TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

SINIR ÖTESİ HAREKÂT VE ÖTESİ

Nuri GÜRGÜR

Kasım 2007 Sayı 243


PKK’nın Irak hududuna 4-5 km mesafedeki Dağlıca Köyü’nde bulunan İç Güvenlik Taburunun güvenliğini sağlamakla görevli askerî birliğimize yaptığı saldırı sıradan bir terör eylemi değildir. Arazi şartları iyi incelenmiş, birliğe yardım ulaşmasını engellemek amacıyla iki yakayı birleştiren köprü havaya uçurulmuş, saldırının her safhası ayrıntılı şekilde planlanmıştır. On yıldan beri bu tarz eylemlere yönelmeyen PKK son bir aydan beri birliklerimize saldırıyor, çatışmayı göze alıyor; üstelik bunu hükümete sınır ötesi harekât yetkisi veren tezkereden sonra yapıyor. Güçlü bir destek almadan, stratejik hedefler belirlemeden bu eylemlere yöneldiği düşünülemez.

PKK etno-milliyetçi Kürt hareketinin silahlı eylem kanadıdır. Örgütün kısa-orta ve uzun vadeli olmak üzere ayrıntılı şekilde belirlediği kapsamlı bir faaliyet planının bulunduğu ortadadır. Silahlı eylemler Stalinist bir modele göre yapılanan örgütün vazgeçilmez yöntemidir. Silahını kullanmayan yahut toprağa gömen PKK yapısındaki örgütler militanlar üzerindeki denetim ve kontrollerini kaybederler, çözülürler. PKK son eylemleriyle varlığını duyurmak ve birkaç sonuca aynı zamanda ulaşmak istiyor. Bunların başında Dünya kamuoyunu terör örgütü olmadıklarına, halkın desteğine sahip bir “kurtuluş hareketi” olduklarına inandırmak geliyor. Aslında Batılı çevreler bu konuda ikna edilmiş durumdalar. Türkiye’nin tepkisini çekmemek için örgütü “kısık sesle” terörist olarak tanımlasalar bile bunun gereğini yapmaya yönelik ciddi bir adım atmaya yanaşmıyorlar. 11 Eylülden bu yana terörün lafzından bile ürken, panikleyen buna ait en ufak bir görüntüye ülkelerinde tolerans göstermeyen, çoğu kere temel hukuk ilkelerini bile rafa kaldırarak radikal tedbirlere yönelen Avrupalıların PKK’nın her türlü faaliyetine hoşgörülü davranmalarının temel nedeni örgütün hakları için mücadele eden bir “halk hareketi” olduğuna inanmalarıdır.

Son seçimlerde ciddi bir taban kayması yaşayan örgüt, Diyarbakır Belediye Başkanı’nın devlete meydan okumasına paralel şekilde atağa geçmiştir. Önümüzdeki yerel seçimlere kadar toparlanmak, yerel yönetimler üzerindeki egemenliğini genişletmek, Türkiye’ye ve Dünya’ya siyasal alanda güçlü bir varlık olduğunu göstermek amacındadır. Dağlıca baskınında sekiz askeri alıp götürmeleri muhatap olarak sayılmalarına, görüşmek üzere masaya çağrılmalarına yönelik plânın bir parçasıdır.

Kuzey Irak’ta fiili bir Kürt devletinin kurulmasıyla birlikte PKK ile Barzani-Talabani arasındaki düşmanlıklar geride bırakılmış, iyi ilişkiler dönemi başlamıştır. Bu dönemde artık müşterek paydalar üzerinde buluşmak kararındalar. PKK, oluşmakta olan Kürt devletinin varlığını kabullenmek ve bölgedeki egemenliğine saygı göstermek ihtiyacını duyuyor. Barzani ve Talabani ortaklığı ise Kürt milliyetçiliği duygusu bağlamında PKK’ya sadece alan imkânları sağlamakla kalmıyor, eylemlerini “özgürlük mücadelesi” şeklinde değerlendiriyor, kesinlikle terörist nazarıyla bakmadığı militanları desteklediğini “değil bir PKK’lıyı Türkiye’ye bir kedi bile teslim etmem” sözleriyle ilan ediyor.

