TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Millî İradenin, Bağımsızlık ve Özgürlüğün Bayraktarı: Gazi Meclis

Dünya tarihinin ilk büyük emperyalist hesaplaşması olan Birinci Cihan Savaşı'nın dışında kalabilir miydik? Bu konu tartışılmaya devam edilecek. Ama dört yıl sonra savaşın galibi belli olup mütareke yapıldığında, kazanan tarafın yani İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı topraklarını paylaşıp Türkleri Anadolu’nun ortasında daracık bir alanda kıpırdayamaz hâle getirmekte kararlı oldukları ortaya çıkmıştı. Başbakan Lloyd George, 18 Ağustos 1918‘de Avam Kamarası’nda bunu açıkça anlatmıştı: “Sulh şartları ilan edilince zaten Türklerin kötülüklerinden, cinayetlerinden dolayı ne kadar aşırı cezaya çarptırılacakları görülecektir. Rumlar Doğu Akdeniz’de Türk barbarlığına karşı Hıristiyan uygarlığını temsil etmektedir. Büyük bir Yunanistan Britanya İmparatorluğu için değer biçilmez bir kazanç olacaktır."

İtilaf Devletleri, mütarekenin hükümlerine uymayarak başta İstanbul olmak üzere ülkemizin pek çok bölgesini işgal ettiler; ardından Yunan birliklerini gemileriyle taşıyarak İzmir’e çıkardılar; Trakya’ya girmelerine izin verdiler. Sultan Vahdettin ve çevresindekiler Düvel-i Muazzama’ya direnişin mümkün olmadığına inanıyorlar, İngilizlerin isteklerine uyulması pahasına anlaşma yapılabileceğini düşünüyorlar, Anadolu’da başlayan Kuva-yı Milliye Hareketi’ni zararlı sayıyorlardı. Padişah, Mustafa Kemal’i Doğu Karadeniz Bölgesi’ne millî direniş hareketi başlatması için değil, Rumların güç gösterilerine Türk halkının tepkileri sonucu yaşanan asayiş olaylarını bastırıp sükûneti sağlaması maksadıyla göndermişti. Ama çok kısa sürede olayların beklediğinin tam aksi yönünde gelişmesi üzerine, İngilizlerin talebine de uyarak ısrarla geri çağırdı; ama artık çok geç kalmıştı. Millî Mücadele başlamış, Anadolu’da Türklüğün bağımsızlık ve özgürlük meşalesi yakılmıştı.

Mustafa Kemal ve arkadaşları, zamanla yarışırcasına hareket ettiler. Bir yıla varmadan Ankara’da toplanacak olan Büyük Millet Meclisi’nin ilk adımı Amasya’da atıldı. Mustafa Kemal’in burada Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy ile yaptığı toplantıdan sonra yayımladığı genelge, tarihî bir adımdır: “Vatanın tamamiyeti, milletin istiklâli tehlikededir. Merkezi hükümetimiz İtilaf Devletleri’nin tesir ve denetimi altında kuşatılmış bulunduğundan üstlendiği sorumluluğun icaplarını yerine getirememektedir. Milletin istiklâlini gene milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

23 Temmuz-7 Ağustos tarihleri arasındaki günlerde yapılan Erzurum Kongresi, TBMM’nin yolunu açtı. Kongre başkanlığına Mustafa Kemal’in seçilmiş olması, liderliğinin kabullenildiği anlamına geliyordu ve çok önemliydi. Çünkü üniformasını çıkarmıştı, askerî birliklere emir ve talimat veremezdi, durumu belirsiz görünüyordu. Bu kritik ortamda Anadolu’da ayakta durabilen tek askerî birlik konumundaki 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir’in hiç tereddüt etmeden Kongre’den bir gün önce subaylarıyla birlikte gelip “Paşam subaylarım, erlerim ve kolordumla birlikte emrinizdeyiz." demesi, durumu aydınlatmış oldu. Kongre’de Millî Mücadele’nin yol haritasını oluşturan önemli kararlar alındı ve Hareket’in Meclis açılıncaya kadar hukuki ve meşru dayanağını oluşturan, Mustafa Kemal’in başkanı olduğu "Heyet-i Temsiliye” kuruldu.

