TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ İHTİYACI

Ekim 2007 Sayı : 242

Nuri GÜRGÜR


Anayasa değişikliğine ilişkin tartışmalar gündemi boydan boya kaplamış bulunuyor. Başbakan Erdoğan’ın 22 Temmuz seçimlerinden önce Prof. Ergun Özbudun’un başkanlığında bir komisyonu, taslak hazırlamak üzere görevlendirmiş olması bu konuda önceden belirlenen bir takvimin varlığını gösteriyor. Dolayısıyla hükümetin kurulmasıyla birlikte metnin açıklanması bu sürecin bir parçasıdır.

Geçen dönem bazı temel meselelerde seçmeninin beklentilerini cevaplandıramayan AKP iktidarı, taraftarlarına karşı kendini borçlu saymakta, bunların çözümünü daha fazla erteleyemeyeceğini bilmektedir. Başörtüsü başta olmak üzere imam-hatip mezunlarının durumu, Kuran kursları gibi konularda rahatlatıcı gelişmeler sağlanamadığı takdirde AKP’nin yakın dönemde, mesela bir buçuk yıl sonra yapılacak mahalli seçimlerde ciddi bir oy erozyonuyla karşılaşması sürpriz olmaz. 22 Temmuz’da AKP’ye oy veren seçmenlerin en azından bir bölümü sabırlı olmayı, anlayış göstermeyi tercih ettiler. Ancak tanınan kredinin vadesinin fazla uzun olmayacağı açıktır. Bunun bilincinde olan AKP lideri Erdoğan, bir an önce bazı somut adımlar atmak ve sonuç almak istiyor.

TEK ELDEN YÖNETİMİN SAKINCALARI

Arka arkaya yapılan iki kritik seçimde dilediği sonuca ulaşmış olması, parlamentodaki grubunu genellikle kendi belirlediği isimlerden oluşturması Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı çok güçlü bir konuma getirmiş bulunuyor. Yeni hükümetin görüntüsü, hem ekonominin hem de siyasal ve sosyal konuların temel politikalar açısından doğrudan kendisi tarafından yönetileceğini gösteriyor. Üst bürokraside başlayan yeni yapılanma da bunu teyit ediyor.

Tek elden yönetim tarzının bazı pratik yararları düşünülse bile, iç eleştirinin yeterli ölçüde yapılmaması, sonuçta tek adama bağımlı sevk ve idare yöntemi hata yapma ihtimalini doğal olarak yükseltiyor. Nitekim Anayasa değişikliğine ilişkin süreçte ortaya çıkan bugünkü gerilim ilerde yaşanacakların erken bir işareti sayılabilir.

Seçimlerden sonra siyasi tansiyonun düşmesi, bir yıldan beri yaşanan aşırı gerginliğin azalması beklenirken tersi oldu. Anayasa üzerindeki tartışmalar esas zemininden kayıyor, kurumsal ilişkileri geriyor, huzur ve istikrara çok ihtiyacımız bulunduğu bir dönemde doğrudan rejime ilişkin kuşkuların, kaygıların doğmasına yol açıyor.

ANAYASA’DA DEĞİŞİKLİK İHTİYACI

Aslında Anayasa’nın tamamı olmasa bile birçok maddesinin değiştirilmesine kesin ihtiyaç var. Mesela çeşitli vesilelerle belirttiğimiz gibi Cumhurbaşkanının bugünkü yetkileri parlamenter sistemle bağdaşmayacak derecede fazladır. Yarı başkanlık sistemine geçilmeyecekse bu yetkiler normalleştirilmeli; önceki Anayasalarda olduğu gibi Cumhurbaşkanlığı sorunsuz bir temsil makamına dönüştürülmelidir.

Benzer gerekçelerle Anayasa maddelerinde değişiklik yapmak ihtiyacı ortada iken, meselenin daha ilk adımda kilitlenmesi, köprülerin atılması, kutuplaşılması önemli ölçüde konunun sunum tarzındaki yanlışlardan kaynaklanıyor. Hükümet hem zamanlama bakımından hem de üslup ve yöntem açısından süreci iyi yönetememiştir. Daha öncelikli başka konularımız dururken, bunların bir kenara bırakılıp Anayasa değişikliğini acilen gündeme taşımanın inandırıcı bir izahı yapılamaz.

