TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

KÜRESEL DEPREM VE TÜRKİYE
Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu (Aralık 2001)

Türk tarihinin en kritik süreçlerinden birini yaşıyoruz. Türkiye bir taraftan Cumhuriyet döneminin en ağır ekonomik kriziyle boğuşurken, diğer taraftan ülkenin geleceği açısından hayati önem taşıyan dış meselelerle yakından ilgilenmek, bizzat taraf olduğu konularda çözümler aramak ve karar mekanizmalarında etkili olmak suretiyle devrede kalmak mecburiyetinde…

Ekonomik krizimizi yahut siyasetteki tıkanıklığı gerekçe göstererek ne Kıbrıs konusunu, ne Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi, ne de Afganistan meselesini gündemin gerilerine itmek ve ertelemek imkânına sahip değiliz. Bir taraftan içerdeki problemlerimize çözümler aramaya çalışırken aynı anda sadece Türkiye'nin değil, bütün Türk dünyasının geleceği ve kaderi anlamını taşıyan öteki meselelere de yoğun mesai ayırmak zorundayız.

Aslında bir ülkenin temel politikalarının "iç" ve "dış" şeklinde iki kategoriye ayrılması sadece izah kolaylığı sağlaması açısından doğrudur. Bunun dışında toplum ve ülke çıkarları bakımından genel ve müşterek bir anlam taşıyan, "millî" lik niteliğine sahip konuların tamamı, ilgi alanları neresi olursa olsun millî politika bütünlüğü çerçevesinde değerlendirilebilirler. Aradaki ilgiler ve irtibatlar sebebiyle birbirlerini doğrudan etkilerler; her birindeki olumlu yahut olumsuz gelişmeler diğerlerinin seyrini tayin eder ve yönlendirir. Bir ülkenin dış politika konularında olumlu sonuçlar almasında konjüktürel ortamın rolü olsa bile, bu son derece sınırlı bir etkidir. Esas tayin edici faktörler ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel seviyesi, yetişmiş insan gücü ve nihayet yönetimde istikrar ve kararlılığın mevcudiyetidir. Başka bir ifadeyle beşerî ve kültürel unsurlar, ekonomik şartlar yeterli değilse sadece jeopolitik faktörler ve global dengeler millî politikaları başarıya ulaştıramaz.

Türkiye'nin yaşadığı genel sıkıntıların esas sebebi bu hususta dengeleri yeterli ölçüde sağlayamamış olmasından ileri geliyor. Tarihimiz, kültürümüz ve jeopolitik konumumuz Afganistan konusuyla yakından ilgilenmemizi zaruri kılıyor. Türkiye'nin Devlet Başkanı "Orada ne işimiz var" dese bile, Afganistan'daki tarafların Almanya toplantılarıyla ilgilenmeden duramıyoruz. Siyasette at gözlüklerinden kendilerini bir türlü kurtaramayan bazı parti sözcülerinin, Pakistan istihbaratının görüşlerini yansıtan çıkışlarına rağmen, Kuzey İttifakı'nı ve özellikle bu gruptaki esas ilgi odağımız Özbekler'i, bunların lideri Reşit Dostum'u çok yakın muhatap almak ve gereken iletişimi sağlamak ihtiyacındayız.

Çünkü meseleyi aklıselim ve serinkanlılıkla değerlendiren herkes Afganistan konusunun sadece kendi alanıyla sınırlı olmadığını, olayın gerek siyasî ve askerî, gerekse dinî ve kültürel boyutlarıyla çok geniş bir mekânı etkileyeceğini görür. 11 Eylül'deki terörist saldırılar, Orta Asya merkezli küresel bir depremin tetikleyicisi oldu. ABD ilk plânda sarsılan imajını, yaralanan gururunu onarmak ve özellikle kendi halkına özgüvenini yeniden kazandırmak maksadıyla olayın sorumlusu olarak ilan ettiği Usame Bin Ladin'i ve Taliban'ı cezalandırmak üzere Afganistan harekâtını başlattı. Ancak çoktan anlaşıldı ki Bin Ladin yakalansa bile operasyon sürdürülecek. Hattâ "Terörizme karşı savaş" sloganıyla başlatılan harekât, bu çerçevede muhtemelen başka terör merkezlerine de kaydırılacak. Bu merkezlerin başında Saddam'ın Irak'ının olduğu kimsenin meçhulü değil. ABD on yıl önce Körfez Harekâtı sırasında yarım bıraktığı bir hesabı temizlemek isterken aslında hiç de duygusal davranmıyor. Çünkü Afganistan'a yönelik harekâtın açıklanan gerekçelerinin arkasında esas hedeflerin kilitlendiği yer Irak'tır. Irak problemini halledememiş bir Amerika bu yüzyılda askerî gücünü kullanarak doğrudan kontrol sağlamaya çalışacağı geniş bir bölgede aradığı huzuru ve güveni bulamaz.

