TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

EĞİTİM EN ÖNEMLİ MESELEMİZ

20 Mart 2009
Nuri GÜRGÜR

Prof. Mümtaz Turhan “Maarifimizin Ana Davaları ve Bazı Hal Çareleri” isimli kitabına şu cümlelerle başlar: “Bugün hemen hepimiz maarifimizden şikayetçiyiz. Orta mekteplerin fena olduğunu, liselerin iyi olmadığını söylüyor; yüksel tahsil müesseselerinden çıkanların bizi tatmin etmediklerini ve işsiz kaldıklarını görüyor ve üzülüyoruz.”

Bu satırların yazılmasından bu yana yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçti. Ne yazık ki tablo ana hatlarıyla değişmedi. Üniversite sayısını 2’den 131’e çıkması, iki milyondan fazla öğrencinin yüksek öğrenim görüyor olması, okuma yazma bilenlerin oranının %90 lara yaklaşması rakamlar açısından kuşkusuz sevindirici gelişmelerdir. Ancak genel öğrenim kalitesi ve mezunların niteliği açısından aynı şeyler söylenemez.

İmparatorluktan millî devlete geçilirken eğitim sistemimizde köklü değişiklikler yapıldı. 19.yüzyıldan sonra Osmanlı’nın geleneksel eğitim kurumlarının yanında açılan modern okullarla ortaya çıkan ikilik “Tevhid-i Tedrisat” Kanunuyla aşıldı ve eğitimde kurumsal bütünlük sağlandı. Bunun ardından 1933’de Darülfünun’dan üniversiteye geçilerek yüksek öğrenim reformu yapıldı. Değişik tarihlerde eğitimin temel meselelerinin görüşülüp kararların alındığı “Millî Eğitim Şuraları” toplandı. Her dönemde bütçe imkânlarının elverdiği ölçüde eğitime kaynak ayrıldı, yatırımlar yapıldı; binlerce okul açıldı. Ancak Türk eğitimi değişen hükümetlerin büyük bir intizamla ve ısrarla birbirine devrettiği problemler yumağı halinde önümüzde duruyor.

Prof. Turhan bu durumu stratejik tercihlerde ve hedeflerde yapılan yanlışlarla izah ediyor. Hoca’ya göre düşünce ve bilimin aşağıdan başlamak üzere, yukarıya doğru verilecek, ülke çapında ilköğretim seferberliğiyle topluma mal edilmesi, derinlik kazanması mümkün olmaz; problemler bu yolla çözümlenmez. Çünkü cehaletin gerçek temsilcisi okuma yazmayı bilen aydınlardır. “Bugün modern ve medeni bir toplum hayatının ancak ilimle ve onu temsil eden birinci sınıf ilim adamıyla kaim olduğu bütün fikir ve terbiye adamları tarafından anlaşılmış bulunuyor. Bilimden ve onun uygulanmasından azami derecede faydalanamayan bir cemiyetin arızasız, verimli bir şekilde işlemesi mümkün değildir.”

Aslında Türk üniversitelerinin oldukça eski bir arka plânı, geçmişi var. Medreseleri bir yana bırakırsak, ülkemizde modern anlamda üniversite öğrenimi 1845’de ilk Darülfünun’un kurulmasıyla başladı. Avrupa’nın birçok ülkesinde üniversitelerin buna yakın tarihlerde açıldığını görüyoruz. Mesela 1810’da Prusya’da kurulan ve doğrudan kralın himayesinde öğrenime başlayan Berlin Üniversitesi kısa zamanda model bir kurum haline geldi. Bu üniversitenin eğitim sistemi sadece Batı Avrupa ülkelerinde değil, ABD’de de örnek alındı ve uygulandı. Bu sistem üç temel ilkeye dayanıyordu:

  1. Eğitim ve araştırmanın ayrılmaz bütünlüğü. Üniversitenin kurucusu Van Hunmboldt’a göre bir üniversiteyi diğer eğitim kurumlarından ayıran şey araştırma faaliyetleriydi. Berlin Üniversitesi’nin profesörleri ve öğrencileri kuruluşundan itibaren sürekli araştırma içindeydiler.

