TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

KISKACIN ÜÇ AYAĞI
Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Ocak 2004)

Ülkemizin geleceğini ve Türklüğün kaderini her açıdan etkileyecek önemli kararların alınacağı kritik bir yıla girmiş bulunuyoruz. Özellikle Kıbrıs, Irak ve AB ile ilişkilerimiz konularında yaşanacak gelişmeler sadece kendi alanlarıyla sınırlı kalmayacak, muhtemelen Türkiye'nin bu yüzyıldaki bölgesel ve küresel konumunun belirleyici faktörleri olacaklardır. Buna bir bakıma milletimizin kaderiyle yüzleşmesi süreci de diyebiliriz.

Yıllardır gündemimizde olan temel konularda çözüme yönelik rasyonel projeler uygulamak yerine, günü birlik politikalarla durumu idare etmeye çalışmak, üzerlerine cesaretle gitmek yerine halının altına süpürerek görmezlikten gelmek sonuçta sırtımızı sert bir duvara dayamış oldu. Bu safhada artık olayları yok farz ederek geçiştirme şansımız kalmamış bulunuyor. Yapmamız gerekenler nelerse bunları iyi belirleyip uygulamaya koymak, bütün bilgi ve becerimizi seferber ederek sonuç almak zorundayız. Aksi takdirde kontrolümüzden çıkmış bulunan gelişmelerin milletimizi sürükleyeceği karanlık, karmaşık ve tehlikeli bir akıbetle karşılaşmamız kaçınılmaz bir kader olacaktır. 1820'lerden başlayan yüz yıllık bir süreçte koskoca Rumeli'nin nasıl kaybedildiği, bir zamanlar her biri Bursa'dan farklı birer mekân olmayan Üsküp'ün, Manastır'ın, Filibe ve daha nice yerlerin nereden nereye geldiği bir düşünülürse, kapımızdaki tehlikelerin gereksiz bir vehim ve paranoya olmadığı kolayca anlaşılır.

Cumhuriyet dönemine kadar, en büyük talihsizliğimiz uluslar arası ilişkilerimizde muhataplarımızın hemen her zaman birden fazla olmalarıdır. Mora isyanından Sırp ve Bulgar ayaklanmalarına, Girit meselesinden Bosna-Hersek konusuna kadar bütün siyasî problemlerimizde karşımızda sadece bu alanlardaki etnik gruplar değil dönemin en güçlü Avrupa ülkeleri yer almışlardır. Bloklar oluşturarak meselelerin doğrudan ilgili taraflar arasında halledilmesine fırsat vermemişler, Osmanlının elini kolunu bağlayarak hazırladıkları projelerin uygulanmasını sağlamışlardır. Yirmi milyon kilometrekarelik engin Osmanlı coğrafyası sonuçta yerli ve Avrupalı ittifak grupları eliyle parçalanıp paylaşıldı. Şimdi aynı senaryo Kıbrıs'ta tekrarlanıyor. Irak'ta ise bölgeye ve Türkiye'ye etkileri çok daha derinden hissedilecek kapsamlı bir ABD-İsrail-Kürt projesi uygulamaya konuluyor. Birçok konuda ciddî çıkar çatışmaları yaşayan ABD ile AB'nin bu konularda müşterek hareket etmeleri ilginç bir manzaradır.