Bin Ladin'i ve Taliban'ı cezalandırmak, Afgan platolarını teröristlerin barınağı olmaktan çıkararak, bundan sonra yapılabilecek muhtemel saldırıları önlemek ABD'nin ilân ettiği hedeflerdir. 11 Eylül'de TV ekranlarında herkesin gözü önünde cereyan eden facia, kağıt gibi çöken devasa binalar, çığlık çığlığa kaçışan insanlar ve binlerce ölü ABD'nin mağduriyetiyle birlikte girişeceği eylemlerin gerekçesine haklılık kazandırmıştır. Bu yüzden başlatılan harekât dünyada genellikle mağdur tarafın normal tepkisi olarak değerlendirildi ve Taliban yalnız kaldı. Aslında taraflar arasındaki muazzam güç farkı sebebiyle bu operasyonu kimse savaş olarak nitelendirmedi. Başta NATO olmak üzere bazı resmî işlemlerde savaş deyiminin kullanılmasının sadece diplomatik anlamı vardır. Nitekim ABD önemli bir kara gücü kullanmadan rejim muhalifi taraflara sağladığı para ve silah desteğiyle ilk başta ilân ettiği sonuçlara, Bin Ladin'in yakalanmasının dışında, ulaşmış sayılabilir. Bundan sonra Afganistan'da nasıl bir yönetim tarzının kurulacağı belirsiz olmakla beraber, Taliban direnişinin kesin şekilde bertaraf edildiği anlaşılmaktadır. İşte tam bu safhada mesele açıklanmayan esas boyutlarıyla gün ışığına çıkmaya başlıyor.

Geçen ay Putin ile Bush arasında en üst düzeyde gerçekleşen görüşmeler, Rusya ve ABD'nin normal diplomatik temaslarının ötesinde Avrasya'daki siyasal ve ekonomik dengeleri büyük ölçüde etkileyecek niteliktedir. Brezinski'nin ünlü kitabında muhtemel küresel jeopolitik aktörlerden biri olarak değerlendirdiği ve en önemli eksikliğinin dinamik ve toparlayıcı bir lider olduğunu söylediği Rusya, şimdi bu eksiği telafi etmiş görünüyor. Putin siyasî hedefleri, ihtirasları ve mizacıyla Brezinski'nin işaret ettiği "liderlik" konumuna çoktandır ulaşmaya çalışıyordu. Afganistan olayı bu çabalarını güçlendiren bir vesile oldu.

Putin'in Rusya'sı herşeyden önce gücünü hesapsız kullanmanın ve ulaşamayacağı amaçlara körü körüne yönlenmenin hayal kırıklıklarını yakın zamanlarda yaşamış olmaktan kaynaklanan tecrübe ve birikimi kullanıyor. ABD'nin siyasî, askerî ve özellikle ekonomik gücünü, küresel etkinliğini peşinen kabulleniyor. Bu yüzden Avrasya'da kaybedeceği baştan belli gereksiz bir yarışa girişmek yerine, güçlünün yanında olmak, kazanan tarafta bulunmak ve böylelikle ilerde ganimet paylaşımında koparabileceği payları azami şekilde sağlamak istiyor. Zaten Stalin de İkinci Dünya Savaşı'nda bu stratejiyi izlememiş miydi?

Daha şimdiden Putin masada kendine düşen payları önüne çekmeye koyuldu. Rusya'nın NATO ve dolayısıyle ABD ile yarım yüzyıllık mücadelesinin yerini, sıcak bir yakınlaşma ve hatta organik ve kurumsal irtibatların sağlanması çabaları aldı. Böylece Batının nüfuz alanı Sibirya içlerine kadar uzanmış oluyor. Bu arada kurulmakta olan siyasal ve askerî yakınlık, yakın gelecekte muazzam bir küresel güç olması kaçınılmaz görünen Çin tehlikesine karşı önemli bir bariyerin tesisini sağlamak niyetini gösteriyor. Böylece taraflar önemli bir stratejik yapılanmanın temellerini şimdiden atmış oluyorlar.

