TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

BUNALIM BUNALTIYOR
Nuri Gürgür Türk Yurdu Dergisi (Mayıs 2001)

87 yıllık Cumhuriyet tarihimizin en zor dönemini yaşıyoruz. İki ay arayla ülke ekonomisini ard arda vuran ağır krizin ekonomiyle sınırlı olmadığı, kapsam ve derinliğinin çok daha geniş alanlara yayıldığı giderek daha iyi anlaşılıyor. İkinci krizi tetikleyen olay, 19 Şubat'ta devletin zirvesinde yaşanan ve hiçbir gerekçeyle tevili mümkün olmayan tarihi skandalın yol açtığı tahribat, siyasetiyle siyasetçiyi gelişmelerin ilk sorumlusu konumuna oturtmuş bulunuyor. Aradan iki aydan fazla zaman geçmesine rağmen, kararlı ve muktedir bir yönetim görüntüsünün sergilenmeyişi, siyaseti kurumsal anlamda derin bir güven bunalımıyla karşı karşıya bırakıyor. Yabancı siyaset ve ekonomi çevrelerinden Türkiye'nin acilen siyasi reformlar yapma talebinin gelmesi, yapacakları yardımları bu alandaki gelişmelerle irtibatlandırmaları, krizde ekonomi ile yönetim yani siyaset arasında doğrudan ilişki kurduklarını gösteriyor. Bunun yanısıra, daha önce yaşadığımız ekonomik krizlerde dışarıdan münhasıran mali ve ekonomik içerikli isteklerle karşılaşan Türkiye'nin, şimdi siyasi nitelikli taleplere muhatap olacağı anlaşılıyor. Bunların sadece kurumsal düzenleme çerçevesi ile sınırlı kalacağını, yasal değişmelerle yetineceklerini kimse beklememelidir. Nitekim G-7 ler ülkemize yardım konusunu görüşürlerken, İngiltere'nin Kıbrıs konusunu masaya getirme teşebbüsü bunun ilk işaretidir. Almanya'nın da aynı niyeti paylaştığı, basında yer alan haberlerden ve bazı yetkililerin açıklamalarından anlaşılıyor.

Sayın Kemal Derviş'in yardımların siyasi taleplerle karıştırılmasının "çok çok vahim bir hata" olacağını ve bunun ters tepki doğuracağını ifade etmesinin muhataplarımızı ne ölçüde etkileyeceği belli değildir. Osmanlı'nın yıkılış döneminde, her sıkıntılı süreçte bunalımdan hayati siyasi ve ekonomik kazanımlar sağlamış olan İngiltere'nin bu defa da önümüze siyasi faturalar sürmeye hazırlanması tarihi bir alışkanlıktır. Bu tavırlara sinirlenmek yerine, esas kendimizin ne yapıp yapmadığımıza bakmak, ülkenin bu kıskaca nasıl sokulduğunu düşünmek ve çıkış yollarını aramak daha rasyonel bir tavır olur.

Türkiye'de şimdiye kadar varlığı bilinen ancak üzerinde geniş şekilde durulmayan konular toplumun her kesiminde konuşulur hale geldi. Özellikle bankacılık alanında yaşananlar devletin, hazinenin yıllardan beri sistemli ve organize şekilde soyulduğunu gözler önüne serdi. Siyasetçi, bürokrat ve işadamı-bankacı üçgeninde gaddarca talan edilen devlet, kaba ve ilkel bir popülizmin geliştirdiği kötü yönetimlerle iflasın eşiğinde bulunuyor.

Bu içler açısı tablonun ortaya çıkmasında baş sorumlu son onbeş yıl zarfında ülkeyi yönetenlerdir. Bu süreçte kimse masum değildir; devlet hiyerarşisinin en üst kademelerinden itibaren hiç kimsenin sarfı nazar edemeyeceği müteselsil sorumluluk mevcuttur.

