TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

KANDIRIYORLAR MI?
Nuri Gürgür (Türk Yurdu Dergisi, Aralık 2000)

Geçen ay açıklanan Türkiye - Avrupa Birliği münasebetlerinde ülkemizin bundan sonra atacağı adımlara ilişkin "yol haritası" anlamına gelen Katılım Ortaklığı Belgesi'nin Kıbrıs'la ilgili hükümler dışında makul ve kabul edilebilir olduğu şeklindeki yorumların gerekçesi olmadığı giderek anlaşılıyor. Bunda Avrupa Parlamentosunun Ermeni soykırım iddialarına ilişkin kararı ve AB resmi temsilcilikleri toplantısında Ege meselelerinin de KOB'ne ikamesini isteyen Yunan taleplerinin de etkisi oldu. İlk günlerde KOB'ni olumlu bulduğunu bizden istenenlerin "atla deve olmadığını" belirten sayın Mesut Yılmaz bile açıklanan tavrın olumsuz olduğunu belirtmek mecburiyetini duydu. Dışişleri Bakanı İsmail Cem daha açık bir ifadeyle Avrupalı temsilcilerin Türkiye'ye "Sömürge Valisi" tavrı takındıklarını ve bunun kabul edilemez olduğunu belitti.

Türkiye'nin AB'ne katılımını "ne pahasına olursa olsun, ama mutlaka olsun" mantığıyla isteyen Avrupa muhiplerinin dışında, bölgenin kuşku uyandıracak, tedirginlik doğuracak önemli sakıncalarının varlığı geniş bir kesim tarafından giderek yükselen sesle ifade edilmektedir. Aslında belgenin içeriğinin nasıl olabileceği çok önceden belirlenmişti. Verheugen'in yaz aylarında Türkiye'yi ziyareti sırasında yaptığı açıklamalar, AB'nin Kürtçe TV ve eğitim imkan ve kültürel haklar adı altında, Türkiye'den Kürt kimliğinin kabulü yolunda kesin beklentilerinin yetkili bir ağızdan herkese bir kere daha teyidi anlamını taşıyordu. Kamuoyunu bu taleplere hazırlamak amacıyla Dışişleri'nin öne sürdüğü "kapsamlı anayasal vatandaşlık" adlı boyutları belirsiz kavram Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nin çok yerinde müdahalesiyle resmi gündemden çıkartıldı. Ancak "bireysel haklar" ve liberal demokratik değerler adına konu sürekli gündemde tutularak kamuoyuna benimsetilmeye çalışıldı.

Bu çevrelerin özellikle Kürtçe TV ve radyo yayını konusundaki gerekçeleri bir kısım politikacılar tarafından sıkı sıkıya benimsenmiş görünüyor. Mesut Yılmaz KOB'nde istenilenler için "atla deve değil" şeklindeki yaklaşımı bu mantığın ürünüdür. ANAP liderine göre "KOB'de yerine getirilemeyecek kesinlikle reddedilecek bir husus bulunmamaktadır." Hatta Kıbrıs konusunun belgeye yansıtılmasını oybirliği gerektiren mali yardımlarda "Yunanistan'ı aşmak için bu ülkeye tamamen kozmetik anlamda böyle bir taviz verilmiştir. kurulmuştur. " şeklinde izah etmektedir.

Ancak dikkatle incelendiğinde metnin son derece yumuşak olmasına özen gösterilen üslubunun, dikkatle seçilen kelimelerinin gerisinde çok kararlı amaçların ve isteklerin varlığı rahatlıkla görülmektedir. Bir kere Kürtçe TV ve eğitim imkânı sağlanması amacıylan ana dilde yayın ve eğitim - öğrenim istekleri, Türkiye'de milli kimliklerin yani azınlıkların varlığının eninde sonunda resmen tanınması anlamına geliyor. Devlet resmi TV kanalı ile bu imkânı verdikten sonra, geri adım atamayacağından, açılan kapının genişletilmesine matuf talepleri geri çevirmek, gelişmeleri önceden çizilen bir çerçeve içinde sabit tutmak kabil olamaz. Devletin asli görevi ülkede kültür kimliğini ve onun omurgasını oluşturan dil birliğini sağlamak iken, tam tersi bir işlevi yüklemeye çalışmasının mantıki bir tarafı yoktur.

Belgede bölgesel farklılıkların ortadan kaldırılmasından bahsedilirken Güneydoğu bölgesi özellikle vurgulanıyor. Böylece burası örtülü bu şekilde Avrupa'nın himayesi altında alınmaya çalışılıyor. Türkiye sanki belirli bir alanı özellikle geri bırakmış, buradaki insanları yoksulluğa, açlığa terketmiş; AB Türkiye'yi bünyesine almanın şartlarını sıralarken 19.ncu yüzyılda Osmanlı sınırları içinde yaşayan Hıristiyan ahaliye yaptığı gibi, bir kısım insanımızı himaye şemsiyesi altına almaya yelteniyor. Böylece bu insanlara esas güveneceği merkezin Ankara olmadığı mesajını iletmeye çalışıyor.