Öte taraftan Rusya bir türlü başa çıkamadığı müzmin problemi olan "Çeçenistan" konusunda önemli bir avantaj sağlamış bulunuyor. Bağımsızlık mücadelesi veren Çeçenler'e karşı bundan sonra her türlü metodu kullanmakta eli serbest kalıyor. Çünkü süper güç ABD Çeçenler'e artık terörist nazarıyla bakacak, Ruslar'ın insanlık dışı eylemlerine seyirci kalacaktır. Başka bir ifadeyle 11 Eylül saldırılarında esas vurulan alanlar giderek daha iyi ortaya çıkıyor. Bu eylemleri kimler ve ne adına yaparlarsa yapsınlar, en büyük zarara uğrayanların bağımsızlık mücadelesi veren müslüman topluluklar olduğu ortadadır. Çeçenistan'da, Doğu Türkistan'da, Keşmir'de, Filistin'de ve Filipinler'deki müslümanları bundan sonra çok daha zor ve meşakkatli günler bekliyor.

Rusya'nın nüfuz alanının Kafkasya ve Türkistan'a doğru yayma politikaları bugünün meselesi değildir. İkiyüz yıllık geçmişi bulunan bu siyasetin şu sıralardaki ilk hedefi Gürcistan'dır. Rusya Türk Cumhuriyetleri ile ilk plânda ekonomik ilişkilere öncelik vererek, aralarında mevcut ekonomik ve ticari potansiyeli genişleterek etkisini artırmaya çalışacak ve bu aşamada siyasî bir vizyon ve amaç ortaya koymamak suretiyle "süper güç" ü tedirgin etmemeye ve zamansız bir çatışmaya girmemeye özen gösterecektir. Henüz tam ve kâmil anlamda devlet olma sürecinin oldukça gerilerinde bulunan, dünyayla entegre olmayı tam sağlayamayan, iç bünyelerinde çeşitli problemler, ağır sıkıntılar yaşayan bu bölge ülkelerinin, Rusya'nın ekonomik baskıları karşısında ne ölçüde direnebilecekleri kestirilemez. Türkiye'nin Türk dünyasıyla gerekli ilgi ve bağlantıları bir türlü tesis edememesi Rusya'ya büyük avantaj sağlıyor. Türkiye'nin Kafkasya ve Orta Asya politikalarını net ve kapsamlı bir şekilde belirleyememesi, konunun önemiyle orantılı ciddi ve etkili bir devlet organizasyonunun bulunmayışı, bazı yetkili ve sorumluların idrak eksiklikleri, meseleyi önemsememeleri telafisi giderek imkânsızlaşan boşluklar ve zaaflar doğuruyor. Oysa bunun tersi bir tutum sergilenebilseydi, bir taraftan Rusya bölgede İran ile birlikte en etkili güç olma konumundan çıkartılır, diğer taraftan bu ülkeyle değişik alanlarda sağlanabilecek yakınlık ve işbirliği sonucunda, bölgenin ihtiyacı olan huzur ve sükûnun sağlanması kâbil olurdu. Çünkü rasyonel çerçevede düşünüldüğünde Orta Asya'da istikrarın, barışın, huzurun sağlanmasında, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin gereksiz gerginlik ve çekişmelerden uzak tutulmasının büyük rol oynayacağı açıktır. Başka bir ifadeyle Türkiye bir yandan Türk dünyasıyla ilişkilerini olabildiğince güçlendirip geliştirirken, öte yandan Rusya ile çatışma ortamı doğmamasını sağlayacak ince ayar bir diplomatik beceriyi sergilemek zorundadır.

Afganistan meselesi Çin ile İran'ı çok kritik bir pozisyonla karşı karşıya bıraktı. Çin mevcut potansiyeli ile daha şimdiden bütün ülkeler için düşündürücü ve hatta ürkütücü bir gücü temsil ediyor. Dünya nüfusunun beşde birine sahip olan, en hızlı kalkınan ülkeler arasında yer alan, elinde nükleer güç bulunduran Çin, önümüzdeki yirmibeş yıl içerisinde bir taraftan batıya, Türkistan ve Rusya'ya, diğer taraftan Pasifik ve Güney Asya'ya doğru giderek güçlenen bir baskı kuracaktır.