Türkiye'nin iç dinamiklerinin, coğrafi konumunun, nüfus yapısının yani hızlı bir ekonomik gelişmeyi sağlayabilecek temel unsurların mevcut bulunmadığını kimse söyliyemez. Son yirmi yıllık ekonomik göstergelerde 1990'ların başına kadar gözlenen olumlu gelişmelerin, bir yerden itibaren tersine dönmesinin sorumlusu "kötü yönetim" lerdir. Kaynaklar hoyratça tüketildi. Siyaset rant kapışma alanı haline dönüştürüldü. Siyaseti şahsi hükümranlık alanı görme alışkanlığıyla kurallar, gelenekler, etik ve hatta yasal ölçüler fırlatılıp atıldı. Yakın çevreler, aile fotoğraflarındaki kareler foyaları son aylarda ortaya çıkmakta olan şebeke mensuplarıyla dolduruldu.

Türkiye'de geçen yıl uygulamaya konulan ekonomik istikrar ve enflasyonla mücadele programı bir zaruretin ve mecburiyetin sonucuydu. Bütün kaynakları tükenme noktasına gelmiş olan, bütçesinin neredeyse tamamını borçların faizini ödemeye tahsis zorunda kalan Türkiye'de deniz bitmişti ve duvara dayanmıştık. Programın temel amacı ve ilkeleri esas itibariyle doğru olmakla beraber uygulamalardaki büyük hatalar, ekonomi yönetiminin başıboş oluşu, göstergelerin iyi izlenmesine ve dolayısıyla tedbir alınmamasına sebep oldu. Parlamentonun yılın ikinci yarısından sonra durgun bir çalışma dönemine girmesi ve acil yasaları çıkartmak yerine af kanunu gibi son derece gereksiz ve zamansız konularla gündeminin doldurulması programın başarısızlığını hazırlayan temel faktörler oldu.

Hayatının hiçbir döneminde ekonomik konulara aşinalık duymamış olan Sayın Ecevit'in, çok yoğun bedeni ve zihni mesai zarureti bulunan bir süreçte, bu sorumluluğu yüklenmesi kendi kariyeri açısından olduğu kadar ülkemiz için de talihsizlik olmuştur. Ancak esas sıkıntı programın başının, koordinatörünün bir türlü belirlenmeyişinden kaynaklandı. Ekonomiden sorumlu bakan çoğu kere ortalarda görünmedi; programın takip ve uygulanması iç ve dış kamuoyu ile, finans çevreleriyle gerekli iletişimin kurulması gibi hayati konular iki bürokratın uhdesinde kaldı.

Yaşananlardan gerekli derslerin çıkarıldığı ne yazıkki söylenemez. Krizin labirentlerinden el yordamıyla yön bulmaya çalışılıyor. 19 Şubat'tan buyana Kemal Derviş'in Amerika'da bulunup Türkiye'ye getirilmesinin dışında topluma henüz somut bir tedbir sunulabilmiş değil. Son bir aydan beri Meclis'in sergilediği yoğun mesai, birçok kanunun ard arda çıkarılmakta oluşu bile bu hükmü tekzip etmiyor. Çünkü yapılan yasal değişikliklerin çoğunun sonuçları orta vadede alınabilecektir. Üstelik bunlar stratejik hedefleri, sonuçları düşünülüp, tartışılıp insicamlı bir plan ve program çerçevesinde geliştirilmekten ziyade, dış taleplere cevap niteliği taşımaktadır. Amaçları, sonuçları ve etkileri hususunda belirsizliklerin giderildiğini de kimse söyliyemez.

Ülke üç aydan beri bastırılamayan bir yangın alanı halinde; insanlar kaygılı ve karamsar, umutsuzluk giderek artıyor. Geçen ay İstanbul ve Ankara başta olmak üzere kitlelerin sokakları, meydanları tahrikler sonucu doldurduğunu söylemek yerine, bu öfke patlamalarının anlamını iyi düşünmek gerekir. İşsiz ve aşsız kalan, maddi varlığı tükenme noktasına gelen yüzbinlerce mustarip insanın derdine çare aramak gerekirken, bayrak töreni tüzüğünde mantıksız değişiklik yapacak zamanı bulan yönetim anlayışıyla problemler azalmaz artar.

