TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Şehit Cenazelerinde Buluşmakla Sorun Çözülemez

PKK bir kere daha kendine yakışanı yaptı; dini, manevi, ahlakî ve insanî hiçbir tahdidinin olmadığını göstererek, Gaziantep’i kana buladı. Bir yaşında dünyayı yeni tanımaya çalışan Melisa bebeğin ve aralarında olduğu dördü çocuk, dokuz vatandaşımızı yakarak katletti. Ağır yaralı olanların durumu belirsizliğini koruyor.

Vicdan sahibi herkesin doğal olarak tepki gösterdiği bu vahşetin, PKK’nın sahiplenmemesi her zaman sergilediği taktik bir tavırdır. 2008 de Diyarbakır’da 5 öğrencinin hayatını kaybettiği özel dershanenin önündeki patlamayı, aynı yıl Güngören’de 17 kişinin hayatını kaybedip 154 kişinin yaralandığı bombalı saldırıyı, 2010 da Taksim’de 15’i polis 17’si sivil toplam 32 kişinin yaralandığı canlı bomba eylemini, 2011’de Ankara Kumrularda tıpkı son saldırıdaki gibi içine patlayıcı yerleştirilmiş aracın uzaktan kumandayla patlaması örneklerinde olduğu gibi son saldırısında da sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor. Böylelikle oluşan tepkilerden kurtulmak istiyor. Bir süre sonra sanki farklı bir örgütmüş gibi TAK adını adres göstermesi muhtemeldir. Buna mukabil kendi yayın organlarında ve örgüt toplantılarında bu eylemi de başarı örneği olarak anlatıp militanlarını benzerlerini yapmaya yönlendirmeye çalışacağından kimsensin kuşkusu olmamalıdır.

Bütün Dünyada sivillere yönelik silahlı saldırılar “terör”, yapanlar “terörist” olarak nitelendiriliyor. Buna karşılık askerlere, polislere yönelik saldırıları yapanlar “gerilla” diye adlandırılıyor. PKK çok sayıda insanın, kadın ve çocukların can verdiği saldırıları doğrudan sahiplenmeyerek terörist imajından kurtulmak istiyor.

Bu taktiksel tavır, kalemlerini ve ağızlarını terör örgütünü meşru göstermeye, eylemlerine haklılık kazandırmaya adayan PKK yandaşı, sempatizanı malum çevrelere işlevlerini yerine getirmek üzere imkân sunmuş oluyor.

Gaziantep’teki saldırının hemen ardından bu cenahtan yapılan yorumlar aynı senaryonun sahnelendiğini gösteriyor. Bu defakinde konjonktürel bir unsur olarak Suriye, İran ve hatta Ergenekon gibi adresler işaret ediliyor.

Suriye ile ilişkilerimizi hızla gerginleşip çatışma ihtimalinin gündemde olması sonucu, Esad yönetiminin Türkiye’ye karşı elinden geldiğince kötülük yapmak istemesinin şaşırtıcı bir yanı yok. Ancak meselenin bu tarafı, PKK’nın esas fail olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Zaten ilk bulgular da örgüte ait izleri işaret ediyor.

Aracın 4 ay kadar önce Sakarya’dan çalınıp bölgeye getirilmesi, Siverek’te eylem amacıyla içinin düzenlenmesi, iki hafta kadar önce benzer bir eylemin hazırlıklarının Urfa’da ortaya çıkarılması, Adana için de duyumlar alınması PKK’nın inkâr çabalarının yalan olduğunu şimdiden ortaya koyuyor.

PKK’nın açıklamasına itibar ederek “örgüt üstlenemediğine göre” diye başlayıp, başka adreslere dayalı yorumlar yaparak PKK’yı temize çıkartmak için çırpınan mahutların esas niyetleri bir kere daha deşifre olmuştur.

Gaziantep’teki bu saldırı şunu gösteriyor: PKK Hakkâri, Şırnak, Van üçgenindeki oluşan varlığını Batı’ya doğru yayarak, Suriye’deki gelişmelerden yararlanarak etki alanını genişletmek istiyor. Amaçları Urfa ve Gaziantep gibi örgütün 30 yıldır dilediği şekilde nüfuz edemediği bölgelerde kanlı eylemler yaparak, halkı korkutup sindirerek etkili olmak. Sonuçta dış destekçilerinden cesaret bularak tahayyül ettiği bölgenin yeni siyasi haritasının zeminini hazırlamak.

Bir kere daha belirtmekte yarar var: PKK eylemlerinin başta Suriye ve İran olmak üzere komşu ülkeler tarafından desteklenmesi, taşeron olarak kullanılıp üzerimize salınması, İsrail ile ABD ve İngiltere gibi müttefiklerimizin perde gerisindeki rolleri PKK’nın “esas fail” olma özelliğini değiştirmez.