PKK bir taraftan siyasal bir varlık olarak tanınmaya çalışırken, diğer taraftan Kürt milliyetçiliği duygusunun bölgenin tamamında yaygınlaşmasını, etnik aidiyet psikolojisinin derinleşmesini amaçlıyor. Türk askerini operasyona zorlarken meydana gelecek gelişmelerle “mağdur ve ezilen bir ulus” oluşturma rolünü üstlenmek, Türkiye içerisinde Türk’lerle Kürt’leri giderek kökleşen bir husumet anaforuna çekmek, olaylar çıkararak toplumda uçurumlar yaratmak istiyor.

Türkiye’nin 1992-1996 yıllarında yaşadığı yoğun çatışma dönemini bugünlerde yeniden hatırlamalıyız. O sıralarda yeterli önlemler alınmadığından giderek azıtan, kurtarılmış bölge hayalleri kurmaya başlayan PKK, 1992 Nevruzu’ndaki olaylardan başlayarak gerekli dersleri aldı, ezildi ve önemli ölçüde sindirildi. Bugünlerde kimi çevrelerin “asker ve polisin yürüttüğü güvenlik önlemleri işe yaramıyor, bunlar bırakılsın, demokratik açılımlar yapılsın” şeklindeki sözleri gerçeği yansıtmıyor. Bu tarz görüşlerin altında, devleti pasifize ederek, örgüte her alanda rahat çalışma yapabileceği elverişli bir ortam hazırlama plânı yatıyor. Kuşkusuz bu ırkçı ve şoven fitne, sadece güvenlik yöntemleriyle, askerî tedbirlerle önlenemeyecek derecede yaygınlaşıp derinleşmiştir. Ancak güvenlik önlemlerinin, askerî operasyonların arka plâna itildiği, hatta sakıncalı sayıldığı bir anlayış teröristi serbest bırakma, fitneye teslim olma anlamına gelir. Devletin varlık nedenlerine, kuruluş felsefesine uygun tarzda, bir taraftan bütün güvenlik önlemleri alınacak, yasalar ve Anayasa eksiksiz şekilde uygulanacak; diğer yandan meselenin öteki taraflarıyla ilgili çözümler, önlemler uygulamaya konulacaktır. Devletimiz, bütün yurttaşlarına gelişmiş ülke insanlarının yararlandığı demokratik haklardan ve imkânlardan eksiksiz şekilde yararlanacağı, hukukun üstünlüğünün geçerli kılındığı bir yaşama ortamını teminle yükümlüdür. Demokratikleşme çabalarıyla ülkenin bütünlük ve güvenlik meseleleri birbiriyle çatışan, çelişen konular değildir.

Bölücü teröre karşı ekonomik ve sosyal tedbirlerin iyi düzenlendiği, imkân ve şartların, personel yapısının doğru belirlendiği, amaç ve hedeflerin değişik alanlarda etkili şekilde ortaya konulduğu, siyasî dengelere bağlı olarak sık sık değiştirilmeyen bir “makro plâna” büyük ihtiyacımız olduğu ortadadır. Bu hayatî mesele önemine ve niteliğine uygun tarzda millî bir konu olarak ele alınmalı, siyasî hesaplaşma aracı yapılmamalıdır. TBMM ittifaka yakın bir çoğunlukla tezkere kararını alırken Türk toplumunun istek ve beklentisinin tercümanı olmuş, millî birliği yansıtan iradesini, kararlılığını sergilemiştir. Yasama ve Yürütme organlarımız yeni bir hamle daha yapmak, bu bilinci kapsamlı bir proje halinde uygulamaya geçirmek mecburiyetindedir.