4 Eylül’deki Sivas Kongresi, belirlenen delegelerin bir kısmının çeşitli nedenlerle gelememelerinden dolayı 37 kişiyle yapıldı. Ancak bu durum, alınan kararların önemini ve etkisini azaltmadı. Kararlarda ve özellikle Divan Başkanlığı’nı yapan Mustafa Kemal’in konuşmalarında, bir taraftan Padişah’a son derece saygılı ve dikkatli bir dil kullanılırken diğer taraftan Damat Ferit ve hükûmeti çok sert şekilde eleştiriliyor; görevden alınması isteniyor; aksi hâlde tanınmayacağı, ilişkilerin kesileceği belirtiliyor; seçimler yapılarak Meclis-i Mebusan’ın en kısa zamanda toplanması talep ediliyordu. Ültimatom tarzındaki bu isteklerin sonuçları çok geçmeden alındı. Damat Ferit’in yerine Kuva-yı Milliye Hareketi karşıtı olmadığı bilinen Ali Rıza Paşa’nın başkanlığında yeni bir hükûmet kuruldu. Mebusan Meclisi, Aralık ayında yapılan seçimleri takiben 12 Ocak 1920’de açıldı.

Mustafa Kemal, bir süre Sivas’ta kaldıktan sonra Heyet-i Temsiliye ile birlikte 27 Aralık’ta Ankara’ya geldi. Mücadelenin merkezi, hem coğrafi konumu hem de demiryolu hattının olmasından dolayı artık burasıydı. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa, muhteşem bir tören düzenlemişti. 13 araçlık bir konvoy hâlinde gelen Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye’yi şehrin girişinde bütün askerî ve mülki erkân, Ankara Müftüsü ve hocalar, öğrenciler, üç bini atlı, yedi yüz yaya seğmen ve binlerce insan karşıladı. Hacı Bayram-ı Veli’nin türbesi ve vilayet ziyaretleri yapıldıktan sonra Müdafaa-i Hukuk teşkilatlarına ve kolordulara telgraflar çekilerek Heyet-i Temsiliye merkezinin Ankara olduğu bildirildi.

İstanbul’da toplanan Mebusan Meclisi’nin en önemi kararı, 17 Şubat’ta kabul edilip 18 Şubat’ta bütün dünyaya ve kamuoyuna ilan edilen “Misak-ı Millî Beyannamesi”dir. Ülkenin siyasi sınırlarının belirtildiği, özgürlük ve bağımsızlığını korumakta kararlı olduğumuzun vurgulandığı 6 maddelik Millî And, birkaç ay sonra TBMM’de okunup benimsendi ve Türkiye’nin en önemli siyasi ve hukuki dayanağı oldu.

İtilaf Devletleri bu gelişmelere tepkiliydi, baskılar sonucu Ali Rıza Paşa istifa etti. Meclisi temsilen bir heyet, Padişah ile görüşerek Damat Ferit’in sadrazam yapılmasını istemediklerini söylese de aldıkları cevap, Sultan Vahdettin’in İngilizlerin isteklerinin dışına çıkmamakta kararlı olduğunu gösteriyordu: “Millet bir koyun sürüsü ben de onun çobanıyım; istersem Rum ve Ermeni Patriğini veya Hahambaşı’nı bile sadrazam yapabilirim." Nitekim Damat Ferit yeniden sadrazam oldu.

İtilaf Devletleri bununla yetinmediler. Kuva-yı Milliye Hareketi’ni bastırmakta kararlıydılar. 13 Kasım 1918’den beri askerî denetim altında tuttukları İstanbul'u, 16 Mart’ta resmen işgal ettiler; Şehzadebaşı Karakolu’nda, yataklarındaki askerlerimizi şehit ettiler. Ardından Meclis’i basarak (tutuklanacağını bildiğinden) İstanbul’a gelmeyen Mustafa Kemal’in Meclis’teki temsilcisi durumundaki Rauf Bey ile Kara Vasıf Bey’i tutukladılar. Rauf Bey, Müdafaa-i Hukuk Grubu’ndan çok sayıda arkadaşının Anadolu'ya geçmesini istemiş ama kendisi özellikle kalmıştı. Tutuklanma pahasına, İngilizlerin gerçek yüzünü dünya kamuoyuna teşhir ederek Kuva-yı Milliye Hareketi’nin haklılığını, meşruluğunu ispatlamak istiyordu.

Meclis, 18 Mart’ta toplandı, İngilizlerin şiddet ve baskısı altında artık çalışılamayacağı gerekçesiyle süresiz tatil kararı aldı. Padişah aynı gün Meclis’i resmen kapattı. Mustafa Kemal, bütün bu gelişmeleri tahmin ettiğinden hazırlıklıydı. 19 Mart’ta bir genelge yayımlayarak Meclis’in en kısa zamanda Ankara’da açılacağını ilan etti.