Şu sıralarda dünya ticaretinin % 27 sini, dünya üretiminin % 28'ini elinde bulunduran Doğu Asya'da hakim güç Çin'dir. Endonezya, Malezya ve Singapur'da ekonominin önemli bölümü Çinliler'in kontrolündedir. Tahminler 2020 yılında Doğu Asya'nın dünya ticaretindeki payının % 44'e ulaşacağını, dünya üretiminde ise % 42'yi bulacağını göstermektedir. Çin'de tıpkı Rusya gibi ABD ile zamansız bir çekişmeye girmek istemiyor. Afganistan konusunda Amerika'nın yanında yer alırken, bu fırsatı hemen değerlendirdi ve yıllardan beri tam bir sömürge olarak hükmettiği Doğu Türkistan'da ve Tibet'te millî direnişlere "terörist" yaftasını vurarak dünya kamuoyunda davranışlarına meşruiyet kazandırmak için harekete geçti. Bu sırada Kaşgar'da isyana kalkıştıkları suçlamasıyla onbeş kadar Türk, meydanlarda insanlık dışı tavırlarla teşhir edildiler. İdama mahkum edilen tutuklulardan üçünün cezası ibret olsun diye derhal infaz edildi. Çin 11 Eylül'ün getirdiği psikolojik ortamı değerlendirerek uygulamakta olduğu zulüm ve baskıyı daha da artırmak, otuz milyon Doğu Türkistan Türkü'nün asimilasyonunu kısa sürede tamamlamak istiyor.

İran ise Humeyni döneminin din eksenli emperyal politikasını, özellikle Hatemi'nin uygulamaya koyduğu yeni tavır ve anlayış çerçevesinde, daha gerçekçi ve rasyonel bir çizgiye taşımaya çalışıyor. Bu politikanın ilham kaynağı geleneksel Fars milliyetçiliğidir. Humeyni döneminin coşkulu jargonları büyük ölçüde terk edilmiştir; hâlâ kullanılanlar ise işin cilasından ibarettir. Amerika artık "büyük şeytan" olarak tanımlanmamaktadır. Tam tersine ekonomik ilişkileri güçlendirecek, petrol ve doğalgaz konularında işbirliği sağlayacak projeler tasarlanıyor. İran'a karşı baştan beri farklı bir politika izleyen AB'nin tavrı bu dönüşüme destek oluyor. İran mezhep çatışması sebebiyle Taliban'ın tasfiyesini hararetle desteklerken, çevresinde kendine nüfuz alanı sağlayacak elverişli bir ortamın tesisini istiyor. Bu arada etnik yapısı sebebiyle Türkiye'nin bölgede etkili olmasından, özellikle Azerbaycan ile yakınlık ve işbirliği kurmasından tedirgin oluyor. Türkiye'nin etkisini kırabilmek için Rusya ve Ermenistan ile çeşitli anlaşmalar yaparak, sıcak temaslar kurmaya çalışıyor.

Türkiye Rusya konusunda olduğu gibi, İran ile ilişkilerini de gerginleştirmemelidir. Çünkü İran yüzyıllardan beri Türk dünyasının bütünleşmesini önleyen doğal bir "kama" konumundandır. İran Türkiye'den ne kadar tedirgin olursa olsun coğrafi konumu bakımından başta ekonomik ve ticarî ilişkileri olmak üzere birçok alanda işbirliği yapmaya mecburdur; bu yakınlaşma öncelikle kendi çıkarları için gereklidir. Türkiye bu kozu iyi kullanabilirse Rusya politikasında olduğu gibi "ince ayar" bir politikanın sağladığı sıcak ortamı kurabilir. Bu stratejinin başarılamaması durumunda karşımızda Rusya, İran ve Ermenistan'dan kurulu bir blokun çıkması söz konusudur. Tarihimizde, doğu politikalarımızda en müşkül dönemlerimizin bu tür bloklaşmalar sırasında yaşandığını unutmamak ve tarihin tekerrürüne fırsat vermemek gerekmektedir.

ABD'nin Avrasya politikalarının mimarı olan Brezinski, Irak'a yönelik muhtemel bir Amerikan savaşının gerekçesini şöyle açıklıyor. "Irak'ın teröristlere son derece tehlikeli malzemeler sağlamak için nedeni de, imkânı da psikopatolojisi de mevcut. Bağdat'ın 11 Eylül'e dahil olduğunu gösteren bir kanıt yok diye bu gerçek görmezden gelinemez."