"Farkına varmadan imzalamışız" şeklindeki tevil tarzı kolay ve ucuz kazanım alışkanlığının, sorumsuzluk ve ciddiyetsizliğin yeni bir görüntüsüdür.

Siyasetin üzerinde kurulu bulunduğu zemin giderek daha da kayganlaşıyor. Enerji Bakanının durumu Hükümeti oluşturan partiler arasındaki rekabet ve mücadele siyasi istikrara en fazla ihtiyaç duyulduğu bir dönemde ortamı tehlikeli şekilde gerginleştiriyor.

Muhalefet ise şuurlu ciddi ve sorumlu bir politik strateji tesbit edememenin dağınıklığı içerisinde, günü birlik siyasi hesaplarla Hükümeti yıpratmaya çalışıyor.

İktidarıyla ve muhalefetiyle parti liderlerini biraraya getirerek temel konularda asgari ölçekte birlik ve bütünlük sağlamayı başaracak bir devlet otoritesinin ortada görülmeyişi ise ülkemiz adına tarihi bir haksızlık ve talihsizliktir.

Bu derece ağır bir kriz ortamında, medya gibi etkili iletişim araçları bulunmasına rağmen, devlet hiyerarşisinin en üstünden topluma etkili mesajlar verilmemesinin makul bir izahı olamaz. Devlet-millet ilişkisini sağlamak, böyle günlerde topluma ümit ve güven sunmak, bilgi, beceri, birikim ve yetenek gibi özellikler ister. Bunların sözcüler, sekreterler vasıtasıyla yahut merdiven altındaki bir dakikalık yazılı basın bülteninin kıraat edilmeye çalışılmasıyla sağlanabileceğini kimse söyliyemez.

Başların kuma gömülmeye çalışılması gerçekleri ne yazık ki değiştiremiyor. Herşey dünyanın gözleri önünde cereyan ediyor. Dış basında yazılanlar bu ülkeyi seven düşünen herkesi kahredecek niteliktedir. Balkan faciasından bu yana milletimiz bu zilleti yaşamamıştı.

23 Nisan "Ulusal Egemenlik" bayramının yıldönümüne bir hafta kala, 16 Nisan 2001 tarihli Fransız gazetelerinde yazılanlar ertesi gün Hürriyet Gazetesi'nde yer aldı. Haber ve yorumların üslubu yaşadığımız ortamın vehametini ortaya koymaktadır.

Fransız Liberasyon gazetesi bu defa on yıl önce yaptığı gibi "Parlayan Türk Yıldızı" başlığını atmak yerine, durumu "Türk İflası" olarak yansıtıyor.

Gazetede yer alan Marc Semir imzalı "Nefesi Kesilmiş Cumhuriyet" başlıklı yorumda "Türkiye artık nefesi bitmiş bir Cumhuriyet; Atatürk'ün otoriter modeli artık günümüze uymuyor" denildi. Le Figaro'da birinci sayfadan anonslu olarak verdiği "Türkiye, Tükenmiş Bir Rejim" başlıklı haberde "çok yaşlanmış bir Başbakanın yürüttüğü ve üç partili koalisyonun bu işin üstesinden gelebileceğine çok az kişi inanıyor, çeyrek asırdır Avrupa'nın kapısını çalan ve iki yıldır aday olan Türkiye'nin AB kapısında daha çok bekleme riski var" Osmanlı'nın döneminin "hasta adamı" Türkiye hasta olmayı hep sürdürdü (x)

Bu bunalım ve karmaşa ortamında siyasi hesaplar yapanlar Türkiye'den çeşitli kazanımlar sağlamak isteyenler sadece yabancı ülkeler değil; ekonomik, politik ve sosyal şartların belirsizliği, yakın dönemle ilgili ihtimaller siyasi gündemi süratle yoğunlaştırıyor. Yönetimdeki tıkanıklıklar, genel yetersizlikler, hata ve beceriksizlikler çok yönlü siyasal hesapları ön plana çıkarıyor. Bu arada sistemin kendisi ve geleceği tartışma alanına giriyor.