Sultan Vahdettin’in dördüncü defa sadrazam yaptığı Damat Ferit, kendisiyle aynı zihniyetten olan Dürrizade Abdullah Efendi'yi Şeyhülislam yaptı. Millî Mücadele’yi İslam'a ve şeriata aykırı bir hareket, Kuva-yı Milliye’yi İslam Halifesi’ne, Padişaha başkaldıran, eşkıya “Kuva-yı Bagiye” ilan eden bir fetva yayımlatarak Müslüman halkın vicdanında mahkûm etmek istiyordu. Dürrizade, efendilerinin isteğine uyarak dinin siyasete alet edilmesinin rezilce bir örneği olan, Karabekir’in “facia” diye nitelendirdiği bu fetvayı yazdı; İngilizlerin de yardımıyla 10 Nisan’dan itibaren Anadolu’da dağıtılmaya başlandı.

Bu fetvanın etkisiz hâle getirilmesi için acilen bir “karşı fetva”ya ihtiyaç vardı. Dönemin muteber ulemasından olan, halk nezdinde sevilip sayılan Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi görevi üstlendi. Millî Mücadele’ye başından beri destek veriyordu. Ankara’ya geldiği ilk günlerde, nakit paraya çok ihtiyacı olmasına rağmen kimseden yardım istemeyen Mustafa Kemal’i ziyaret etmiş, ailece tasarrufları olan 5 bin lirayı “Mütevazı bir katkımız, kabul buyurun.“ diyerek sunmuştu. Rıfat Hoca’nın başkanlığında beş müftü, dokuz müderris ve altı kişilik ilmiye heyetinden zevatın oluşturduğu yirmi kişilik heyet, Millî Mücadele’ye destek olmanın her Müslüman için vecibe olduğunu belirten mükemmel bir metin yazdı; Kuva-yı Milliye, bütün imkânları kullanarak bunu yurdun her yerinde yayımlattı. Zaten birçok bölgede müftüler ve hocalar hareketin içindeydiler. Damat Ferit, tepki olarak Rıfat Hoca’yı azletti ve Divan-ı Harp’e vererek idama mahkûm ettirdi.

Açılacak Meclis’in adı konusunda kısa bir tereddüt yaşandıktan sonra Büyük Millet Meclisi olması uygun görüldü; bir yıl kadar sonra başına Türkiye de eklenerek kullanılmaya başlandı. Mustafa Kemal, açılışın özellikle 23 Nisan Cuma günü yapılmasını istemişti. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin bulunduğu her yerde Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla camilerde Kur’an-ı Kerim ve Sahih-i Buhari’ler okutulmuş; hatimler yapılarak toplanacak Meclis’in ve verilen mücadelenin başarılı olması için sürekli dualar yapılmıştı.

23 Nisan’da, Cuma namazı vakti Hacı Bayram Camii ve türbesinde namaz ve dualarla başlayan tören, çok yoğun bir dinî atmosferde yapıldı. Camiden bayraklarla ve Sancak-ı Şerif'le tekbirler, salavatlar ve niyazlarla Meclis binasının önüne gelindi. Hınca hınç dolu olan alanda kurban kesilip dualar yapıldıktan sonra artık “milletvekili” diye anılacak olan vekillerin katılımıyla en yaşlı üye Şerif Bey'in geçici başkanlığında ilk toplantı açıldı.

Vekillerin 87’si, Mebusan Meclisi'nden gelebilen ve sonradan gelecek olanlardı; diğerleri Mustafa Kemal’in genelgesi üzerine seçilenlerdi. İlk oturumlarda bütün üyeler gelemediğinden katılım hâliyle yüksek değildi. Bir süre sonra Genel Kurul’a katılım, önce 380’e sonra 437’ye kadar çıktı. Meclis’te 120 serbest meslek mensubu, 125 devlet memuru, 53 cephelerde savaşmış subay, 14 müftü, 13 müderris, 10 muhtelif tarikatta şeyh, 53 ulema ile 7 aşiret reisi vardı.