BDP lilerin olaydan birkaç gün önce teröristlerle buluşmaların doğurduğu tepkiler üzerine, bu saldırıyı kınamaları bir başka sahtekârlık örneğidir. Teröriste gerilla diyerek meşru göstermeye çalışan, ayrılırken kucaklaşıp öpüşerek” kalbimizi burada bıraktık” diyecek kadar bağlılık gösterisi yapan, Milletvekili sıfatlarını her vesileyle terör örgütüne hizmet için kullanan bu kişiler ısrarla sürdürdükleri bu tutumlarıyla TBMM’ni kirletiyorlar. Bu kurşun askerlerin PKK’nın talimat ve isteklerinin dışında hareket kabiliyetlerinin olmadığı ortada. Örgütün katı disiplininin dışına çıkarak, bağımsız politika yapacaklarını, siyasî muhatap olabileceklerini düşünenler hayal görüyorlar. Bu tuzağa düşenlerin, Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder gibi Marksist-Komünist kökenden gelerek Kürtçü-Komünist ittifakından Milletvekili seçilenleri nasıl bir teslimiyet içinde oldukları görmeleri gerekir.

Örgütün bu solcu müttefikleri bir yana, ekranlarda ve Meclis kürsüsünde İslam’ı ve Müslümanlığı dilinden düşürmeyen, derin ulema ve hatta günümüzün şeyhülislamı edasıyla konuşan, fukaha havalarında fetvalar vermeye kalkışan Altan Tan’ın son olaylar vesilesiyle konuştuğunu duyan var mı? Hani bunlar insaniyetçiydiler; zalimlere karşı mağdurların yanındaydılar? Her fırsatta Devlet’i ve kurumlarını yumruklayarak, suçlayarak hukuk ve demokrasi söylemleriyle yeri göğü inletenlerin bu derin sessizliği, PKK’nın otoritesinin, disiplin mekanizmasının ne derece etkili ve korkutucu olduğunun göstergesidir.

PKK 90’lı yılların ortalarına doğru büyük kayıplar vermesi nedeniyle başaramayacağını görüp terkettiği eski stratejisine dönüş yapıyor; kırsaldan metropollere doğru “devrimci hak savaşı” adıyla yeni bir hamle başlatmaya çalışıyor. Suriye’de sınırımızın ötesindeki gelişmeler örgüt tarafından konjonktürel bir avantaj olarak kullanılmak isteniyor. Sonuçta Türkiye içerden ve dışarıdan kuşatılmaya çalışılırken, İran, Irak ve Suriye gibi komşularının kötü niyetlerin yanı sıra, müttefiklerinden de samimi bir destek bulmuyor. Böylece bulunduğumuz coğrafyada çok defalar karşılaştığımız gibi, bir kere daha kendi kaderimizle baş başa bırakılmış durumdayız.

Mevcut tablonun ortaya çıkardığı bütün olumsuzluklara rağmen, aslında bu sorunla başa çıkacak imkânlara ve güce sahibiz. Ancak bunları doğru ve etkili şekilde kullanacak yönetim becerisinden yoksun oluşumuz, yıllardır sürüp gelen idari zaaflarımız çözümü geciktiriyor.

Saldırıda hayatını kaybedenler için yapılan cenaze törenlerinde bir araya gelen Devlet erkânı, siyasî rical, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, parti liderleri keşke şehitlerin tabutları başında buluşma geleneğin bir yararının olmadığına karar vererek, Başkentte bir masa etrafında toplanabilseler. Doğrudan millî varlığımıza, bekamıza, ülkemizin güvenliğine yönelik bu tarihî problemi çözmek üzere, siyasî hesapları bir defaya mahsus bir yana bırakarak ülke yararı için kenetlenseler.

Çok daha müşkül bir dönemde, top seslerinin Ankara’dan duyulduğu günlerde 1. Meclis’in ortaya koyduğu tabloyu tekrarlamak zorunda olduklarını görerek el birliği yapsalar. Şu günlerde bunun gerçekleşmemesi durumunda, meselenin boyutunu çok daha genişleyeceği ortada. Sorun tek başına bir partinin yahut siyasî iktidarın altından kalkamayacağı derecede ciddidir. Üstelik sorun sadece PKK ve Kürtçülükle sınırlı değildir. İçten içe yanıp duran Alevilik meselesinin, makul bir çözüm bulunmaması, toplumsal bir uzlaşı sağlanmaması durumunda bir süre sonra alevlenmesi, dışarıdan yapılan yönlendirmelerle yeni bir ayrışma vesilesi kılınması muhtemeldir. Bu meseleyi kimse görmezlikten gelemez, üstünü kapatarak hallettiğini düşünemez.

Bu sorunlara karşı çözüm aramak ve ortak bir siyasî tavır almak hususunda esas yükümlülük iktidar partisine aittir. Cumhuriyet tarihinde siyasi muhaliflerine karşı sertlik dozajını sürekli yüksek tutarak, parlak ve çarpıcı demeçler vererek temel meselelere çözüm bulunduğu hiç görülmemiştir. Bu tarz bir üslûbun politik bir yöntem olarak benimsenmesi kişisel duyguları günü birlik tatminden başka bir sonuç vermemiştir. Basit gibi görünen, ancak tarihen sabit olan bu gerçek hakkıyla algılanmadığı sürece, TV ekranlarında, grup toplantılarında en ağır ifadelerle yapılan suçlamalar, karşılıklı atışmalar sürüp giderken temel sorunlarımız büyümeye devam eder.

Nuri GÜRGÜR