TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Çözüm Süreci Yahut Devletin Hipnotize Edildiği Bir Dönem

Bir hekim hastasına yanlış teşhis koymuşsa ve ısrarla doğruluğunu savunuyorsa tedavi yapması mümkün değildir. Son aylarda terör saldırılarını hızla artmasının, silahlı başkaldırıya dönüştürülmeye çalıştırılmasının, vatan topraklarının bir bölümünün asimetrik savaş alanı haline getirilmesinin temel nedeni, gömleğin ilk düğmesinin daha baştan yanlış iliklenmiş olmasıdır.

 

2009’un yaz aylarında önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak” vaadiyle başlatılan ve değişik adlarla 5 yıl gündemde tutulan projenin temelinin sağlam olmadığı, çok geçmeden yaşanan “Habur rezaleti”yle ortaya çıkmıştı. Ancak AK Parti iktidarı bu olayı doğru okuyup yanlışları düzeltmek, sorunu her yönüyle iyi bilen insanlarla, konunun uzmanlarıyla istişareler yaparak doğru ve gerçekçi yeni bir proje hazırlamak yerine, aynı çizgide yürümeyi tercih etti.

 

PKK’yı Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden bir terör örgütü saymayan, taleplerinin karşılanması maksadıyla eylem yapan “özgürlük savaşçıları” olarak gören, sürekli devleti sorumlu tutup, suçlayan liberal sol ve İslamcı aydınlar da iktidarın bu tutumunu övdüler, sürekli teşvik ettiler, desteklediler.

 

Oysa PKK ne iktidarın, ne de uygulanan projenin mimarı olan istihbarat şeflerinin sandıkları gibi, görüşmeler yoluyla hedeflerini değiştirecek, silah bırakmaya rıza gösterecek bir örgüt değildir. Kuruluşundan itibaren belirlediği hedeflere ulaşmak için silahı en etkili araç ve güvence sayan, çok katı ideolojik kalıplara, disiplin kurallarına, emir-komuta sistemine bağlı bulunan PKK, devletin temsilcileriyle yaptıkları görüşmeleri başından itibaren siyasi bir taktik olarak kullanmaya çalıştı. Beş yıldır olanlara bakıldığında bunda önemli ölçüde başarılı oldu.

 

PKK’yı İmralı’dan ve Kandil’den yönetenler ipleri ellerinden hiç bırakmadılar; bazen geri adım atar görünerek, isteklerini esneterek devlet yetkililerinin ve AKP yöneticilerinin hep ümitli ve iyimser olmasını sağladılar. Oslo’da, İmralı’da, bazen Kandil’de kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmelerde kullandıkları taktik manevraları, hiçbir zaman devletin arzuladığı biçimde stratejik bir değişimle dönüşüm noktasına götürmediler.

 

PKK şartları kendi açısından uygun bulduğu anda saldırılarını sürdürdü. Üç yıl önce Silvan’da 13 askerimizin şehadetine yol açan PKK saldırısı, terör örgütünün amacı ve niyeti açısından olduğu kadar, sonuçları bakımından da unutulmaması gereken bir örnektir. PKK’nın Kandil’deki elebaşları 2012’nin yaz sonlarında “Devrimci Halk Savaşı” başlattıklarını açıklayarak, pilot bölge olarak seçtikleri Hakkâri, Çukurca ve Yüksekova’da özerk yönetimler kuracakları iddiasıyla eylem başlattılar. Buralarda alan hâkimiyeti sağlamak maksadıyla dağdaki kadrolarından yüzlerce militanı bölgeye yığdılar. Bölgede kalıcı olacaklarını, asla geri çekilmeyeceklerini ilan ettiler. Buna karşı Türk Silahlı Kuvvetleri zaaf göstermedi; bölgede kararlı şekilde operasyonlara başladı.

 

PKK, Türk ordusuyla arazide çatışmayı göze almasının bedelini ağır kayıplar vererek ödedi. Tam anlamıyla köşeye sıkışmış, bozguna uğramıştı. Ancak o esnada çok düşündürücü bir olay meydana geldi. Uludere’de sınırdan Türkiye’ye geçmek isteyen bir kaçakçı grubuna terörist zanlıyla yapılan hava operasyonunda 35 köylü hayatını kaybetti.

 

Yanlış istihbaratı kim vermişti? ABD’nin o dönemde teknik imkânlarıyla sağlayıp bazılarını bize ilettiği bilgilerin bu yanılgıdaki payı nedir? Bu gibi sorular halâ aydınlatabilmiş değil. Ama yapılan yanlış değerlendirmenin yol açtığı hasar büyük oldu. Hem hükümet içerisinde, hem de Silahlı Kuvvetlerin de komuta kademelerinde moraller bozuldu, endişeler doğdu. PKK’ya tarihinin belki de en etkili darbenin vurulacağı aşamada operasyonlar aniden durduruldu.