Amerika'nın en üst düzey yöneticilerinden yükselen ve giderek yoğunlaşan sesler Irak harekâtının çok uzak olmadığını gösteriyor. Şu sıralarda cereyan eden diplomatik gelişmeler bunun alt yapısının hazırlanması anlamında değerlendirilebilir. ABD'nin Rusya ile ilişkilerini güçlendirmesi, Filistin meselesinde Filistinliler'e eskisine oranla daha sıcak davranmasının yanısıra, Türkiye'ye son zamanlarda sağlanan malî kaynakları da bu çerçevede yorumlayabiliriz. Amerika gibi pragmatist davranmayı kural edinmiş bir ülkenin sadece yarım kalmış bir hesabın tasfiyesi maksadıyla Irak'a yükleneceğini düşünemeyiz. Esas amaç bir çıban başı konumunda görünen Saddam'ı tasfiye ederek, bölgede kendi çıkarlarına ve İsrail'e karşı stratejik bir tehdidi ortadan kaldırmaktır. Böylelikle dünyadaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının önemli bölümüne sahip çok geniş bir alanın, dinî ve milliyetçi radikal tepkilerden arındırılması sağlanacak, uyumlu ve uysal yönetimlerle global gücün denetimi kurulacaktır.

Amerika kendi çıkar ve hesapları çerçevesinde bir plân uygularken Türkiye'nin durumunu, şartlarını ve hassasiyetlerini dikkate alacak mı?

Irak'a yapılacak bir operasyonun Türkiye'yi nasıl etkilediği Körfez Harekâtı sırasında geniş ölçüde yaşandı. Ekonomik kayıplarımızın boyutları ortadadır. Ancak bundan daha önemlisi bir statü değişikliği durumunda Kuzey Irak'ın durumudur. Burada ABD'nin bağımsız bir Kürt devleti kurulması projesinin peşinde olduğu aşikârdır. Ancak bir devlet kurmanın sosyolojik altyapısına sahip bulunmayan bölgedeki unsurlara ilkel aşiret bağlarını aşmak suretiyle bir etnisite kazandırmayı bir türlü başaramadılar. Saddam'ı tasfiye ederken bu operasyon çerçevesinde Kuzey Irak'ta bir olup bittinin gerçekleştirilmesi Türkiye açısından asla kabul edilemez. Amerika, İngiltere ve Türkiye gibi yakın müttefiklerinin muhalefetine rağmen bu girişimi yapma niyetinde görünüyor. Türkiye doğabilecek şartları hesaba katarak, çok yönlü ve kapsamlı plânlamalar yapmak mecburiyetindedir. ABD'ni frenlemek için kendisi gibi düşünen ülkelerle diyaloğu sağlanmalı, olup bittilere rıza gösterilmeyeceği, ülke bütünlüğümüzü tehdit edebilecek bölgesel gelişmelere karşı seyirci kalınmıyacağı açıkca anlatılmalıdır. Türkiye'nin ekonomik durumu kimseye cesaret vermemelidir.

Afganistan meselesiyle ilişkili olarak Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya'da güncelleşen gelişmeler, Avrupa Birliği ilişkileri ile buna raptedilen Kıbrıs konusunu daha geri plâna çekmiş olmuyor; tam tersine AB'nin genişleme takviminin önceden plânlanan şekliyle işleyebilmesi doğrudan Kıbrıs ile irtibatlandırıldığından, konunun kısa sürede çözümlenmesi kesin bir talep şeklinde Türkiye'ye empoze edilmeye çalışılıyor. Daha iki yıl önce Helsinki'de adaylığımız ilan edilirken Kıbrıs konusunu tarafların yorumuna açık şekilde geçiştirilmesi, muğlak bırakılması bugünkü gerginliğin habercisiydi. Yunan tarafı her zamanki Bizans kurnazlığına başvurarak problemi AB'ye havale etmeyi ve risk almadan kenara çekilmeyi başardı. İlke olarak ihtilaflı bir alanı bünyesine almayan AB ise, bu defa bir istisna yaptı ve taraflar uzlaşmasalar bile Rum kesimini üyeliğe kabul edeceğini aylar öncesinden açıkladı. Avrupalılar bunun Rumlar'ı anlaşmaya yanaşmamaya teşvik anlamına geldiğini bilmeyecek kadar tecrübesiz olmadıklarına göre neden böyle davrandılar?