 

  1. Akademik özgürlük. Bu husus öğrenme ve öğretme özgürlüğü şeklinde tanımlanıyordu.
  1. Berlin Üniversitesi’nin öğrencileri seçtikleri uzmanlık alanlarına, bizdeki yabancı dil hazırlık sınıflarına benzer şekilde, önce doğa bilimleri, felsefe ve beşerî bilimlerde temel eğitim aldıktan sonra yönelebiliyorlardı.

 

Bu üniversitenin uyguladığı sistem, benimsediği eğitim ilkeleri çok başarılı oldu ve bir çığır açtı. Türkiye’de ise ne Darülfünun döneminde ne de 1933’de yapılan üniversite reformunu izleyen yıllarda söz konusu ilkelerin önemi yeterli derecede anlaşılıp uygulanmadı. Dolayısıyla yüksek öğrenimde problemler süreklilik kazandı. Nitekim bugün YÖK sisteminden, öğrenci alımına, rektörlük seçiminden üniversitelerin malî ve idari özerkliğine kadar yoğun problemlerin yaşandığı bir alanla karşı karşıyayız.

Fizikî mekânların, öğretim kadrolarının, öğrencilerin, öğrenim dokümantasyonunun bulunması yüksek öğrenimin olmazsa olmaz şartlarıdır; ancak yeterli değildir. Üniversiteler mevcut bilgiyi bir kuşaktan diğerine aktarmakla kalmamak, ondan da önce bilgiyi yenilemek, araştırma ve yenilik (inevasyon) yapmak zorundadırlar. Bu kurumlar bilgiyi hayata geçirdiği, uygulanır kıldığı ölçüde başarılıdır. Başka bir ifadeyle üniversitelerin en azından bulundukları bölgelerde özel sektörün eleman ve teknoloji ihtiyaçlarına cevap verir konumda olmaları, teknolojiyi üretime yansıtmaları gerekir.

Günümüz dünyasında bilim ve teknoloji alanlarında giderek şiddetlenen bir rekabet yaşanıyor. Ülkelerin gücünü, etkinliğini, siyasal ve askeri rollerini belirleyen en önemli faktör bilgi ve onu kullanım becerisidir. Bunları sağlayabilen iyi yetişmiş nitelikli insan unsuru küresel yarışın baş aktörü konumundadır.

Nitelikli insan gücünün, bilim insanlarının var olduğu alan üniversitelerdir. Bu kurumların eğitim kalitesi, bilim insanı potansiyeli, AR-GE imkânları Dünya çapındaki rekabetin belirleyici faktörleridir. Bu açıdan üniversitelerin sıradan eğitim kurumları olmadığı açıktır. İşlevlerini hakkıyla yapabilmeleri için öncelikle öğretim üyeleriyle, öğrencileriyle, fizikî şartlarıyla, araştırma ve geliştirme yapmaya elverişli imkânlarıyla, kısacası nitelik ve nicelik itibariyle yeterli düzeyde olmaları, her birinin diğeriyle uyumlu bir anlayış içinde yapılandırılması, birbirlerini tamamlamaları şarttır. Diğer yandan üretilen bilgiyi, araştırma sonuçlarını, yenilikleri (inevasyonu) verimli kılacak, yarar sağlayacak, üretime katkı yapacak, sosyal meselelere çözümleyici katkılar getirecek şekilde işlevlerini yerine getirmeleri gerekir. Üniversitelerin bunları başarabilmeleri AR-GE envanterlerinin iyi bir seviyede olmasına bağlıdır. Bunun yanı sıra, öğretim üyeleri Dünya’nın tüm üniversitelerinde görev yapacak düzeyde olmalı, hem öğrencilerin hem de hocaların ufuk çizgileri ulusal sınırların ötelerine, Avrupa’ya, ABD’ye uzanabilmelidir.