Geçen ay KKTC'de yapılan seçimlerin tarihî bir dönüm noktası olacağı önceden belliydi. Türkiye'de ve batıda seçimlerden Annan'cı muhalefetin büyük başarı sağlayacağına inananlar ve bu tahmin üzerine plânlar hazırlayanlar büyük hayal kırıklığı yaşadılar. Son ana kadar Talât ve yandaşlarının zaferi için geniş maddî ve manevî imkânlar seferber eden, diplomatik kuralları bir kenara bırakarak bizzat kampanyada yer alan iç ve dış çevreler umduklarını bulamadılar. Seçim sonuçlarıyla Rauf Denktaş devre dışına çıkarılmak bir yana, daha etkili bir konuma geldi. Üstelik ortada Kıbrıs Türklerinin demokratik tercihi budur diyerek dayanak yapabilecekleri, ateşteki kestaneyi başkalarının çıkarmasını bekleyecekleri bir pozisyon söz konusu değil. Seçim tablosu meselenin Türkiye dahil bütün taraflarını sorumluluklarını açıkça yüklenme mecburiyetiyle baş başa bırakmış bulunuyor. Seçim sonuçları bir yıldan beri yoğun şekilde tartışılmakta olan Annan Plânının Kıbrıs Türkleri tarafından benimsenmediğinin somut göstergesidir. Oysa geçen yılın ilk aylarında durum çok farklıydı. Türkiye medyasının yoğun telkin ve propagandasının da etkisiyle plâna sıcak bakan, ciddî bir kafa kargaşası yaşayan Türk toplumu, ayrıntılar gün ışığına çıktıkça tehlikeli bir komployla karşı karşıya bulunduğunu görmeye başladı. Talât ve yandaşlarının en büyük hatası, bir yıl önce Annan Plânını sahiplenerek seçim stratejilerinde bunu savunmaları ve Denktaş'ı çözümsüzlüğün baş sorumlusu ilân etmeleri oldu. Önceleri göz kamaştırıcı bir gelecek, AB vatandaşlığı ve Rumların zenginliğini paylaşma hayalleriyle muhalefete sempatiyle yaklaşan ve destek veren Kıbrıs Türklerinin önemli bölümü 14 Aralık yaklaştıkça tavırlarını değiştirdiler. Talât, Annan Plânı yerine sırf iktidar partilerinin icraatını, yıllardır devam edip gelen yolsuzlukları, ekonomik kayıpları mihver alan bir propaganda tarzı benimseseydi sonuçlar çok farklı olurdu. Çünkü Kıbrıs'ta iktidar inanılmaz derecede yıpranmış, saygınlığını ve inandırıcılığını kaybetmiş bulunuyor. Bunu seçim öncesi ziyaret ettiğimiz Kıbrıs'ta yakından müşahede etmek imkânını bulduk. Aklı selim sahibi Kıbrıs Türk'ünün hırsızlar ve hainler gibi bir tercihin çaresizliği içine sürüklenmiş olması elem verici bir durumdur. Ancak bu tablonun sorumluluğunun sadece yönetim sorumluluğunu taşıyanlarda olduğunu kimse savunamaz. Gerçekleri olduğu gibi görmek mecburiyetindeyiz. Türkiye otuz yıldan beri adaya imkânları ölçüsünde maddî destek vermek suretiyle görevini yaptığına inanmanın yanlışını yaşadı. Yapılan yardımların hacmini kimse küçümseyemez; Türkiye bu süre zarfında önemli alt yapı hizmetlerini sağladı, yollar, göletler, liman ve hava meydanlarını gerçekleştirdi. Ancak bunun ilerisinin gereği kavranamadığından, yönetim, organizasyon, eğitim hizmetleri ve yeni nüfusun yerleşimi gibi her biri Kıbrıs için hayatî önem taşıyan meselelerin halli mahallî yöneticilere bırakıldı. Gönderilen paraların nasıl kullanıldığı ciddî şekilde gözetlenip denetlenmedi. Böylece otuz yıl süresince her yıl giderek köklenen, derin bir karmaşa yaşanmaya başladı. Yolsuzluk ve israf furyası, kültürel yozlaşma ve başıboşluk KKTC gibi küçük bir alanı boydan boya kuşatıp kapladı. Bu zaman zarfında Türkiye adadaki temsilcileriyle durumu fark edip tedbir almak yerine gelişmelerin sessiz seyircisi oldu.

Kargaşa sadece Kıbrıs Türk toplumunun politik ve ekonomik yapılanmasıyla sınırlı kalmadı. Adanın geleceğiyle ilgili ne istediğimizi bir türlü net olarak belirleyemedik. Uzun süre federatif bir sistemin çözüm olduğuna inanmış gibi davrandık. Konfederatif tercihten ne anladığımızı ise ancak son yıllarda dillendirmeye başladık. Rumların AB kapılarına dayandığı yıllara kadar geçen zamanı tembelce bir beklentiyle tükettiğimizi düşünemedik. Birleşmiş Milletler'in 80'li ve 90'lı yıllardaki genel sekreterleri aracılığıyla yaptığı uzlaştırma çabalarında görüşmeleri Rauf Denktaş'ın sırtına iterek kenarda durduk. Başlıca meselelerimizde vizyon eksikliğiyle maruf Dış İşleri teşkilâtımız ve bu süreçte iş başında bulunan hükûmetlerimiz aktif taraf olma mecburiyetimizi unutarak, anlamsız bir ketumiyet ve her zamanki çok bilmişlikleriyle, kamuoyumuzla birlikte sadık bir izleyici olmayı tercih ettiler.