Avrupa Birliği sözcüleri sürekli şekilde Kıbrıs'ta bir ayrım yapmadıklarını, Ada'nın bir bütün olarak Avrupa Birliği'ne kabul edileceğini, ihtilaf istemediklerini ancak problemi tarafların kendi aralarında çözmeleri gerektiğini söylüyorlar.

Ancak önemli bir hususu sistemli şekilde görmezlikten geliyorlar. Tarafların anlaşmaları talep edilirken, aslında bu talep münhasıran Türk tarafı için geçerli sayılıyor. Rum kesimi "öz evlat" sayılıp açıkça kollanırken, Türk tarafı "ya anlaş ya da anlaş" denilerek sonuçta bütün yetki, imkân ve insiyatifi Rumlar'a bırakmak demek olan bir "uzlaşma" ya zorlanıyor. Bunu yaparlarken tarafların imzaladıkları Londra-Zürih Anlaşması'ndan kaynaklanan şartlar ve statü yok farzediliyor. Türkiye'nin "garantörlük" sıfatını ve bunun Kıbrıs'ın milletlerarası anlaşma yapmaya yönelmesi durumunda uyulması gereken yükümlülüklerini hatırlatması ise duymazlıktan geliniyor.

Ülkemizde Avrupa Birliği'ne katılma hayalleri ile aşırı heyecanlanıp, şuurlu düşünme kaabiliyetlerini büsbütünü yitiren çevrelerin tavırlarından da cesaret alarak Türkiye'yi köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Rum kesimini bünyesine almaya kararlı olan Avrupa Birliği, Türkiye'yi Kıbrıs ile AB arasında bir tercih yapma mecburiyetiyle karşı karşıya bırakıyor.

Klerides'in 04 Aralık'da Denktaş ile görüşmeye gelmesi, dünya kamuoyuna masadan kaçmıyor izlenimi vermek amacıyla yerine getirilen bir protokol jestidir. Burada haksız taraf önceden bellidir ve Werhaugen bunu günler öncesinden ilân etmiştir. O'nun diplomatik nezaket kurallarını bir tarafa bırakarak Rauf Denktaş'ı hoyratça suçlayan sözleri, ne yazık ki Türkiye'de bazı basın organları ve TÜSİAD tarafından da desteklendi. Her millî konuda takındığı aykırı tavırları bilinen büyük sermayenin, Kıbrıs konusunu hafife alması, hatta "ver de kurtul" diyecek aşamada bulunması bir tercih, zihniyet ve meşrep meselesi olmakla beraber, elbette esef vericidir. Gelişmiş ülkelerdeki benzer çevrelerin gıpta ile izlediğimiz duyarlılıklarına, dikkat ve heyecanlarına, sorumluluk anlayışlarına baktığımızda bizimkiler hesabına elem duymamak, hayıflanmamak mümkün değil.

Basında çağdaşlık, uygarlık, hukuk ve insan hakları adına ahkâm yürütenler ve onlarla aynı görüşleri paylaşan siyasetçiler, Türk kamuoyunu fütursuzca kandırmak istiyorlar. Sanki Kıbrıs'ta teslimiyet halinde Türkler Rumlar'la eşit haklara sahip bireyler olarak yaşayabilecekler, aynı imkânları eşit şekilde paylaşıp kullanabilecekler…

Rumlar'ın Avrupa'nın desteği ile uygulamaya hazırlandıkları statünün ne anlama geldiği 22 Kasım'da Lefkoşe'de düzenlenen Rum Ulusal Gençlik Örgütü toplantısında açıkça ifade edildi. Beşparmak Dağları'na Yunan bayrağı asılıyor, Maraş'ta, Magosa'da kendi mekânlarını sahiplenerek yeniden yerleşip yaşıyorlar. Enosis hayali çeyrek asırlık bir ertelenmeden sonra AB şemsiyesi altında yeniden uygulamaya konuluyor. Kıbrıs'ın tümüyle Rumlar'ın kontrolüne geçmesinin doğuracağı sonuçlar bellidir. Girit halkının bir zamanlar yarıya yakın kısmının Türk ve Müslüman olduğunu hatırlayan var mı? Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde Batı Trakya'nın üçte ikisi Türk olan nüfusunun bugünkü durumu bir ibret tablosu değil midir?