Bilgiye ve teknolojiye dayalı küresel sistem yüksek beşeri sermayeyle yürüyor. Avrupa’da İrlanda ve Finlandiya, Pasifik bölgesinde Güney Kore, Malezya, Tayvan ve Singapur gibi ülkeler son kırk yıllık dönemde kalkınmalarının merkezine bilgiyi ve yeniliği yerleştirdiler. Mesela 1960’larda Türkiye’nin gerisinde bulunan Güney Kore bugün 350 milyon $ civarında ihracat yapıyor; fert başına düşen millî geliri 20 bin $’ı aşıyor. Bu ülkelerin üretim ve ihracat alanında yaptıkları baş döndürücü sıçramanın temel nedeni bilgiyi, teknolojiyi ve bunları kullanım becerisi gibi meseleleri başarıyla aşmış olmalarıdır.

Avrupa Birliği genelinde eğitime ayrılan kaynak ülkelerin GSMH’larının % 5,05 ini buluyor. Türkiye’de bu oran % 3.05 dir. ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde AR-GE çalışmalarına ayrılan para GSMH’nın % 2.5 ile % 3’ü arasında değişmektedir. Ülkemizde ise son yıllardaki artışa rağmen bu oran % 0,67 dir.

Hükümet yetkilileri son zamanlarda her ilde üniversitemiz var diye övünüyorlar. Sormak gerekir, bir tabela asmakla üniversite kurulmuş oluyor mu; bilime katkı sağlanıyor mu? Derslikleri, laboratuarları, kütüphaneleri, yeterli sayıda öğretim üyeleri temin edilmeden üniversite açtık iddiasıyla övünmeye çalışmak, yüksek öğrenimde yıllardır çözümlenemeyen problemlere yenilerini ekleme anlamına gelir. Üstelik öğretim üyesi ve alt yapısı açısından son derece yetersiz olan Güneydoğu’daki bazı illerde üniversite açmaya kalkışmak, sosyal ve kültürel problemlerimiz ve terör olayları bağlamında tipik bir aymazlık örneğidir. Buralarda ilk ve orta öğrenimini tamamlayan çocuğun yüksek öğrenim döneminde de bölgesinin dışına çıkmasını engellemek onu bölge ortamında izole etmek, ufkunu genişletmesini önlemek anlamına gelir.

İlköğretimdeki öğretmen ihtiyacı gibi, açılan yeni üniversitelere paralel olarak yüksek öğretimde nitelikli akademisyen ihtiyacı hızla artıyor. Bugünkü tempoyla devam edilirse 2025’e gelindiğinde toplam öğretim üyesi sayısı 32 binden 70 bine yükselecek. Oysa planlanan rakam 90 bindir. Aslında Avrupa Birliği’nin en düşük ortalamalarını hedeflersek bu rakamın 150 bine çıkması gerekiyor. 15 yılda ilave 120 bin öğretim üyesinin nasıl yetiştirileceğini henüz kimse bilmiyor. İyi düşünülmeden, imkânlar ve şartlar dikkate alınmadan alelacele alınan kararlar problemleri yoğunlaştırıyor, derinleştiriyor ve giderek kilitliyor.

Geçen yıl bir gazetenin yaptığı araştırmaya göre, öğretim üyelerinin maddî gelir düzeyi son derece yetersizdir. Bu kitlenin % 59’u alt, % 24’ü orta gelir, % 17’si üst sosyo ekonomik düzeyde yer alıyor. Öğretim üyelerinin % 22’sinin çok trajik bir biçimde akademik yayın dışında kitap okumadığı anlaşılıyor. % 56’sı ayda bir veya iki, % 18’i üç veya beş kitap okuyor. Kısacası yüksek öğrenim kurumlarında bir bölüm öğretim üyesi okumuyor ve dolayısıyla yazmıyor. Buna rağmen yıllardır hiç araştırma yapmayan, makale yayınlamayan bu öğretim üyeleri, rahatlıkla yüksek lisans ve doktora öğrencileri alabiliyorlar.

