayısıyla da uluslar arası hukuk çiğnenmiştir. AB üyeliğini Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanmaya çalışan GKRY ve Yunanistan, bu sayede Kıbrıs’ta taviz koparmanın gayreti içerisindedirler. AB ise, 1 Mayıs 2004 tarihinde yaptığı yanlışı düzeltmek yerine, Güney Kıbrıs’ı resmen tanıması yönünde Türkiye’ye baskı yapmak suretiyle krizi daha da derinleştirmektedir. Güney Kıbrıslı Rumlara AB vatandaşlığının her türlü imkânlarını bahşederken, Kuzey Kıbrıslı Türklere birtakım izolasyonlarla baskı uygulanması ve yaşam alanlarının daraltılması, büyük bir çelişki olarak karşımızda durmaktadır.

Ayrıca, son günlerde, Kıbrıs müzakerelerinde aktif olarak bulunmuş AB gözlemcilerinin, Hristofyas'ın bir taraftan “Ada asker ve silahtan arındırılmalı, İngiliz üsleri kapatılmalı” açıklaması yapıp diğer taraftan Londra’da İngiltere ile tek taraflı memorandum imzalayarak adadaki İngiliz üslerinin kalıcılığını betonlaştırdığını ifade ettiklerini müşahede etmekteyiz. Ayrıca, bir yandan Rusya’dan 41 adet tank alımı için 2009 bütçesinden 115 milyon Avro’yu serbest bırakıp bir yandan da Türk Askeri’nin Ada’dan çekilmesini isteyen Rumların, esasen nasıl bir Kıbrıs istedikleri de izahtan varestedir.

Rumların iddia ettikleri gibi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’, tüm Ada’yı değil, sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir. 1963 yılında Türklerin devlet mekanizmalarından tamamen dışlanmaları nedeniyle 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıslı her iki toplumu temsil eden ortak Cumhuriyet olma niteliğini yitirmiştir ve Kıbrıslı Türkleri temsil etmemektedir. Kuzey Kıbrıs’ta Türklerin egemenliğinde bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır ve Kıbrıs Türk Toplumu dünya siyasi arenasında kendi devleti marifetiyle egemenliğini kullanmaktadır. Hristofyas’ın iddia ettiği gibi, Kıbrıs’ta çözüm, sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin çatısı altında gerçekleşmeyecektir. Kıbrıs’ta çözüm, BM’in yerleşik Kıbrıs parametreleri çerçevesinde, iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti ile sağlanacaktır. Türkiye’nin desteklediği çözüm de bu temel üzerinedir.

2009 yılı Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine kadar Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüme ulaşılması için özellikle KKTC Cumhurbaşkanı Talat büyük gayret sarf etmektedir. Kıbrıslı Liderler arasında devam etmekte olan uzlaşma süreci Türkiye tarafından da desteklenmekte ve bu durum en yetkili ağızlardan dile getirilmektedir. Kuşkusuz, Liderlerin üzerinde mutabık kalacağı ve Kıbrıslı her iki Toplum tarafından da kabul görecek adil ve kalıcı bir çözüm, Türkiye’nin AB katılım sürecinde elini rahatlatacaktır. Ne var ki “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyetidir” diyen Hristofyas ile kalıcı bir çözüme ulaşılması ihtimali derece zayıftır. Annan Planı Referandumu sonrasında Kıbrıslı Türklere yapılan haksızlığın, bu defa 21 Mart Sürecinin akabinde tekrarlanmasına müsaade edilmemelidir.

Netice itibariyle, Türkiye’nin “kırmızı çizgilerinden” taviz verilmesinin söz konusu olamayacağı dikkate alınarak, AB’nin Kıbrıs ile ilgili dayatmalarına karşı kararlı duruşun muhafaza edilmesi ve 2009 Aralık Zirvesinde Türkiye aleyhine bir karar alınmasını önleyecek alternatif politikalar üretilmesi büyük önem arz etmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs’ta, iki tarafça da kabul edilebilir ve her iki tarafın meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulmasının mümkün olmadığının, Kıbrıslı her iki toplum tarafından anlaşılması gerekmektedir. Nihayet, bölgesinde itibarı hızla yükselen, doğu-batı arasında bir enerji koridoru konumuna sahip, Türkiye gibi güçlü bir ülkenin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’nin küresel bir güç olamayacağı gerçeğinden hareketle, Türkiye-AB ilişkilerine, sırf ailenin şımarık çocuğunun haksız istekleri yerine gelsin diye zarar verilemeyeceği de gözlerden uzak tutulmamalıdır.

[1] Annan Planı 24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs’ın her iki kesiminde, eş zamanlı olarak referanduma sunulmuş, Kuzey Kıbrıslı Türkler %65 “evet” oyu verirken, Güney Kıbrıslı Rumlar %76 “hayır” oyu vermişlerdir.

[2] Aralık 2006 tarihli Konsey Kararı, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yönelik kısıtlamaları ile bağlantılı sekiz fasılda
müzakerelerin açılmayacağına ve Ortaklık Anlaşmasına Ek Protokolün Türkiye tarafından tamamen uygulandığı
Komisyonca teyit edilinceye dek hiçbir faslın geçici olarak kapatılmayacağına amirdir.