ÖNCELİKLER DOĞRU BELİRLENMELİ

Türkiye’nin gücü ve imkânları sınırsız değildir. Bunların nerede ve ne zaman kullanılacağı doğru tespit edilemediği takdirde meseleler sürüncemede kalır; giderek ağırlaşır. Türkiye’nin öncelikleri sıralaması yapıldığında, bölücü PKK terörü ve etno-milliyetçi Kürt hareketi ilk sırada yer alır. Bundan daha önemli ve öncelikli hiç bir konu düşünülemez.

Sınır ötesi harekât nedeniyle aylar önce bölgeye intikal eden askeri birliklerimiz bekleyip duruyor. Operasyon yapılmayacaksa on binlerce asker neden orada tutuluyor? Kararsızlık ve kafa karışıklığı anlamına gelen bu mütereddit görüntü Türkiye’nin etkinliğini ve saygınlığını endişe verici şekilde zedeliyor. Artık siyasi temsil imkanını elde eden PKK faaliyet alanını genişletmek istiyor. Milletvekili sıfatı taşıyan sözcüleriyle, belediye başkanlarıyla devlete her fırsatta meydan okuyor. PKK’yı ülke için tehlike saymayan, Kürtçüleri kültürel hakları ve kimliklerinin tanınması için mücadele veren özgürlük savaşçıları olarak görüp sempatiyle bakan neo-liberal, ikinci cumhuriyetçi, solcu ve kozmopolit çevreler bu tutumlarıyla bölücü fitneyi cesaretlendirip kışkırtıyorlar. Cumhuriyet tarihimizin bu en ciddi “gailesi”ne karşı yıllardan beri çok yönlü ve kapsamlı bir devlet politikası oluşturulamadı. Bölgede canını ortaya koyarak mücadele veren askerimizin, güvenlik güçlerimizin kahramanca mücadelesi alanla sınırlı kalıyor. Günübirlik demeçlerle yahut bölgeye yapılan bazı üst düzey ziyaretlerle olaylar her zamanki gibi geçiştirilmeye çalışılıyor.

Türkiye’nin ikinci öncelikli meselesi ekonomiyle ilgili alanlarda yoğunlaşıyor. İktidara geldiği dönemde elverişli dış konjonktür ve global planda yükselen bir dalga yakalamış olan AKP, yeni döneme ABD’den başlayan ve giderek derinleşen problemli bir dünya ekonomisiyle giriyor.

Çığ gibi büyüyen carî açık 28 milyar dolara ulaştı. GSMH son bir yılda üç puan azaldı. Büyüme rakamların bakıldığında ekonomide ciddi bir yavaşlamanın olduğu görülüyor. Yatırımlardaki artış hızı kamuda % 16’dan % 7’ye , özelde % 29’dan % 7’ye düşmüş bulunuyor. İç ve dış borçlarımız 345 milyar dolara ulaştı. İşsizlik ve istihdam problemlerinde de olumlu bir gelişme görünmüyor.

Türkiye’nin bir an evvel sürüncemede duran yapısal reformlarını tamamlaması, ekonomiye nefes aldıracak açılımlar yapması gerekiyor. Kamu bütçesinin altını oyan sosyal güvenlik ve sağlık harcamaları gibi kara delikler kapatılmadan bütçe dengelerinin tutturulması mümkün değil.

Son beş yılda önemli bölümüyle kendi imkânlarımızla oluşmayan sanal bir canlılık ve ekonomik refah yaşadık. Üretimin ve ihracatın yetersiz kaldığı, ihracat-ithalat dengesinin sürekli aleyhimizde işlediği bu dönemi daha ziyade yüksek faiz cazibesiyle ülkeye giren yabancı sermaye sayesinde sıkıntı yaşamadan atlattık. Ancak global ortam artık tersine işlemeye başlıyor. Ayakta durabilmek için kendi potansiyelimize ve öz kaynaklarımıza dayanmak durumundayız.

Ekonomik bir kriz Türkiye’yi çok müşkül durumlara sokar. Çünkü böyle bir durumda sürekli halının altına sürüklediğimiz temel problemlerin bir anda önümüzde yığılı durduğunu ve çözüm gücümüzün kaybolduğunu görürüz. Ülkenin savunma mekanizmalarını çalışamaz hale getirecek ağır bir krizin faturasının çok pahalıya mal olacağı açıktır. Bunun örneklerini geçen yüzyılda art arda yaşayan, ağır bedeller ödemek zorunda kalan bir millet olarak, aynı tuzağa düşmekten kaçınmak zorundayız.

