TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Kıbrıs’ta Müzakereler ve Gerçekler
Nejat ÇOĞAL

GKRY’nin, KKTC’yi yok sayıp, Türkiye’yi dışlayan, buna karşın sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil eden sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni çözümün tek adresi olarak gösteren yaklaşımlarını ısrarla devam ettirmesi ve Hristofyas’ın çözüm için herhangi bir takvimi kabul etmemesi, Kıbrıs’ta Liderler arasında devam eden çözüm müzakerelerinin bir aldatmaca olduğu yönündeki şüphelerimizi kuvvetlendirmektedir. Zira Hristofyas’ın, bir yandan çözüm için görüşmeleri yürütürken, bir yandan da Kıbrıslı Türklerin dünyadan tecrit edilmesi ve Türkiye’nin de muhtemel bir çözümsüzlüğün tek sorumlusu olarak gösterilmesi yönünde çaba sarf ediyor olması, tam bir çelişki olarak karşımızda durmaktadır.

Rumların tecrit politikaları kapsamında yürüttükleri son kampanya başarılı olamamıştır. Öyle ki, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton arasında, 30 Mart’ta yapılması planlanan görüşme, Rum-Yunan Lobisinin engelleme girişimlerine rağmen, nihayet 15 Nisan 2009 tarihinde, Washington’da gerçekleşmiş bulunmaktadır. Liderler arasında çözüm müzakerelerinin devam ettiği bir sırada gerçekleştirilen bu görüşme kuşkusuz, Türk tarafının tezlerini yeni ABD yönetimine doğrudan intikal ettirmesi bakımından önem arz etmektedir.

Kıbrıs’ta, 3 Eylül 2008 tarihinde, liderler arasında başlayan kapsamlı çözüm müzakereleri, KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın acil çözüm için gösterdiği çabalara rağmen, GKRY Lideri Hristofyas’ın engelleme ve geciktirme taktikleri sayesinde, ağır aksak yürümektedir. Esasen, görüşmesi tamamlanan en önemli müzakere konuları olan “Yönetim ve Güç Paylaşımı” ile “Mülkiyet” konularında temel parametrelerde anlaşmazlık sağlanamadığı halde liderler, bu uyuşmazlıkları bir sepete koyarak, diğer konuların müzakeresine geçmeyi tercih etmektedirler. Talat ve Hristofyas son olarak “AB Konuları”nın görüşülmesini tamamlayıp yeni bir müzakere başlığı olan “Ekonomik Konulara” geçmiş bulunmaktadırlar. Liderler, müzakere sürecini hızlandırmış görünmektedirler fakat geride bıraktıkları, derin anlaşmazlık konularını nasıl halledecekleri konusundaki belirsizlikler hâlâ mevcudiyetini korumaktadır.

Öyle ki, “…tüm ilerlemelere rağmen, her konuda anlaşma olmadan anlaşma metninin referanduma sunulmayacağı ve her konuda anlaşma olmadan hiçbir konuda anlaşılmış olmayacağı için, tarafların da her konuda anlaşmasının çok zor olduğu dikkate alındığında…” şeklinde beyanat veren Talat’ın, nasıl olup da bir çözüm paketini 2009 sonu veya 2010 başı gibi referanduma götürebileceği merak konusudur.

Yeni ve Birleşik bir Kıbrıs çözümünün, gecikme olması halinde daha da zorlaşacağını söyleyen Talat’ın, Hristofyas’ın “ Federasyonun, Rum tarafı için ciddi bir taviz olduğu, federasyonun tek egemenlik, tek uluslararası kimlik ve tek vatandaşlığa sahip bir federal devleti öngörmesi gerektiği” şeklindeki söylemleri karşısında tedbirli olması gerektiğini düşünmekteyiz. Zira, Hristofyas’ın tek egemenlikten anladığı şeyin Rum egemenliği olduğu herkesin malûmudur.