KOB'nin makul taleplere taşıdığını savunan yetkili politikacıların bu paragraf üzerinde daha dikkatle durup düşünmeleri gerekir. AB şimdiye kadar hangi aday ülkenin bölgesel dengesizliğine değinmek ihtiyacını duydu? AB ülkelerinin ve özellikle 12 aday ülkenin sınırları içerisinde bölgesel eşitlikten söz etmek mümkün değilken neden sadece Türkiye'ye farklı tavır takınılıyor? İtalya'nın kuzey ve güneyi arasındaki çok daha derin farklılıklar, neden kimsenin ilgisini çekmiyor? Üstelik Türkiye'de bilimsel istatistik ve araştırmalar İç Anadolu'nun pek çok yerinin, Karadeniz'in ve Akdeniz'in iç kısımlarının ekonomik şartlar bakımından çok daha büyük imkansızlıklar içerisinde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Ancak esas amaçları yoksulluk ve elverişsiz yaşama şartlarının giderilmesi olmadığından, her vesileyle belirli bir alanda huzursuzluk çıkarmayı, burada yaşayanları Devlete karşı kışkırtmayı görev sayıyorlar. Dünya Belediyeler Birliği adıyla çalışan bir örgütün Marmara ve Ege Belediyeler Birliği'ni ısrarlı taleplerine rağmen bünyesine almaktan kaçınmışken, Güneydoğuyu çalışma alanı yapmak istemesi burada Ankara'yı aşarak toplantılar düzenlemeye yeltenmesi hep aynı zihniyetin ürünü davranışlardır.

AB'nin ekonomik konulardaki talep ve kıstasları büyük önem taşımasına rağmen, üzerlerinde ciddiyetle durulduğu söylenemez. Belgede Türkiye'nin yapması gereken hususlar uzun uzadıya sıralanıyor. Tam üyelik temelde ekonomik bir proje olması dolayısıyla bunu bir ölçüde normal karşılasak bile, müktesebatın milli mevzuata ithali ve uygulamasının maliyetine hemen hemen hiç değinilmiyor. Çevre, sağlık, iş güvenliği, ulaştırma, sosyal güvenlik sistemi gibi standartların uygulanması suretiyle hayat kalitesinin yükseltilmesi AB müktesebatının sosyo-ekonomik amacını oluşturuyor. Ancak bunun sağlanması, üretim maliyetinin yükselmesi ve rekabet gücünün azalması anlamına geliyor. Başka bir ifadeyle kalkınma çabasındaki bir ülkenin alt yapı ve üretim artırıcı amaçlarla kullanacağı kaynakların, sosyal amaçlara kaydırılması anlamına geliyor.

AB aday ülkelerin bu konudaki güçlüklerinin aşılmasında yardımcı olmak maksadıyla önemli mali yardımlar yapmaktadır. Portekiz, Yunanistan ve İspanya bu yardımları kullanarak standartlara uyum sağlayabilmişlerdir. Halen Türkiye'nin dışındaki aday ülkelere de çok ciddi yardımların yapıldığı ortadadır. Mesela Türkiye'ye bu süreçte 177 milyon dolar civarında bir yardım, öngörülmektedir. Ancak bunun gerçekleştirilmesi ancak kısa vadeli öncelikler bölümünde belirlenen hususlarda ciddi ilerlemeler sağlanması halinde mümkün olabilecektir. Oysa Türkiye nüfusunun yarısı kadar olan Polonya AB'den halen 1 milyar dolardan fazla yardım almaktadır. Türkiye'ye ciddi bir yardım yapmayı düşünmemiş ama hacmi 6 milyon dolardan aşağı olmayacak bir kaynağın acilen sosyal ve insani alanlara tahsisini istemek taşınması gayri kabil bir yükü omuzlamamıza peşinen yüklemek anlamına geliyor.