Öncelikler sıralamasının doğru yapılması ve sürecin iyi yönetilmesi kaydıyla, Anayasa konusu uygun bir zamanlamayla gündeme alınmalı, sadece iktidar partisinin girişimi şeklinde değil, TBMM’nin karar ve iradesini yansıtan ortak bir metin üzerinde uzlaşılmalıdır.

TEMEL PROBLEM SAMİMİYET EKSİKLİĞİ

Tartışmaların seyri bu konuda siyasal ve toplumsal mutabakatın sağlanacağı izlenimini vermiyor. Bunun belki de temel nedeni ciddi bir samimiyet probleminin yaşanmakta oluşudur.

Taraflar açık konuşmuyorlar; gerçek düşüncelerini, endişelerini açıklamak yerine, bazı popüler kavramların, evrensel değerlerin yahut Cumhuriyetin temel ilkeleriyle ilgili hassasiyetlere vurgu yaparak haklı çıkmaya, üstünlük sağlamayı tercih ediyorlar. Ancak bu ikircikli tavırlar kolayca teşhis edildiğinden inandırıcı olamıyorlar.

Kamplaşmanın göze çarpan en önemli özelliği, karşılıklı “ortak cephe” ler oluşturulmasıdır. AKP iktidarı geçen dönemde yaptığı gibi, neo-liberal, ikinci cumhuriyetçilerle yakın işbirliği ve dayanışma içerisinde hareket ediyor. Bu “Türkiyeli aydınlar”ın stratejik beklentilerinin ne olduğu yıllardır gözlemleniyor. Kendilerinin doğrudan egemen olmaları imkansız siyasî alana, muhafazakâr-dindar eğilimli iktidarla yakın işbirliği kurarak, resmi olmayan bir koalisyon oluşturarak yönetime nüfuz etmek, burasını görüş ve düşüncelerine göre yönlendirmek istiyorlar. Devletin demokratikleşme ve liberal anlayış bağlamında olabildiğince esnetilerek, ulus-devlet döneminin kapanmakta olduğu iddialarıyla gücünü sınırlı bir alanla kısıtlamaya çalışıyorlar. Çoğu eski Marksist kökenden gelen bu kesimlerle fundamantalist İslamcı çevrelerin Devlete karşı zihnî alt yapılarındaki eski husumetlerden kaynaklanan ortak payda bu yakınlaşmayı kolaylaştırıyor. Temeli 90’lı yılların başlarında atılan ilişkiler günümüzde giderek derinleşti. AKP’nin tek başına iktidar olmasıyla birlikte çeşitli alanlarda somut işbirliğine dönüştü. Hükümetin etki alanı içindeki basın ve televizyonların yönetici, yazar ve yapımcılarının düşünce yapıları ilginç bir tablo oluşturuyor.

Tarafların bu işbirliği ve dayanışmadan önemli beklentileri var. Böylelikle AKP entelektüel kesimden destek buluyor, yalnızlıktan kurtuluyor. Yurt içinde ve dışında temas çevreleri genişliyor. Kendilerinin doğrudan ifade etmeleri sakıncalı görüşler müttefikleri ağzından yapılınca hem riske girmemiş oluyorlar hem de ortak hedefleri konumundaki karşıtlarını yorulmadan yıpratmayı başarıyorlar. Böylece üzerlerindeki siyasal ve toplumsal baskı doğal olarak azalıyor.

PUTLARI MENFAAT OLANLAR

Öteki kampta yer alanların da ilginç özellikleri, karakter ve ahlak yapıları var. Canhıraş feryatlarla Türkiye’nin bir kaç yıl içinde İran yahut Malezya benzeri siyasal rejime ve toplumsal yapıya dönüşeceğini öne süren medya organlarının gerçek kaygılarının çok farklı olduğu basit bir araştırmayla anlaşılabiliyor. Putları menfaat olan bu tiplerin doymayan hırslarını tatmin için yapmayacakları yoktur. Daha fazla kazanmak, sadece medyada değil ekonomik ve finansal alanlarda da büyümek, ülkenin tümüne egemen olmak, hükmetmek amacıyla iktidarı kontrolleri altında tutmak bunların başlıca hedefleridir. Hükümetle ilişkilerini çıkar parametreleriyle belirlerler. Ülkenin geleceğine ilişkin hassasiyet ve endişe görüntüleri samimiyetten yoksun olduğundan toplumda yankı bulmuyor. Devasa medya imkanlarına rağmen bekledikleri etkiyi sağlayamıyor.