Öte yandan, Rum tarafının Türkiye’ye yönelik saldırıları da tüm hızıyla devam etmektedir. Mesela, geçtiğimiz günlerde, “Kıbrıs’ta devam eden görüşmelerin başarısızlığa uğraması durumunda sorumluluğun Türkiye’ye yüklenmesi amacıyla planları bulunduğunu” itiraf eden Hristofyas, Türkiye’ye yönelik uluslar arası baskı politikalarına devam edeceğini vurgulamaktan çekinmemiştir. Ayrıca, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye Raporu’nda, Rum tarafına limanlarını açması, Ada’dan asker çekmesi ve iki liderin özgürce müzakere etmesine izin vermesi yönünde Türkiye’ye yaptığı çağrı, AB’nin hâlâ Rumların şantajlarına boyun eğmeye devam ettiğini göstermesi bakımından anlamlıdır. Ayrıca, Ankara Anlaşması’na Ek Protokol’ün tam olarak uygulanmadığı gerekçesiyle 8 başlıkta müzakerelerin askıya alınması, “enerji” faslının müzakereye açılmasının engellenmesi gibi Türkiye’ye yönelik baskılar mevcudiyetini devam ettirmektedir.

Kıbrıs ile ilgili olarak yaşanan tüm bu gelişmeleri dikkate aldığımızda, Kıbrıslı liderlerin ve özellikle Talat’ın, müzakere sürecinde, aşağıda belirtilen gerçekleri bilhassa göz önünde bulundurmalarının, son derece yararlı olacağı kanaatindeyiz:

  1. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür.
  2. Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) eliyle egemenliklerini kullanmaktadırlar.
  3. Türkiye, kesinlikle Ada’da ‘işgalci’ konumunda değildir. Bilakis, barış ve huzurun güvencesi olarak Ada’daki varlığını sürdürmektedir.
  4. Kıbrıs Türk Tarafı daima çözümden yana tavır takınmış, Ada’da, tamamen eşit iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon kurulması yönündeki BM çabalarını desteklemiş, fakat Rumlar her defasında bu çözüm formüllerini reddeden taraf olmuştur.
  5. Kıbrıslı Türkler, 26 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı’na “evet” demesine rağmen, Kıbrıslı Rumların tek taraflı olarak, güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması, sadece çözümsüzlüğün daha da derinleşmesine katkıda bulunmuştur. AB’nin bu tavrı Garanti ve İttifak Anlaşmalarına da aykırılık teşkil etmiştir. Kıbrıs Türk Toplumuna, AB tarafından verilen sözler tutulmamış, vaat edilen mali yardımlar yapılmamış, Doğrudan Ticaret Tüzüğü uygulanmamış ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki yıkıcı izolasyonlar devam ettirilmiştir.
  6. GKRY Lideri Dimitris Hristofyas’ın, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık”, “tek uluslar arası kişilik” gibi kavramlara, Rum egemenliğine dayanan anlamlar yüklediğini dikkate almak gerekmektedir.
  7. AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir. KKTC ve Türkiye’nin, Kıbrıslı Türklerin dünya siyasi arenasında onurlu ve saygın bir yer edinmelerinin yegâne güvencesi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesi bilhassa önem arz etmektedir.
  8. Kıbrıs’ta çözüm, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü devam edecektir.
  9. Kıbrıslı Liderler tarafından ulaşılacak bir çözüm, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.
  10. Ada’da her iki toplumun meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.

