TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Ermeni Irkçılığı Yeniden Sahnede
Nuri Gürgür (Türk Yurdu Dergisi,Ekim 2000)

Türkiye Ermeni ırkçılığının yeni bir saldırısıyla karşı karşıya bulunuyor. Aslında Ermeniler 19. yüzyılın sonralından itibaren çeşitli dönemlerde bu denemeleri yap0tılar. İmparatorluk topraklarında huzur ve güven içinde yaşadıklarını, "sadık tebaa" olarak büyük itibar gördüklerini, devletin en üst makamlarında görev alabildiklerini düşünmeden dış tahriklerin de etkisiyle ayrılıkçı örgütler kurdular, silaha sarıldılar. Osmanlı soğukkanlı ve sabırlı davrandı, yatıştırıcı olmaya çalıştı. ancak bu tavır onları aklıselim yoluna ileteceğine, cüretlerini daha da artırmalarına sebep oldu. Birinci Dünya Savaşı başlayıp dört bir tarafından kuşatıldığımız ölüm kalım döneminde silahlı Ermeni çeteleri Rus ordularının saflarında devlete silah çektiler. 1914 yılında Tiflis'teki Ermeni Milli Şurası yayınladığı bildiride bütün Ermenilerin "Rus ordusu saflarında kanlarını vererek Rusya'nın zaferi için hizmete hazır olduklarını" ilan etti ve "Çar Hazretleri Türk boyunduruk altında halkları kurtarın, İsa uğruna acı çeken Türkiye Ermenileri Rusya'nın himayesinde özgürlüğe kavuşsun" çağrısını yaptı.

Nitekim binlerce Ermeni Rus ordusuna katıldı. Ermenilerden meydana gelen özel birlikler Çar'ın ordusuna öncülük görevi yaptılar. Cephe gerisinde Ermeni komitelerince örgütlenen ve silahlandırılan Osmanlı tebaası Ermenilerin ilk hedefi Van ve Iğdır oldu. Buralarda binlerce Türk acımasızca katledildi. Kısa süre sonra Rus ordusunun ilerlediği diğer mıntıkalarda ve özellikle Erzurum ve çevresinde ayın feci olaylar yaşandı. Zaman zaman buralarda ortaya çıkarılan toplu mezarlar bu insanlık dışı katliamın açık belgelerini teşkil eder. Sarıkamış harekatının başarısız olması ve seksen bin ekserimizin bir gecede donarak şehit düşmesi Doğu cephesinde Rusların önünü açtı. Bütün bölge ahalisi büyük panik halinde içerlere doğru intikal edebilme çabasındaydı.

Osmanlı Devleti bir taraftın cephede Çarlık ordularıyla savaşırken, diğer taraftan kanlı bir ayaklanmayı başlatmak üzere olan Ermenilere karşı acil tedbirler almak mecburiyetindeydi. Bu sebeple cepheye yakın bölgelerdeki Ermenileri bulundukları yerlerden alarak, Suriye gibi daha güvenli alanlara nakletme kararı alındı ve bu kara uygulandı.

Ermeni kaynakları ve sempatizanları bu esnada 1.5 milyon Ermeninin öldürüldüğü iddia ediyorlar. Oysa bölgede yaşayan bütün Ermeni nüfusu dikkate alındığında bunun büyük bir yalan olduğu ortaya çıkar. Ünlü tarihçi Berard Shaw'un tespitlerine göre tehcirden önce 250 bin Ermeni, Rus ordusuna katılmıştır, 750 bin Ermeni ise Ermenistan'a göç etmiştir. Suriye'ye gönderilen yüzlerce Ermeni de hesaba katıldığında bir katliamın söz konusu olmadığı, ancak ağır iklim ve yol şartları ile bölgesel tepkiler sonucunda ölümlerin meydana geldiği anlaşılır.