[3] İki liderin, 21 Mart 2008 tarihinde yapmış olduğu görüşmeyi müteakip BMGS Özel Temsilcisi ve BMBG Misyon Şefi Michael Möller tarafından okunan açıklama şöyledir: “Her iki lider adına aşağıdaki açıklamayı yapmaktan memnuniyet duyuyorum. Liderler bugün çok olumlu ve samimi bir atmosferde buluşarak, büyük ölçüde yakınlaşma kaydettikleri bir çok konuda karşılıklı görüş alışverişinde bulunmuşlardır. Liderler, bir dizi çalışma grupları ve teknik komiteler kurmak, gündemlerini belirlemek ve bunu mümkün olan en hızlı şekilde yapmak üzere danışmanlarının önümüzdeki hafta içinde buluşmasına karar vermişlerdir. Liderler ayrıca, gelecekteki görüşmelerin yürütülmesi için tüm sorumluluğu alarak, üç ay sonra yeniden buluşmak, çalışma gruplarının ve teknik komitelerin kaydetmiş olduğu çalışmayı gözden geçirmek, ve çalışma grupları ve teknik komitelerin varacağı sonuçları kullanarak, BM Genel Sekreteri gözetiminde tam teşekküllü müzakereleri başlatmak konusunda anlaşmışlardır. Liderler ayrıca, resmi müzakerelere başlamadan önce de gerektiği sürece ve gerektiği zaman buluşmak konusunda fikir birliğine varmışlardır. Liderler, Lokmacı Kapısının, teknik olarak mümkün olan en kısa zamanda diğer geçiş noktalarında geçerli olan uygulamalar uyarınca açılması ve kullanılmaya başlanması konusunda da mutabık kalmışlardır. Yeşilırmak kapısının ve diğer geçiş noktalarının açılması konusu ise, danışmanların önümüzdeki günlerde yapacakları görüşmelerin gündemine alınmıştır.” http://www.kktcb.eu/

[4] 23 Mayıs Anlaşması’na dair ortak açıklama şöyledir; “Bugün Liderler samimi ve faydalı bir görüşme gerçekleştirmiş ve 21 Mart mutabakatına uygun olarak alınan sonuçları gözden geçirmişlerdir. İki kesimli, iki toplumlu ve ilgili Güvenlik Konseyi kararlarında tanımlandığı şekliyle siyasi eşitlik temelinde bir federasyona bağlı olduklarını yeniden teyit etmişlerdir. Bu ortaklığın, tek uluslararası kimliğe sahip bir Federal Hükümetinin yanı sıra eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti ve bir Kıbrıs Rum Kurucu Devleti olacaktır. Temsilcilerini 15 gün içerisinde teknik komitelerin sonuçlarını gözden geçirmeleri yönünde talimatlandırmışlardır. Temsilciler, sivil ve askeri güven yaratıcı önlemleri değerlendireceklerdir. Aynı zamanda Limnitis/Yeşilırmak ve diğer geçiş noktalarının açılması konularını ele alacaklardır.” http://www.kktcb.eu/

[5] 1 Temmuz Görüşmesine ilişkin ortak açıklama şöyledir:“The two Leaders met today in a positive and cooperative atmosphere. They undertook a first review of the workof the Working Groups and Technical Committees. They discussed the issues of single sovereignty and citizenship which they agreed in principle. They agreed to discuss the details of their implementation during the full-fledged negotiations. They agreed to meet on 25 July when they will undertake the final review of the Working Groups and Technical Committees.” http://www.kktcb.eu/

[6] 25 Temmuz görüşmesi sonrası Kıbrıslı liderlerin ortak açıklaması şöyledir: “Liderler, bugün Çalışma Grupları ve Teknik Komitelerin çalışmalarını son defa gözden geçirmişlerdir. Liderler, elde edilen sonuçları not etmişler ve Çalışma Grupları ile Teknik Komite üyelerini tüm çabalarından dolayı takdir ettiklerini belirtmişlerdir. Sonuçları son defa gözden geçiren Liderler, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde yürütülecek olan tam teşekküllü müzakerelerin 3 Eylül 2008 tarihinde başlamasına karar vermişlerdir. Tam teşekküllü müzakerelerin amacı, Kıbrıs sorununa karşılıklı olarak kabul edilebilecek ve Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin temel ve meşru hak ve çıkarlarını koruyacak bir çözüm bulunmasıdır. Üzerinde anlaşmaya varılacak olan çözüm, ayrı ayrı ve eş zamanlı olarak referanduma sunulacaktır. Teknik Komiteler ile ilgili olarak ise Liderler bugün, çevre, kültürel miras, kriz yönetimi, suç ve suça ilişkin konularda on altı karar daha alınmasını onaylamış ve bu kararların hemen ve tamamen uygulanması için talimat vermişlerdir. Liderler, sürece müdahil olmalarında yaşanan artışın bir yansıması olarak, aralarında doğrudan teması kolaylaştıracak güvenli bir telefon hattı kurulması konusunda fikir birliğine varmışlardır. Sayın Alexander Downer’in Genel Sekreter’in Kıbrıs Özel Danışmanı olarak atanmasını memnuniyetle karşılayan Liderler, önümüzdeki dönemde kendisi ve BM ekibiyle birlikte çalışmaya hazır olduklarını belirtmişlerdir. Ayrıca, Yeşilırmak ve diğer geçiş noktaları ile ilgili konuları ele almaları yönünde Temsilcilerini talimatlandırmışlardır.” http://www.kktcb.eu/

[7] Görüşmelerde ele alınacak 6 çalışma grubu şunlardır: Yönetim ve Güç Paylaşımı, AB Konuları, Güvenlik ve Garantiler, Toprak, Mülkiyet, Ekonomik Konular. Taraflar arasında günlük konular üzerinde çalışma yapacak teknik komite başlıkları ise şu şekildedir: Suç/Suça İlişkin Konular, Ekonomik ve Ticari Konular, Kültürel Miras, Kriz Yönetimi, İnsani Konular, Sağlık, Çevre.