Kıbrıs konusunda Avrupalılar'ın empoze etmek istedikleri çözüm şekli, burasının engeç yirmi yıllık bir süreçte bir Yunan adası olması anlamına geliyor. Bu gerçeği ne basında, iş ve siyaset dünyasında yer alan "içimizdeki Rum" ların safsataları ne de Türkiye'ye açıkça şantaj yapan Avrupalılar'ın tertipleri örtemez.

Türkiye'nin Kıbrıs'ta bir tercih mecburiyetinde bulunduğu doğrudur. Ancak bu bazılarının öne sürdükleri gibi AB ile değil, buranın bir Rum adası ve orta vadede "Pan Hellenizm" in gerçekleştiği bir Yunan beldesi olup olmamasıyla ilgilidir. Ayrıca Yunan milliyetçiliğinin hırsı ve istekleri burada noktalanmayacaktır. Şu anda Doğu Karadeniz'de, Trabzon'da yürütülen Pontosçu çalışmalar, bölgedeki örtülü örgütlenmeler, Türkçe yayınlanan düzinelerce kitaplar, broşürler, turistik seyahat adı altında kurulan ilişkiler ve giderek artan din değiştirme olayları çok az kimsenin dikkatini çekiyor. Ancak bu çalışmalar acıda olsa vardır, gerçektir ve giderek yoğunlaşmaktadır. Kaldı ki Avrupa Birliği'ni siyasal ve sosyal bir regülatör gibi kullanarak ülkemizde etnisite problemini tırmandırmak, yoğunlaştırmak ve bundan siyasal sonuçlar sağlamaya yönelik çalışmalar başka bir alanda sistematik şekilde zaten yürütülüyor. Buradan alınacak sonuç orta vadede Pontosçuluk yahut başka ırkçılık girişimlerinde kılavuzluk yapacaktır.

AB'nin Türkiye ile ilgili ilerleme raporundaki ifadeler ve hükümler, kullanılan dil ve üslup bazı çevreler tarafından ön plâna çıkarılarak hararetle alkışlandı. Alkışlayanlar yani raporu olumlu ve objektif bulduğunu söyleyenler arasında devletimizin en üst düzeydeki yöneticilerinin, Başbakan Yardımcısının ve eski bakanların bulunması şaşırtıcıydı. Gerçi Mesut Yılmaz raporun içeriğini muhtemelen daha dikkatli inceleme fırsatı bulmuş olacak ki bir iki gün sonra "AB'nin adil olmasını ve üyeler arasında ayrımcılığı bırakmasını" isteyerek ilk görüşünden önemli bir dönüş yaptı; ancak başlı başına bu tavır bile meseleye nasıl acelecilikle yaklaşıldığının, yüzeysel kalınlığının tipik bir örneğidir.

Raporun dili dikkatle ve ustalıkla kullanılarak Türkiye'nin rencide edilmemesine özen gösterildiği doğrudur. Ancak içerik asla objektif ve anlayışlı bir yaklaşım sergilememektedir. Müzakerelerin başlaması için gerekli olan Kopenhag Siyasî Kriterleri'nin henüz yerine getirilmediği belirtiliyor ve gecikmelerden, eksikliklerden Türkiye sorumlu tutuluyor. Ancak bunu yaparken hükümetin uyum yasaları çıkarma konularındaki çabaları gözardı ediliyor ve özellikle Türkiye'nin yaşadığı ekonomik krizin yönetimin gündemini nasıl etkilediği görmezlikten geliniyor. İnsan hakları konusuna fevkâlâde abartılı bir yaklaşım sergileniyor ve buna dayanak olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları gösteriliyor. Ancak kararların önemli bir bölümünün terörle mücadele döneminden yani beş on yıl öncesinden intikal eden konular olduğu nedense dikkate alınmıyor. Ancak bu konular ne kadar abartılı ve başka aday ülkelere uygulanan kriterlere nazaran farklı olursa olsun aslında bir şekilde aşılabilecek niteliktedir. Esas problem Güneydoğu konusundaki tavırdan ve beklentilerden kaynaklanmaktadır. Devlet sanki bu bölgeyi kasten bakımsız ve geri bırakmış gibi eleştiriliyor ve bölgesel dengesizliğin giderilmemiş olması bir suçlama nedeni yapılıyor.