 

PKK gibi, tamamıyla asimetrik savaş düzenine göre organize olan bir örgüt silahlı eylemlerle sonuç alamayacağını görüp anlamadıkça, bunu sağlayacak nitelikte 2012’deki gibi etkili operasyonlar yapılmadıkça, kısacası psikolojik avantajı elde bulunduracak bir ortam olmadıkça yapılacak her görüşme, atılacak her adım sonuçsuz kalır.        

 

AK Parti hükümetinin bu meseledeki bir başka yanlışı, KCK yapılanmasının anlamını, maksadını ve hedeflerini önemsememesi oldu. PKK’yı yönetenler, 2012 bozgunu üzerine yaptıkları değerlendirmelerde Türk ordusuyla kırsalda savaşacak kapasitede olmadıklarını gördüler. Tarzlarını değiştirerek B planlarını uygulamaya koydular. Bu planın esası KCK sistemi üzerinden, bölgede etkili oldukları şehirlerden başlayarak, “öz yönetimler” kurarak “özerk”lik inşa etmeyi içeriyor.

 

KCK’nın (Kürdistan Topluluklar Birliği) özelliği Öcalan tarafından tasarlanan Marksist-Stalinist ideolojiye göre kurgulanan, totaliter anlayışa, disiplin kurallarına, silah ve şiddete dayalı bir yapı olmasıdır. KCK sözleşmesinde (anayasasında) bireysel hak ve özgürlükler, batı tipi liberal demokrasi yozlaşma sayılarak karalanır. Komünal bir örgütlenme modeli benimsenir. Kürt etnikçiliği esas alınır.

 

PKK’nın da içerisinde yer aldığı “çatı örgüt” niteliğindeki KCK yapılanmasını 2012 bozgunundan sonra hayata geçirmek maksadıyla yoğun bir çalışma başlatıldı.  Şehirlerde “öz yönetim” kurabilmek, halkı baskı altında tutmak, örgüt disiplinini sağlamak için bir inzibat gücüne ihtiyaç vardı. Bir yandan dağdaki silahlı militanları sayısını artırmaya çalıştılar; diğer yandan şehirlerde YDG-H adıyla “öz savunma gücü” işlevi yapmak iddiasıyla yeni bir birim kurdular. Hakkâri, Şırnak, Diyarbakır ve Van gibi illerle, Cizre Yüksekova, Şemdinli, Nusaybin, Silvan gibi ilçeleri pilot bölgeler olarak belirlediler. Tunceli’yi müttefiklerini DHKP-C’ye bıraktılar. YDG-H bünyesine kattıkları gençlere dağda silah ve patlayıcı eğitimi verdiler.  Onları şehirlerden sık sık yol kesme, kimlik kontrolü yapma, korsan gösteriler düzenleyip güvenlik güçlerine molotof attırma eylemler gibi devrimci halk savaşının şehir kadroları olarak hazırlamaya çalıştılar.

 

PKK-KCK kitlesel başkaldırı (serhildan) için yoğun şekilde hazırlanırken, AK Parti iktidarının görüşmelerle oyaladılar. Adeta hipnotize edip uyuttular. Bu hususta Öcalan etno-milliyetçi Kürtçülük hareketi açısından çok başarılı bir işlev yaptı, devlet temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde inisiyatifi sürekli elinde tuttu. Ciddi anlamda hiçbir şey vermeden, çizgisinden sapmadan çözüm süreci adına devletten istediklerinin önemli kısmını almayı başardı. Hükümet bölgede çatışma olmamasını, şehit cenazelerinin gelmeyişini politikasının başarısı saydı. KCK-PKK’nın devlet içinde paralel bir devlet oluşturduğunu, kendi yargı düzenini, vergi sistemini oluşturduğunu, inzibat gücü kurmakta olduğunu görmezlikten geldi. Bölge halkında devletin gidici olduğu kanaatinin yaygınlaştığını, devlete sadık ahalinin göçe zorlanarak nüfus arındırılması yapıldığını, örgüte haraç verilmeden, pay ayrılmadan ticaret, yatırım ve ihale yapılamadığını fark etmek istemedi.