___________________________________________________________ (x) (Hürriyet Gazetesi 17 Nisan 2001)

Sabah Gazetesi'nde Ali Bayramoğlu "de politizasyon sürecimi?" diye sorduktan sonra şöyle devam ediyor: "Bundan sonraki aşamada, yukarda sıralanan "araç"lardan hareketle, siyasetin siyaset ve siyasetçi partiler üzerinden Türk usulü ya da Oniki Eylül usulü tasviyeler yaşanacak ve bunun adına reform denilecektir. Büyük ihtimalle "yolsuzluklar politikası" çerçevesinden hukuk adına, hukuk dışı düzen adına düzen dışı siyasi operasyon günleri yaklaşmaktadır. Bu, siyaseti yargı önüne çıkaracak ve yeni partilerin kurulması operasyonu olacaktır."(x)

Bu tarz yorumlarla Kemal Derviş'in yurt dışında telaffuz ettiği "siyasette yeniden yapılanma ihtiyacı" ifadesi ve kendisinin bizzat yeni bir merkez sol yapılanmanın başında bulunma arzusuna ilişkin mesajı yan yana getirildiğinde, Sayın Derviş'in ekonominin yönetiminden çok daha ileride bir misyon niyeti taşıdığı anlaşılmaktadır. Sayın Derviş'in ABD'den gelirken hangi niyet ve amacı taşıdığını elbette bilemeyiz. Bunu kendisini Dünya Bankası'ndan Türkiye'ye gönderdiklerini açıklayan banka başkanının da bildiğine ilişkin bir açıklama henüz yapılmış değil. Ancak onbeş yıl kadar önce Yeni Demokrasi Hareketi'nin şemsiyesi altında biraraya gelen neo-liberaller, ikinci cumhuriyetçiler, solcu ya da sabık solcu bir elit "aydın" grubunun sonuçta büyük bir hayal kırıklığı yaşadıkları, bozgunla noktaladıkları "dönüşüm ve değişim" programlarını şu sıralarda Kemal Derviş'in öncülüğünde gerçekleştirme çabasına girdikleri, bunu "merkez sol" u birleştiren yeni bir oluşumla sağlamayı düşündükleri, bu mutasavver projeyi çok keskin ve muhtemelen sert ve sarsıcı siyasi manevralarla uygulamaya koymaya hazırlandıkları anlaşılıyor.

Ancak yeni oluşum hazırlığı yapanlar, tıpkı önceki girişimlerinde olduğu gibi toplumsal desteği hafife alıyorlar. Dışarıdan sağlanacak kredilerle ekonomik bunalımın hafiflemesinin etkisiyle, Kemal Derviş'in ismi çevresinde oluşturulacak cazibe merkezinin geniş bir kitle desteği sağlayacağına, mevcut parti liderlerinin ve partilerin itibar kayıplarının kendi hanelerine artı olarak yazılacağına inanıyorlar.

Bu hesapların ne derece tutarlı olacağı elbette zamanla ortaya çıkacaktır. Ancak Türk demokrasi tarihinde toplumun kültür değerlerini, inanç yapısını hafife alan, yönetmeyi yukarıdan düzenleme ve buyurma şeklinde algılayan politik hareketler hep hüsranla sonuçlanmıştır. Çünkü

__________________________________________________________ (x) (Ali Bayramoğlu, Sabah Gazetesi 25 Nisan 2001) Türk toplumunun kendine mahsus kavrayış ve değerlendirme tarzı, algılama biçimi vardır. Bunu belki entelektüel seviyede izah etmekte zorlanır, ancak çoğunlukla sandık başında ortaya koyabildiği hüküm verme aşamasında, hangi ambalajla sunulursa sunulsun "yaban" ı emsalsiz bir ferasetle bulup ayıklar.