"AB ifade özgürlüğünün ülkenin bölünmesini savunmayı, örgütlenme özgürlüğünün ise bu amaçla siyasî faaliyette bulunmayı kapsayacak şekilde genişletilmesini bekliyor. Anayasa değişikliğinin uygulamaya sokacak uyum kanunlarıyla ve taraf olunacak Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi'yle önce ana dil eğitimi, sonra ana dilde eğitim sağlanacak. Ana dilden radyo ve televizyon yayınları düzenlenecek ve yayınlanacak.

Tek tek fazla bir tehlikesi olmayacak bu adımların birlikte etkileşimi ayrılıkçı akımın yani PKK'nın güçlü biçimde siyasileşmesine yol açacak. Kasım başında Berlin'de katıldığım PDS toplantısında Kürt kuruluşları temsilcileri bu hak ve özgürlükleri bağımsızlık için kullanacaklarını defalarca açıkça söylediler. Bu açıdan bazı Avrupa Birliği ülkelerinin, kendilerine en azından parasal yardım yapacaklarını tahmin etmek de zor değil.

Ekonomik krizin ortasında, henüz yaraları kapanmamış bölgenin kalkınması için hiçbir imkânı olmayan Türkiye, böyle bir siyasallaşmayı göğüsleyebilecek güçte mi?"* Sayın Aktan'ın sorusunun cevabının ne olduğunu AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Daniel Cohn Bendit verdi. Türkiye'de bir sömürge müfettişi kadar pervasızca konuşabilen eski "Kızıl Danny" ye göre; Güneydoğu'da bazı illerde devam eden OHAL kaldırılmalı, Kürt nüfusunun kültürel haklarla ilgili meşru taleplerini tatmin edecek gerçek ilerleme kaydedilmeli. Danny hızını alamayarak ekliyor "azınlıkların varlığı ve meşru taleplerinin reddedilmesi Kopenhag Kriterleri'ne uyum için yapılacak pekçok şeyin olduğunu gösteriyor"

Bu ifadelerle neyin kastedildiği hiçbir yoruma gerek göstermeyecek kadar açıktır. Ve Avrupa'nın Türkiye'yi nasıl bir ortama itelemek istediğini göstermektedir. Ancak Türkiye basını çok ilginç bir ambargo uyguladı, bu çok önemli ve bir o kadar da anlamlı sözlere Milliyet Gazetesi'nin dışında hiç yer verilmedi.

Görülüyor ki Türkiye-AB ilişkilerinde mevcut problemler kolay aşılacak nitelikte değil. Çünkü Avrupalılar'ın talepleri bir aysbergi andırıyor; bunların nereden başladığı belli olsa bile nereye kadar uzanacağı, nerede ikmal edildiğine hükmedilip "tamam" denileceği belli değil. Diğer aday ülkeler için düşünülmeyen talepler "uyum"un sağlanması amacından saptırılarak, köklü bir toplumsal, sosyal ve kültürel dönüşüm ve siyasal yapılanma projesine dönüştürülmek isteniyor. Türkiye'nin ülke bütünlüğünün riske edilmesi umurlarında bile değil.

* Gündüz Aktan, Radikal Gazetesi, 21 Kasım 2001

Türkiye küresel depremle sarsılan dengelerden zarar görmemek ve giderek yoğunlaşan siyasal anaforun ortasında boğulmamak için çok dikkatli olmak mecburiyetindedir. Hata yapma lüksüne sahip değiliz. Siyasetin kurumsal plânda kilitlenmiş olması, ekonomik kriz, demokrasinin giderek yönetemeyen bir veçhe kazanması, toplumda yaygınlaşan karamsarlık, hayal kırıklıkları elbette çok talihsiz ve zamansız bir ortam anlamına geliyor. Ancak bütün bunlara rağmen şuurlu ve basiretli davranabilme imkânları hâlâ mevcuttur. Çünkü çok kritik pozisyonlarda siyasî hesapların bir kenara bırakılarak iktidarıyla, muhalefetiyle ve bütün toplum kesimleriyle iştirak halinde olabilmenin örneklerini yaşamış bir toplumuz. Bu tablonun karşı karşıya olduğumuz güncel, hayati problemler karşısında tekrarlanmaması için bir sebep yok. Bunu sağlaması gereken makamlar, insanlar ve nihayet kurumlar bellidir. Bütün mesele bunların sorumluluklarının idraki içerisinde olabilmeleri ve böylece yerinde ve zamanında toparlanma sağlanarak acil ihtiyacımız olan millî bütünlüğün, toplumsal sinerjinin ortaya çıkartılmasıdır.