 

En büyük yanlış “bizden önceki yönetimlerin güvenlikçi politikaları sonuçsuz kalmıştır” denilerek askerin ve polisin devre dışına çıkarılması, istihbaratın askıya alınması, yargının çalıştırılmaması, köy korucularının kenara itilmesi oldu. Böylelikle son 3-4 yılda tarihimizde benzeri az görülen boyutta feci bir aymazlık, basiretsizlik, hareketsizlik ve yanılgı dönemi yaşandı. Güvenlik güçlerinin, askerin ve polisin, savcıların anayasa ve yasalarla verilen görevlerini yapmaları “olay çıkmasın, süreç zarar görmesin” gibi mülahazalarla engelledi. Özetle PKK-KCK hızla büyüyüp derinleşirken devlet hareketsiz bekletilmiş oldu.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın TRT’de soruları yanıtlarken çözüm sürecinde yaşananları şöyle özetledi: “çözüm süreci içerisinde valilerimiz kendilerine verdiğimiz talimatlar gereği ciddi manada bu terör örgütlerine karşı şu andaki operasyonlara girmiyorlardı. Belki kendilerine çeki düzen verirler, belki bu şekilde devam etmezler ama maalesef kendilerine çeki düzen vermediler tam aksine bu süreç içerisinde ne yazık ki bir hazırlık safhasının içerisine girdiler.”

 

 

Hükümeti dolayısıyla devleti temsil eden yetkili iki Bakanla, HDP temsilcilerinin Dolmabahçe’deki buluşmaları, Öcalan’ın mektubunun “mutabakat” görünümü içerisinde okunması tarihi bir faciadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan iki hafta sonra bu tablonun anlamının farkına varıp, bu hususta bilgisinin ve rızasının olmadığını açıklayarak metinde yer alan isteklerin yapılmasını engellemek suretiyle tahribatın daha da büyümesini engellemiş oldu. Ama bu müdahalenin yapılma ihtiyacının duyulması olması bile, yürütülen politikanın ne derece nahif, gayri ciddi ve yüzeysel olduğunun göstergesidir.

 

PKK, 7 Haziran seçimlerinin sonucu ne olursa olsun, “devrimci halk savaşı”nı başlatmakta kararlıydı. Cemil Bayık, Beşe Hozat, Duran Kalkan gibi terör örgütünün yöneticileri aylarca önce çatışmasızlık döneminin bittiğini, eylem yapacaklarını defalarca açıklamışlardı.

 

Irak ve Suriye’de son yıllarda yaşananlar, IŞİD’in önlenemeyen yükselişi, Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın bu ülkedeki kolu olan PYD’nin ortaya çıkması, batılıların himayesinde Rojava adıyla kantonlar oluşturulması Pan-Kürdist harekete geniş bir manevra alanı ve imkânlar kazandırdı. Irak Merkezi Hükümeti ordusunun ve Peşmergelerin IŞİD karşısında tutunamamalarına mukabil, PKK-PYD güçlerinin direnmesi Washington’da takdirle karşılandı. PYD bir anda ABD’nin alandaki güvenilir müttefiki konumuna geldi. Türkiye’nin itirazları duymazlıktan gelinerek örgüte her türlü silah ve maddi yardımlar yapıldı. Bu arada PYD’nin Kobani’de IŞİD ile girdiği savaş örgüt tarafından PR malzemesi olarak kullanıldı. Buradaki direnişe milli mücadele görünümü kazandırılarak Orta Doğu’daki aralarında birliktelik bulunmayan Kürt gruplara etnik bilinç kazandırılmaya çalışıldı. Bu hususta epeyce başarı sağladıkları 6-7 Ekim olayları sırasında görüldü. 7 Haziran’da HDP’nin oylarının tahmin edilenin üzerinde çıkmasında Kobani motivasyonunun Kürt kökenli vatandaşlar üzerindeki etkisinin büyük payı oldu.

 

PKK-KCK, başta ABD olmak üzere son dönemde IŞİD sorunu vesilesiyle Batılılar nezdinde kazandıkları itibara dayanarak uluslararası arenada meşruiyet kazanmak, Türkiye’deki başkaldırı girişimlerine destek bulmak istiyor. Bunu istedikleri kadar olmasa bile, belirli bir nispette temin ettikleri söylenebilir. İki aydır Türkiye’de yaşanan kanlı terör saldırılarına karşı ABD’nin sessiz kalması, ciddi bir kınama yahut engelleme girişiminde bulunmaması her bakımdan düşündürücüdür.

 

Türkiye geçen yüzyılın başlarından bu yana hiçbir dönemde şimdiki kadar yalnız olmamış, doğrudan ülke bütünlüğüne ve bekasına yönelik tehditler karşısında tek başına bırakılmamıştı.

 

Bu durum sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batılılar nezdindeki itibar sorunundan kaynaklanmıyor. Orta Doğu jeopolitiğini değiştirmeye kararlı olan uluslararası aktörler, Türkiye’yi masanın dışında tutmak istiyorlar. Cumhurbaşkanı’nın son konuşmalarının birinde ülkemiz üzerinde operasyon yapılma niyetlerini ima ederek “Türkiye’yi bölmekten ne kazanmış olacaksınız” diye sorması kaygıların kuruntu olmadığı anlamına geliyor.