Bilimin varlığı, gelişmesi, teknolojiyle birlikte üretim ve verimliliğe dönüşmesi, ekonomik anlam kazanması yüksek öğrenim kurumlarının sağlayacakları başarıya bağlıdır. Eğitim sistemimizin ana okullarından en üst kademeye yani üniversitelere kadar yapılanmasında çok büyük problemlerinin bulunduğunu herkes görüyor. İlk ve orta öğretim kurumları tıkanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Öğretmenlerin maddî durumları yıllardır ıslah edilmediğinden mesleğe rağbet giderek azalıyor. Başarılı öğrenciler maddî şartları yetersiz olduğundan başka alanlara yöneliyorlar. Mesleğini yakın zamanlara kadar heyecan duyarak, misyon bilinci içinde yapmaya çalışan öğretmelerin yerini giderek artan oranda başka bir iş bulamadığından, sadece geçim kaygısıyla bu alana yönelenlerin almakta oluşu endişe verici bir manzaradır. Özellikle büyük şehirlerde okul yöneticilerinin ve öğretmenlerin siyasetçilerin baskısından yıldıkları, sürgün edilme endişesiyle korktukları görülüyor. Üniversiteye giriş sistemindeki aksaklıklar yıllardır düzeltilmediğinden, okulun yerine giderek dershaneler geçiyor. Çocuklar yarışa hazırlanırcasına test sistemine bağımlı hale getiriliyor. Araştırma, öğrenme, genel bilgi ve kültür edinme ihtiyacı duymadan, okumadan sadece test problemlerini çözmeye çalışan öğrenciler üniversiteye çoğunlukla gerekli alt yapıdan mahrum şekilde geldiklerinden yetersiz kalıyorlar, yüksek öğrenime intibak edemiyorlar. Sonuçta üniversite hocaları karşılarındaki kitlenin eksikliğini telafi etmeye çalışırken çaresiz kalıyorlar.

Refik Saydam 1939’da Başbakan olduğu sırada “Türkiye’de A dan Z’ye her şey bozuk” diyerek sert ve çarpıcı bir tespit yapmıştı. Bu hükmün eğitim sistemimiz açısından genelleme yapılarak kullanılması doğru olmayabilir. Ancak geçen yüzyıldan bu yana çözümlenemeyen, sonuçta günümüze aktarılan meselelerin sistemi önemli ölçüde tıkadığı, verimi azalttığı bir gerçektir.

Eğitim sistemimiz zaman geçirilmeden bir bütün halinde ele alınmalı, amaçlar, hedefler ve stratejiler doğru belirlenmeli; imkânlar ve kaynaklar iyi hesaplanmalı, kararlı ve cesaretli bir şekilde köklü bir değişim ve atılım plânı hazırlanıp uygulamaya konulmalıdır.

Türkiye bugünkü silik, ilkesiz ve beceriksiz eğitim ortamında sadece genç nesilleri arka arkaya kaybetmekle kalmıyor, geleceğini de tehlikeye atıyor, hatta karartıyor.

Millî Eğitim Şuralarının ve benzer toplantıların birer entelektüel faaliyet olmaları dışında pratik bir çözüm sağlamadıkları anlaşılmış bulunuyor. Bunların yerine konulara vakıf, meseleleri bilen, çözümler üreten beyinlerin bir araya geleceği daha dar gruplarla yapılacak çalışmalar verimli olur ve sonuç alınır. Esas mesele siyasî iktidarların niyetli ve kararlı olmaları, bu konularda yetkili kılıp işin başına geçirecekleri kişileri siyasî mülahazaların dışına çıkarak doğru belirlemeleridir.