Türkiye 82 Anayasasıyla oluşan sosyal, ekonomik ve kurumsal feodaliteye daha fazla katlanmamalıdır. Hukuk ve demokrasi kavramlarını kalkan gibi kullanarak saltanatlarını sürdürmeye çalışanlar, başta üniversiteler olmak üzere yıllardır sürüp gelen keyfi uygulamalarının, militanca tutumlarının vicdani muhasebesini yaptıkları takdirde savunma sadedinden söyleyecek fazla bir şey bulamazlar.

GERÇEK ÇAĞDAŞLIK VE ATATÜRKÇÜLÜK

Hangi çağdaş demokratik ülkede rektörler bizdeki gibi yandaşlar arasından tek yanlı tercihlerle belirlenmektedir. Gazi Üniversitesi’nde Rıza Ayhan, On Dokuz Mayıs Üniversitesi’nde Osman Çakır örneklerinde olduğu gibi onlarca insanın haklarının gasp edilmesinin makul ve inandırıcı gerekçesi var mıdır? Akademik alanın üzerine kara bulut gibi çöken kaba ve ilkel pozitivist tahakküm son bulmalı, bilimsel çalışmaların önü açılmalıdır. Gerçek çağdaşlık ve Atatürkçülük üniversiteleri pozitivist hurafelerle prangalamak değil, bilimsel çalışmaların, araştırmaların en yoğun şekilde yapıldığı, ilim insanların hakları olan imkanlara sahip kılındığı, saygı gördüğü, varlıklarının teşvik ve takdir edildiği rasyonel bir ortamı hazırlamaya çalışmaktır. Bu yolu zahmetli bulup, alışkanlıklarını değiştirmek istemeyenlerin on sekiz yaşını bitiren, yasalar karşısında her alanda sorumlu sayılan, siyasal ve sosyal hakların tümünden yararlanabilen genç kızlara başınızı açın demek hukuka ve insan haklarına aykırıdır “dayatma”dır.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin akıbetinin üniversiteli kızların başörtülerine göre belirleneceğini öne sürmek, bu rejime ve cumhuriyetin temel ilkelerine güvenmemek anlamına gelir.

Her inancın ve felsefi görüşün olduğu gibi, Müslümanların da bağnazları vardır. Yobazlık günümüze münhasır bir olay değildir. Türk ve İslam tarihi bunların örnekleriyle doludur. İslam’ı kendi anlayışlarına göre yorumlayıp çarpıtan, sosyal ve siyasal sistem icat etmeye çalışan fanatiklerin varlığı kuşkusuz toplumsal bir “problem”dir. Ancak bunun hem boyutunu hem de alınması gereken önlemleri doğru belirlemek, bilimsel yöntemleri kullanmak gerekir. Bunu yapmak yerine meseleleri kendi ideolojilerine, inançlarına, görüşlerine alan hazırlamak üzere kullananların kışkırtıcı tavırları inanan insanları itiyor, incitiyor, sonuçta tam tersi etkilere yol açıyor. Türkiye’de bugün din ve laiklik adına huzursuzluklar, kuşkular, kaygılar yaşanıyorsa bunun sebebi tartışmaların iki ucunda yer alan ve sadece kendi doğrularına iman eden, mantıklı düşünme melekelerini kaybetmiş fanatiklerdir.

Aslında Anayasa değişikliği konusu şartların doğru oluşturulması durumunda Türkiye için tarihi bir fırsat kılınabilir. Ancak bugünkü üslup ve yöntemler, kutuplaşmalarla çözüm değil kaos oluşur. Bunun herkes tarafından bir an evvel anlaşılması gerekiyor. Ülkemizin bir siyasi partinin patentini taşımayan, siyasal ve toplumsal kesimlerin ortak eseri olan, geniş kabul gören bir Anayasaya büyük ihtiyacı var. TBMM bunu siyasi hesapların üzerine çıkarak başarmalı, bu tarihi fırsatın hakkını vermelidir.