Meclis’te zabıt kâtipliği yapan ve ileriki yıllarda medeni hukuk alanında en seçkin ilim adamlarımızdan biri olan Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, gördüğü tabloyu şöyle anlatır: “Beyaz sarıklı, beyaz-siyah sakallı, cübbeli ve eli tesbihli hocalarla pırıl pırıl üniformalı genç subaylar; yazmalı veya şal sarıklı aşiret beyleri, külahlı ağalar, tarikat babaları ve kavuklu çelebilerle Batı kültürüyle yetişmiş Kuva-yi Milliye kalpaklı, nokta bıyıklı, modern gençler yan yana oturuyorlardı. Gerçi mebusların kıyafetleri ve kafaları renk renkti ama gönülleri amaçları birdi.

Mustafa Kemal Paşa, ertesi günkü oturumda Meclis Başkanlığı’na seçildi. Dört saati aşan konuşmasında genel bir panorama çizdi, mevcut durumu etraflı şekilde ifade etti. Meclis’in Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararlar ve ilkeler ışığında Millî Mücadele’nin stratejisinin ne olması gerektiğini anlattı. Padişaha karşı bir kere daha “Mukaddes Halifemiz Efendimiz Hazretleri" gibi çok saygılı bir dil kullanırken Damat Ferid'i ve Hükûmetini şiddetle eleştirdi, ihanetle suçladı. Anadolu’da henüz İstanbul’un etkisi kırılmamış olduğundan sonbahara kadar bu üslubunu sürdürecek, Padişah karşıtı görünmekten kaçınacaktır. Ancak Sultan Vahdettin’in Millî Mücadele karşıtlığının tam bir husumete dönüşmesi, Divan-ı Harp’ten bir yığın idam kararı çıkartması, Ankara’daki Meclis’i hain ilan etmesi üzerine ipler artık tümüyle kopacak, kendisine aynı tarzda cevaplar verilmeye başlanacaktır.

TBMM, Kuvvetler Birliği’ne dayalı Meclis Başkanı’nın aynı zamanda yürütmenin de başı (Başbakan) olduğu bir “Meclis Hükûmeti” sistemini tercih etti. 1921 Anayasası’nda da bu sistem esas alındı. “Millî hâkimiyet (egemenlik) kayıtsız ve şartsız milletindir.” ilkesi, Meclis duvarına yazılmıştı. “Millî iradenin dışında hiçbir şahıs ve zümrenin tanınmayacağı” her vesileyle belirtiliyordu. Meclis’in bir diğer ilkesi, tam bağımsızlık ve vatanın bölünmez bütünlüğüydü. Çok değişik görüş ve düşünceden, inanç ve ideolojiden insanın yer aldığı Genel Kurul’da sık sık tansiyon yükselir; sert tartışmalar yapılırdı. Ama heyetin tamamı temel ilkelerde tavizsizdi. Çok zor şartlar altında gaz lambası hatta bazen mum ışığında çalışıyorlardı. Doğru dürüst kalacak bir yerleri bile yoktu, birkaç kişi bir odayı paylaşabiliyordu. Üstelik Sakarya Zaferi’ne kadar Ankara güvenli bir yer değildi. İlk zamanlar çevredeki şehirlerden sürekli ayaklanma haberleri geliyordu; Ankara, İstanbul taraflılarınca basılma tehdidiyle karşı karşıyaydı. Ama Mustafa Kemal Paşa’nın komutasındaki askerimiz Polatlı’ya kadar gelebilen ve kazanacağından emin olan Yunanları, 22 gün ve gece göğüs göğüse savaşarak püskürtünce Ankara semaları aydınlanıverdi. Türk tarihinin 2. Viyana Seferi’nden beri sürüp gelen “makûs talihi” tersine döndü. Nitekim ordumuz, bu ruh ve imanla bir yıl sonra Meclis’ten “tam yetki” alan Başkomutan Mustafa Kemal’in komutasında Büyük Zafer’i kazanarak emperyalistleri denize döktü.

Meclis'teki Müdafaa-i Hukuk grubunun ikinci adamı durumunda olan İsmet İnönü’nün sözleri, Gazi Meclis’in üç yıllık icraat tablosunu ve ruh hâletini yansıtmaktadır: “Birinci Büyük Millet Meclisi’nin, zamanında müspet veya menfi çalıştığından bahsolunan bütün üyelerini, hepsini yürekten asil duygularla hatırlıyorum.

Millî irade ve egemenliğin, özgürlük ve bağımsızlığın, vatanın bölünmez bütünlüğünün ve millî birliğin değişmez ilkeler kabul edildiği millî devletimizin kurucusu Gazi Meclis’i, başta Reisi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere yüzüncü yılında bir kere daha hürmetle, muhabbetle, şükranla ve minnetle anıyoruz. Cümlesinin ruhu şad olsun.