 

Şu anda Washington’un sadık bir neferi gibi emre hazır konumda olan PKK ve Kandil, ABD’nin bilgisi ve izni olmadan bu kalkışma girişimini yapabilir mi? ABD iki ay önce olayların başladığı günlerde başta Adana ve Diyarbakır olmak üzere vatandaşlarını ve personelini bölgeden tahliye etmeye neden gerek gördü? ABD ülkeleri “silahlar sussun, görüşmeler tekrar başlasın” mesajları iletirken Türkiye ile terör örgütünü neden aynı kategoride görüyorlar? Bölgenin yeni parlatılan gücü görünümünde olan İran, Türk Silahlı Kuvvetlerinin operasyonlarından neden rahatsızlık duyuyor? İran sınırındaki Ağrı, Doğu Beyazıt ve Iğdırgibi yerlerde terör saldırılarının önceki yıllarla kıyaslanmayacak derecede artmış olmasının arkasında ne var?

 

Türkiye, mevcut tabloyu iç ve dış şartları doğru okumak, gerçekçi olmak, yapılan yanlışlar yüzleşmek, tekrarlarından kaçınmak zorundadır. Şu anda PKK’yı da aşan çok daha büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz. Küresel güçler ve ABD Orta doğu jeopolitiğini değiştirmek istiyor. El Kaide ve IŞİD gibi cihadist tehditlerin kaynağı olarak Sünni İslam’ı görüyorlar. Şiiliği etkili bir siyasi aktör kılarak, İran’ı ön plana çıkartarak cihadist akımları frenleyeceklerini düşünüyorlar. Diğer taraftan bölgenin zengin yer altı kaynaklarını kontrollerinde tutmak, siyasi ve ekonomik çıkarlarının jandarmalığını yapmak maksadıyla bir Kürt devleti oluşturmayı planlıyorlar. Kuzey Suriye’deki 3 kanton bunun ilk ayağı olarak şimdiden devreye girdi. Projenin 2. ayağında Güneydoğu bölgemiz var. PKK bu projenin taşeronu olarak kullanılırken, arkasındaki güçler Türkiye’yi terör saldırılarıyla bunaltarak köşeye sıkıştırarak, devreye girecekleri uygun bir ortamın oluşmasını bekliyorlar. 

 

Başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere, ülkeyi yönetme sorumluluğu taşıyanların “ çözüm sürecini istismar ettiler, bölgede tonlarca patlayıcı ve silah yığınağı yapmak için kullandılar” şeklindeki sözleri yapılan yanlışların, basiretsizliğin, aymazlığın kabulü anlamına geliyor. Ama kabulleniş sözde kalmamalı,  vakit geçirmeden yeni bir paradigma, doğru bir politika oluşturulmalıdır.

 

Bu yapılırken öncelikle devlet kademelerinde görev verilen insanlarda bilgi, nitelik, tecrübe ve milli bilinç gibi özellikler esas alınmalıdır; çoktandır tercihlerde esas olan siyasi bağlılık ve sadakat gibi kriterler artık devreden çıkarılmalıdır. Mesela devlet tecrübesine sahip, meslek hayatları başarıyla dolu birçok vali merkezde depolanırken, liyakatsizlikleri aşikâr olan bazı insanlar siyasi biat ve yakınlık, lidere bağlılık gibi özellikleri nedeniyle kriterleri nedeniyle en kritik bölgelere gönderilebiliyor. Bu tarz tercihler sonucunda devlet kurumları işlemez hale geliyor, istihbarat zaafı doğuyor. Yasalar işlemiyor, vatandaşın devlete güveni sarsılıyor.  

 

Güvenlik güçlerimizin, askerimizin ve polisimizin iki aydır canlarını dişlerine katarak, şehitler vererek, kanları ve canları pahasına etnikçi-bölücü Kürtçülük hareketinin başkaldırı girişini bastırmak maksadıyla yürüttüğü çabaların havada kalmaması, pratik bir sonucu ulaşması için, yönetim sorumluluğunun taşıyanların biran önce kendilerini toparlamaları gerekiyor. Gerçeklerle cesaretle yüzleşilmeli, yanlışlar kabullenilmelidir; bölücü terör, etnik sorunlar, uluslararası politikalar ve toplumsal psikoloji gibi konuları iyi bilen, nitelikli, tecrübeli ve vatansever uzmanlarla görüşülerek yeni bir yol haritası belirlenmelidir.

 

Türkiye hızla bir yol kavşağına doğru giderken, sorunun çapıyla, önemiyle ve ciddiyetiyle orantılı doğru bir politika belirlemediği takdirde, doğacak sonuçların altından kimse kalkamaz.