Helsinki'de Türkiye'nin adaylığı açıklanırken, Kıbrıs konusunun görüşmelerin başlaması için belirlenen kriterlerden olmadığı ifade edilmesine rağmen, Rum kesiminin üyeliğe kabul kararıyla birlikte bunun zıddı bir tavırla karşı karşıya kaldık. Özellikle son aylarda AB'nin çeşitli karar organlarından ve yetkili ağızlardan Kıbrıs meselesi çözümlenmeden görüşmelerin başlamasına ilişkin bir tarih alamayacağımız açıkça dillendirilmeye başladı. Bu konunun AB kıstaslarından olmadığı yolundaki itirazlarımızın bir anlam taşımadığı, hatta her vesileyle bir ön şart şeklinde karşımıza çıkarılacağı aşikârdır.

Otuz yıl süresince ada Türkleriyle Türkiye arasında gerekli sosyal, ekonomik ve psikolojik yakınlaşmayı sağlayamayan, buradan giden göçmenlerin nitelikleri, kabiliyet ve şahsiyetleri hususunda özen göstermeyi düşünemeyen, Kıbrıs'ın genç nüfusunun eğitim ve zihniyet meseleleriyle ilgilenmeyen devletimiz kaybedilen çok değerli zamanı nasıl telâfi edecektir? Hukukî plânda, başta Londra-Zürih Antlaşması olmak üzere, haklılığını gösteren belgeleri kullanma becerisi gösteremeyen, sesini dünya kamuoyuna duyurmayı sağlayacak organizasyonları kuramayan, Louizidu davasını yüzüne gözüne bulaştıran Türkiye'nin, anîden silkinerek Birleşmiş Milletler'e ve batı dünyasına Kıbrıs'taki varlığının meşruiyetini kabul ettirmesi mümkün olacak mı?

Kabul etmek gerekir ki, Rauf Denktaş ile Ankara arasında ortaya çıkan ve giderek genişleyen çatlağın kamuoyuna özellikle yansıtıldığı bir ortamda şartlar dünden daha ağırdır; şimdiye kadar yapılmayanların telâfi ihtimali sür'atle azalmaktadır. Denktaş'ın çözümün önündeki engel olarak gösterilerek görüşmelerden çekilmeye zorlanması, hatta cumhurbaşkanlığından istifasının sağlanması Rumların daha da pervasızlaşmasından başka bir sonuç vermez. AB ise böyle bir gelişmeyi Türk tarafının teslimiyete ikna edildiği şeklinde yorumlar, fevkalâde hoşnut olur.

Türk Dış İşlerinin Annan Plânını esas alarak ve bunun üzerinde bazı değişiklikler yaparak hazırlamakta olduğu mukabil tekliflerimizin ne olacağı henüz tam açıklık kazanmamakla beraber, ana hatları geniş ölçüde ortaya çıkmış bulunuyor. Ancak Rum tarafının esneklik göstermeyeceği şimdiden bellidir. Hükûmet yoğun iç ve dış baskıların etkisiyle ve AB ilişkilerini düşünerek Annan Plânı çerçevesinde çıkarlarımızın göz ardı edildiği bir anlaşma yapmaya yönelirse bu, tarihî bir facianın kapılarını aralamak olur.

Çünkü plânda Türklere sağlanmış görünen siyasî haklar ve yasal imkânlar kesin garanti anlamı taşımamaktadır. Ekonomik ve siyasal hâkimiyeti ellerinde bulunduran Rumlar, bu güçlerini kullanarak, hatta bazı hükümlerin AB mevzuatıyla çeliştiğini öne sürüp Lüksemburg Adalet Divanına başvuru yapmak suretiyle kısa bir süre sonra Kıbrıs'ı Türk azınlığın yaşadığı bir Rum adası hâline dönüştüreceklerdir.

AB'nin kapılarının açılacağı varsayımıyla dış baskılara boyun eğmek ve sonuçta Kıbrıs'ı bütünüyle Rumlara terk etmek bize kuru bir iltifatın dışında hiçbir yarar sağlamayacaktır. AB'nin Türkiye'yi bünyesine katacağını bekleyenler sadece hayal görüyorlar; buna kendilerini inandırdıkları gibi halkımızı da kandırıyorlar. AB'nin çeşitli organlarından ve yetkili ağızlarından hemen her gün yapılan açıklamalara kulaklarını tıkıyorlar. Bu yılın yaz aylarında yapılacak AB Parlâmentosu seçimlerinin bir nevi Türkiye referandumuna dönüştürüldüğünün farkında bile değiller. Son Brüksel zirvesinde alınan kararlar ve güneydoğu bölgemizle ilgili atıflar bile bu çevreleri uyandırmıyor. Muhtemelen 2004'ün sonbaharı gelmeden Türkiye yeni siyasî taleplerle karşı karşıya kalacaktır. Son uyum yasalarıyla verilen kültürel hakların, dil öğrenimiyle ilgili imkânların yeterli olmadığını, Kürtlerin serbestçe siyaset yapma ve örgütlenme hakkına sahip kılınmaları gereğini pek yakında tebliğ edeceklerdir. Hatta bu bağlamda başta Apo olmak üzere terörist eylemleri nedeniyle mahkûm edilen bütün PKK'lıların serbest bırakılmalarını, siyaset yapmalarına izin verilmesini istemeleri şaşırtıcı olmayacaktır.