AB'nin özel makyajla sunduğu sakıncalı taleplerinin biri üzerinde ibretle düşünmek gerekiyor. 1951 yılında Türkiye'nin siyasi sığınmacılarla ilgili olarak Cenevre anlaşmasına koyduğu çekinceyi kaldırması isteniyor. Bu masum görünüşlü isteğin kabulü halinde doğacak sonuç hem deve hem de attır; yani boğazımıza takılacak bir kılçıktır. Çünkü Türkiye ilgili belgeye çekince koymak suretiyle sadece Avrupa ülkelerinden siyasi sığınmacı kabul edeceğini, bunun dışındaki bölgelerden gelecek taleplerin karşılamayacağını belirtmiştir. Türkiye'nin fakir ülkelerden özellikle İran, Irak, Pakistan ve Bangladeş'ten hatta Moldavya gibi bazı eski Sovyet Cumhuriyetlerinden ne yoğunlukta nüfus baskısına maruz bulunduğu, halen başta İstanbul olmak üzere buralardan gelen yüzbinlerce insanın ülkemizde kaçak işçi olarak bulundukları düşünülürse, başımıza nasıl bir belanın açılmak istendiği ortaya çıkar. Bu Avrupa'nın işine elbette gelir. Çünkü böylece her gün İtalya sahillerine vuran kaçak işçi taşıyan gemilerin bir bölümü bize havale edilmiş olur. Biz de anlaşmaların yükümlülüğünü yerine getirmek, yani siyasi sığınmanın adı altında ülkeye resmen giren bu insanlara ev, iş ve sosyal imkanlar sağlama yükümlülüğünü yerine getirmek için uğraşır dururuz. AB taleplerinin at ve deve olmadığını belirten politikacılarımız, umarız metindeki bu gibi taleplerin kaçınılmaz şekilde ortaya çıkaracağı kaynak ihtiyaçlarını da düşünmektedirler.

AB Kıbrıs ve Ege gibi hassas konuları öne çıkarırken, Avrupa Parlâmentosu hiç üzerine vazife olmayan Ermeni Soykırımı iddiasını, Türkiye'nin bu konudaki tedirginliğini bile bile karara bağlarken tavırların doğuracağı tepkileri hesaba katmamış olabilir mi?

Tecrübe ve beceri bakımından üst düzeyde insanlardan oluşan Avrupalı yöneticilerin son derece net şekilde önlerde duran ihtimalleri gözden kaçırdıklarını kimse iddia edemez. Kaldı ki Verheugen ve Morillon gibi politikacılar "ilişkilerin zedeleneceği" uyarısını yapmışlardır. Bunu mukabil sosyalist kanadın sözcüsü Cohn Bendit, Türkiye'deki tepkilerin bir süre sonra söneceğini ve tavsayacağını söylerken, bir bakıma AB ile münasebetlerimizde "elimizin mecbur" olduğunu söyleyen içimizdeki Avrupa severlere işaret ediyordu. Geçen ay yapılan Avrupa Genel İşler Konseyi toplantısında Kıbrıs ve Ege konuları karara bağlanmayıp Aralık ayı toplantılarına taşıyor. Yani Türkiye ya kendisini gösterilen anlayışsızlık

Ve saygısızlığa isyan edip münasebetleri bir kere daha gözden getirecek şekilde kesin tavır alacak; yahut bunları sineye çekmeye çalışarak sürecin işlemesine gayret gösterecek, ulusal programını hazırlama girişimini sürdürecektir.

Gümrük Birliği anlaşmasıyla zaten Türkiye'den istediğini geniş ölçüde sağlamış bulunan Avrupa için, münasebetlerin AB adaylığı çerçevesinde dondurulması önemli bir kayıp sayılmaz. Üstelik Avrupa karşısında zaman zaman Türkiye'nin yanında yer alan ABD kendi derdine düşmüş durumda; Başkanlık konusuna kilitlenen Amerika'nın şu sıralarda bu konulara ayıracak ne zamanı ne de zihnini yorabilecek yönetimi vardır. Türkiye münasebetlerini devamından yana tercih kullanırsa bunun gereklerini yerine getirmekle yükümlü olacaktır. Öncelikle bazıları için kolay çözümler gibi görünen Kürtçe TV'dan başlayarak, Avrupa'lı eski Marksistlerin, yani şimdiki nesillerin ve sosyalistlerin çok arzu ettikleri kültürel ve hukuki alanlarda "icraat" başlayacaktır. Avrupa gelişmelere göre tavırlar belirlemekle devam edecek; yani ipi ne kopacak kadar gerginleştirecek ne de büsbütün gevşek bırakacaktır. Gevşetip - çekme sürecini sistemli kullanmak suretiyle Türkiye'nin toplumsal ve kültürel dokusuna dilediğince etki yapacak, zihni arka yapısındaki sosyal projelere göre şekil vermeye çalışacaktır. Devletin üniter yapısını çağdışı gören millete modası geçmiş işlevini yitirmiş sanal bir varlık nazarıyla bakan içimizdeki körükörüne Avrupa sevdalıları onların en büyük destekçisi ve yardımcılarıdır.

Kohl, Sehmidt, Valery Giscard el'Esteng gibi önde gelen eski politikacıların "biz Türk'lere onları hiç bir zaman aramıza almayacağımızı söylemek suretiyle kandırıyoruz." tarzındaki ifadelerinin ne anlam taşıdığını anlayıncaya kadar, yani bu sevdanın bir hayal olduğunu yahut ödeyemeyeceğimiz kadar büyük bedellerinin bulunduğunu görünceye kadar daha epeyce uğraşacağız.