Ermeniler Osmanlı Devletinin teslim kararıyla birlikte yaşanılan olayların kendi açılarından intikamını almaya yöneldiler. Bu amaçla bir taraftan İstanbul'u işgal eden İngiliz ve Fransızları devreye sokarlarken, diğer taraftan siyasi hırs ve rekabetle gözleri ve gönülleri kararmış bulunan yerli işbirlikçilerinden yararlandılar. Yüzlerce Türk münevveri ve devlet yöneticisi tutuklandı. Bunların bir kısmı İstanbul'da kurulan ve acımasız bir Türk düşmanı olan Nemrut Mustafa'nın başkanlığındaki Divan-ı Harp mahkemesinde yargılandı.l boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey aleyhinde ciddi bir hukuki delil olmamasına rağmen Ermenilerin gönlü olsun diye acımasızca asıldı. Ziya Gökalp'ın yargılandığı sözde mahkemedeki beyanı aslında bu iddialara verilen en veciz cevaptır: "Milletimize bühtan etmeyin, savaş sırasında Ermenilerle Türkler vuruştular, iki taraftan da ölenler oldu. Mesele bundan ibarettir".

İngilizler ikna olmadılar. Bir katliamın varlığına kesin olarak inanıyorlar, içeride ve dışarıda bunu belgelerini araştırıyorlardı. Yavaş suçlusu sayarak Malta'ya sürgüne gönderdikleri Türkleri yargılama kararındaydılar. Ancak ne kendi arşivlerinde, ne müttefiklerinde, ne de tamamıyla kontrolleri altında bulunan Osmanlı belgelerinde katliam iddialarını doğrulayan, destekleyen en ufak bir dayanak bulamadılar. Ermeni Patriği'nin sunduğu dosyalardaki iddialar da asılsız çıktı. Yoğun çabalarına rağmen istedikleri sonucu sağlayamayan İngiliz Başsavcılığı Dışişlerine gönderdiği yazıda "Malta'daki süzgünleri mahkum ettirecek bir delil bulunmamıştır" dedi ve neticede Malta sürgünlerini serbest bırakılması işlemelerine başlandı.

Ermeni örgütleri hukuk yoluyla alamadıkları sonuçları silahlı saldırılarla, suikastlarla temine çalıştılar, Talat Paşa, Cemal Paşa gibi eski Osmanlı yöneticilerini bulundukları yerlerde katlettiler. Üstelik bu eylemlerini dünya kamuoyuna medarı iftiharla milli bir zafer şeklinde sunmaya çalıştılar.

Sonraki yıllarda Ermeni husumeti durulup azalacağına yeniden hortladı. ASALA adıyla kurulan yeni terör örgütü 1973'ten itibaren yurt dışındaki Türk Diplomatlarına yönelik saldırılar başlattı. 75'ten fazla Dışişleri mensubu çeşitli ülkelerde şehit edildi. Ne gariptir ki, hukukun üstünlüğü iddialarına ağızlarından eksik etmeyen batılı ülkeler ve ABD olaylara normal bir tepki nazarıyla baktı ve faillere karşı ciddi bir işlem yapılmadı. Türkiye bu vahşi ve acımasız teröre karış nice zaman sonra anlayacakları lisandan cevap vermeye başlayınca eylemlerin arkası kesildi ve teröristler inlerine çekildiler. Gerçi Nemrut Mustafa Harp Divanındaki işbirlikçilerin zihniyetini anımsatan bazı çevreler, bu süre i kendilerine göre değerlendirip bir türlü içlerine sindiremediler. Ancak Türkiye devleti tıpkı PKK konusunda imli ve kararlı tutumunda olduğu gibi Ermeni terörünün seksenli yılların ortalarına doğru ezdi ve sindirdi.

Silahla sonuç almalarının imkansızlığını gören Ermenilerin bitmeyen husumetlerini yeni eylem alanı diplomatik kanallardır. Bu amaçla yıllardan beri sözde katliam iddialarını Batılı devletler nezdinde resmi belgelere geçirmek peşindeler. ABD bu hususta kilit ülke konumunda, burada başarı sağlarlarsa bunun başka ülkeler nezdinde emsal oluşturacağını ve çorap söküğü gibi bir dizi halinde benzer kararlar çıkartabileceklerini umuyorlar.