Öte yandan, KKTC’de 19 Nisan’da yapılan erken genel seçimi, Ulusal Birlik Partisi’nin %44 oy oranıyla kazanması, Hristofyas’la çözüm müzakerelerini yürüten Cumhurbaşkanı Talat’a verilmiş önemli bir mesaj olarak değerlendirilmelidir. Kuşkusuz, AB’nin ve uluslar arası camianın Kıbrıslı Türklere vermiş olduğu sözleri yerine getirmemesi, Annan Planı’nı destekleyen ve AB yanlısı politikalar geliştiren Cumhuriyetçi Türk Partisi’ne karşı UBP’nin zafer kazanmasına yol açmıştır. UBP Genel Başkanı Derviş Eroğlu, Cumhurbaşkanı Talat’ın müzakerecilik görevinin devam edeceğini belirtmiştir. Ancak, Ada’da bağımsız iki devletli bir konfederasyon modelini savunan Eroğlu ile iki kesimli, iki bölgeli bir federasyon modeli temelinde görüşmeleri sürdüren Talat arasındaki fikir ayrılığının, önümüzdeki günlerde ciddi sorunlara yol açması muhtemel görünmektedir.

Rum-Yunan tarafı ve AB, KKTC’deki seçim sonuçlarını kaygıyla karşılamışlardır. Elbette ki gelişmeler, Rumlar açısından kaygı vericidir. Zira, AB’ye girmek umuduyla 2004 Annan Planı’na “Yes be annem” sloganıyla destek veren Kıbrıslı Türkleri hayal kırıklığına uğratan Rumlar, şimdi federasyon temelinde müzakere yürüttükleri Talat’ın yolda bırakıldığına şahit olmaktadırlar. Esasen Rumlar, Liderler arasında yürütülen görüşmelerin kesilmesinden endişe duymaktadırlar. Ne var ki, KKTC’de bir iktidar değişikliği olsa da, Kıbrıs meselesinin çözümü konusunda asıl belirleyici faktörün, Anavatan Türkiye olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Nitekim seçimlerin hemen ardından, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan, Türkiye’nin Talat’a olan desteğini bir kez daha açıklama gereğini duymuşlardır. Bu durumda, en azından Talat’ın görev süresinin sona ereceği Nisan 2010 tarihine kadar müzakerelerin mevcut koşullarda devam etmesi beklenmektedir.

Netice itibariyle, Kıbrıs’ta Liderler arasında yürütülen kapsamlı çözüm müzakereleri hız kazanırken, görüşmelerin nasıl sonuçlanacağına dair belirsizlikler de artmaktadır. Zira Talat’ın aceleci davranmasına karşın Hristofyas herhangi bir takvimlemeyi kabul etmemektedir. Cumhurbaşkanı Talat’ın, uluslar arası camianın desteğini almaya yönelik girişimleri kapsamında yaptığı ziyaretler yararlı olmakla birlikte Rum Lider’in uzlaşmaya ikna edilmesi için yeterli değildir. Zira Hristofyas, AB’yi de yanına almak suretiyle, Türkiye’nin Ada’daki varlığını sona erdirerek, Kıbrıslı Türkleri, Rumların kontrolündeki bir Devlet çatısı altında azınlık statüsüne indirgemeyi hedeflemektedir.

Böylesi bir gelişme, gerek Kıbrıs Türk Toplumunun ve gerekse Türkiye’nin güvenliği açısından kabul edilemez sonuçlar doğurabilecektir. AB’nin, uzlaşma sürecini olumsuz yönde etkileyecek şekilde Kıbrıs meselesinde taraf olması ise esasen çözüme değil çözümsüzlüğe hizmet etmektedir. Bu nedenle Talat, 35 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde, millî bir politika takip etmek ve Türkiye’siz bir AB’ye dâhil olmanın, Kıbrıs Türklerine yarar mı yoksa zarar mı getireceği konusunu iyi hesaplamak durumundadır. Sonuç olarak Türkiye’nin, “ucu açık süreç”, “imtiyazlı ortaklık” gibi kavramları gündeme getirerek tam üyelik konusundaki samimiyetsizliğini ortaya koyan AB’ye karşı ihtiyatlı olması ve dolayısıyla Kıbrıs konusunda hiçbir ödün vermeden, dik duruşunu muhafaza etmesi, büyük önem arz etmektedir.