Vuslatı sürekli şekilde başka bir bahara ertelenen Türkiye, Avrupa'nın geleneksel diplomatik becerileri ve kurnazlığı karşısında şaşkın, çaresiz ve dirençsiz kılınarak ilk elverişli ortamda kendisine sunulacak olan özel statü çerçevesinde ilişkilerin devamına rıza göstermek zorunda kalacaktır.

AB'yi her ne pahasına olursa olsun diskuruyla savunanların bu gelişmelerden sonra müşkül durumda kalacaklarını kimse beklemesin. Çünkü bu çevrelerde mahcubiyet ve arlanma gibi ahlâkî özellikler bulunmadığından çok kolay makas değiştireceklerdir. Bir taraftan millî hassasiyetlere ve devletin millî özelliklerine saldırılarını sürdürürken, diğer taraftan yeni çağdaş medeniyet projeleri üretecekler, vatan topraklarının bir bölümünün küresel değerlere uyum bağlamında terk edilmesinin mahzurlu bir tarafı olmayacağını fütursuzca anlatmaya çalışacaklardır.

İstanbul'da, Adana'da, güneydoğunun birçok şehrinde duyulan Apo ve PKK yandaşı sloganlar bu sürecin çoktan başladığının işaretleridir. Aynı zamanda oluşabilecek tepkilerin de test edildiği bu girişimlerin, mahallî idareler seçimlerine doğru olabildiğince yoğunlaştırılması ve 28 Marttan sonra kurumsal bir veçhe kazanması kimseyi şaşırtmamalıdır. AB hülyasıyla avutulan, millî reflekslerini tehlikeli şekilde kaybetmekte olan toplumsal şartların, yönetim boşluğunun nelere mal olacağı şimdiden düşünülmediği takdirde yarın çok geç olabilir. Türkiye üzerindeki üçlü baskının bir diğer merkezi Irak'ta vücut buluyor. Barzani ve Talabani'nin Kürt Devletine resmiyet kazandırmayı amaçlayan girişimleri umdukları sonuca ulaşırsa, bunun Türkiye üzerinde nasıl bir tehdit anlamına geleceği ortadadır. Kuzey Irak'ta Kürt Devletinden tedirgin olmamamız gerektiğini söyleyen ve hatta şimdiden sıcak ilişkilere girilmesini önerenler, bunu ahmak oldukları için değil, hainlikleri sebebiyle yapıyorlar. Zira Kerkük petrol yataklarını da ele geçirmeyi plânlayan Kürtlerin en kısa zamanda Büyük Kürdistan iddialarıyla harekete geçeceklerini doğrudan kendi liderleri açıklıyorlar. Geçen mart ayında Türk askerinin Irak'a girmemesine yol açan gelişmeleri, kendi zaferleri ilân eden Barzani ve Talabani'nin ne kadar haklı, bizim yetkili makam ve organların ne derece hatalı oldukları bugün daha iyi anlaşılıyor.

Türkiye'nin kendi sınırlarının içine çekildikten sonra Irak'taki gelişmeleri ne derece etkileyebildiği ortadadır. Reel politik şartları doğru okuyarak kararlı, ilkeli ve rasyonel politikalar geliştirmek mecburiyetindeyiz. Bölgede ileriye dönük nüfuz ve hâkimiyet plânları uygulayan ABD-İsrail ekseninin, Türkiye'yi bertaraf ederek, jeopolitik, stratejik imkânlarını, tarihî ve kültürel özelliklerini görmezlikten gelerek kalıcı ve etkili yapılanmalar sağlanamayacağını net şekilde görmeleri gerekiyor. Bunun ilgili çevrelere etkili şekilde nasıl iletileceğini düşünmek, yol ve yöntemler bulmak devletin ve Dış İşleri teşkilâtının görevidir. Varlık nedenleri bu olan organlar gerekli beceriyi gösteremiyor, başarı sağlayamıyorlarsa mevcudiyetleri ciddî bir tartışma ve sorgulama konusu hâline gelir.