Şu sıralarda ABD'de başkanlık ve kongre seçimlerin ayılacak olması, kendilerine elverişli bir ortam hazırladı. Çünkü Amerikalı siyasetçiler başarıya ulaşabilmek için Ermeni oylarının peşindeler. Rum ve Yahudi lobilerini de desteğini sağlayan Ermeniler, sözde soykırım karar tasarısının Temsilciler Meclisinin alt komisyonundan geçirmeyi başardılar. Bunun peşinden tasarıyı önce bir üst kuruldan, sonra da Kongrenin tatile gireceği 15 Eylülden evvel Meclisten geçirerek yürürlüğü sokmak istiyorlar.

Türkiye çoğu meselelerde olduğu gibi, olayları ciddi bir tedbir almaya yönelmeden uzaktan sessizce izledi. Oysa Ermenilerin diplomatik alanda taarruza başladıkları andan itibaren, yani yıllarca önceden alınması gereken önlemler vardı. Ermeniler iddialarını arşiv belgelerine hiçbir zaman dayandırmadılar. Buna gerekçe olarak Osmanlı arşivlerini tetkike açılmadığını öne sürdüler, oysa arşivler yıllardır her türlü araştırmaya ve incelemeye tahsis edildiği halde semtine bile uğramadıklarını bilinmesine rağmen, üniversitelerimizde konuyla ilgili araştırmaya merkezleri yeni kurulmaya başlandı. Devletin başa TRT gibi bütçeden her yıl muazzam maddi imkanlar yutan, on bine yakın personeli bulunan devasa bir kurumu varken, film ve kaset gibi anlatım imkanları kullanılmadı. Ermeni diasporası her yıl 24 Nisanı Türklere karşı düşmanlık kampanyasına dönüştürücü eylemleri sergilerken, dış temsilciliklerimizde ciddi bir organizasyon ve karşı tedbirler düşünülmedi. ABD'de büyük paralar karşılığında konuyla ilgili angaje edilen lobicilerin ne yap0tıkları belli değil. Milletler arasın planda stratejik kararlığın şart olduğu bir konuda devletin ne gibi tedbirler alabileceğinin dökümü bile henüz yapılabilmiş değil. Burnumuzun dibindeki Ermenistan ile münasebetlerimize nasıl bir şekil vereceğimizi ancak bundan sonra tespit edeceğimiz anlaşılıyor.

Fukaralık sınırlarını altında yaşamaya çalışan iki üç milyonluk Ermenistan'ın bu derece hayalperest oluşu şaşırtıcı sayılmamalıdır. Zira milletler arası politikalarda dengeler mutlaka ikili münasebetlerle sağlanacak diye bir kural yoktur. Bölgesel ve küresel gelişmelerin umulmadık pozisyonlar doğurduğu asıkça yaşanan bir tablodur. İsrail'in Türkiye'deki savunma ihalelerinden dışlanmasından sonra, ABD'deki Yahudi lobisinin Ermenilerle ittifak kurması üzerinde düşünülmelidir.

Türkiye olayların akışın kontrol imkanının kaybettikten sonra tedbir aramaya çalışma yerine, gelişmeleri zamanında gerçekçi ve akli çerçevede değerlendirmek zorunda olduğunu anlamadıkça, varlık sebebi bu gibi konulardan oluşan Dışişleri Teşkilatımız ezeli mahmurluğundan sıyrılmadıkça başımız daha çok ağrıyacaktır. Üç bin civarında yüksek düzeyde maaş alan personele sahip Dışişlerimiz, başta ABD olmak üzere gerekli olan ülkelerde kamuoylarına etki yapacak organizasyonlar kuramıyorsa, irtibatlar sağlayamıyorsa, görüşlerimizi yansıtamıyorsa, gelişmeleri önceden tespit edip algılayamıyorsa, sahi mevcudiyetinin ne anlamı kalıyor?