Türkiye özellikle 1998’den sonra, değişen şartları dikkate alarak kapsamlı bir plân hazırlamak, kırsalda sağlanan üstünlüğün altını doldurmak yerine, rutin uygulamalarla çok değerli bir zamanı bonkörce harcadı. Örgüt, bir süre derin bir yılgınlık ve umutsuzluk içinde bocaladıktan sonra, 1998’den sonra oluşan kritik dönemde yeni şartlara uygun yöntemlerle bastırılmadığından bir kaç yıldan beri yeniden toparlanma dönemine girdi. Son yıllarda dışarıdan ve içeriden sağladığı desteklerle ayağa kalktı. Bugün bir taraftan kanlı eylemleriyle varlığını ispatlama çabasına girerken, diğer taraftan stratejik ve taktik destekler aldığı dış merkezlerin yönlendirmesiyle meseleyi siyasî zemine kaydırmak istiyor. Örgütü bir taşeron olarak kullanan dış merkezlerin amacı geçmiş yüzyıllarda yaşadığımız benzer olaylarda olduğu gibi konuya uluslararası bir görünüm kazandırmaktır.

2007 sonbaharında önümüzde bulunan tablonun bütün yönleriyle doğru okunması gerekiyor. Öncelikle bu etno-milliyetçi Kürtçülük hareketinin dış bağlantıları, uluslararası anlamı, global ve bölgesel dengeler üzerindeki etkileri net şekilde ortaya konulmalıdır.

ABD’nin Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurma plânı 1990’lardan buyana sistemli şekilde uygulamaya konuldu. Her iki Körfez Harekâtı bu plân için gerekli olan politik ve askerî ortamı büyük ölçüde hazırladı. Bugün Türkiye’nin desteklediği “Bağdat merkezli bütün bir Irak” projesi giderek gündemden kalkıyor. Bunun yerine ABD’nin desteklediği merkezî idareyle gevşek bağlantıları bulunan konfederatif ve en az üç parçalı Irak tasarımı hayata geçirilmek isteniyor. Böylece bir taraftan ekonomik potansiyeli sebebiyle büyük önem verdiği bölgede, Amerika’nın güveneceği, işbirliği yapacağı yeni bir devlet oluşuyor. Üstelik Kuzey Irak’taki yapılanma ABD’ne gelecekteki projeleri için “hareket üssü” olarak kullanılma imkânları sunuyor. Diğer yandan bu nitelikteki bir “güvenilir müttefik”in varlığı sadece Washington’un değil İsrail’in de çıkarlarıyla örtüşüyor.

İsrail’in Amerikan politikalarındaki etkisi göz önüne alındığında, bölgedeki dengeleri kökünden etkileyen bu politik ve ekonomik yapılanmanın ABD-İsrail stratejik ortaklığının işine geldiğini kesinlikle belirtebiliriz.

ABD’nin PKK konusundaki çelişkili tavırları, hiç bir sözünde durmaması, hareketsizliği askerî yetersizliğinden değil, art niyetten kaynaklanmaktadır. PKK ile sürekli meşgul edilen Türkiye, Irak’taki bütün kırmızı çizgilerini rafa kaldırdı. Kerkük konusunda şekilden ileri gitmeyen çıkışlara hapsedildi. Bir yandan PKK tedirginliğiyle, diğer yandan Ermeni iddialarının Amerikan parlamentosundan geçirilme tehditleriyle köşeye sıkıştırılıyoruz; bölgede çıkarlarımıza uygun bağımsız politikalar izleme inisiyatifimizi kullanamıyoruz. Ülkemiz için büyük önem taşıyan İran ile enerji ve doğalgaz anlaşmasına Washington’dan gelen itirazlar somut bir örnektir. Amerika’daki Yahudi lobisinin Ermeni iddialarına ilişkin son dönemdeki tavır değişikliği bünyesindeki problemlerden ziyade, İsrail için hayati önem taşıyan konularda Türkiye’ye iletilen bir mesajdır.

İran meselesini gündeminde canlı tutan ABD – İsrail ittifakının ülkemizi kontrolüne almak amacıyla yeni girişimler başlatması, siyaset alanında, askerî ve sivil üst bürokrasi içerisinde, başta medya olmak üzere entelektüel çevrelerde özel ilişkiler kurmaya çalışması sürpriz sayılmamalıdır.

Türkiye bir taraftan bölücü terörü etkisiz kılmak için çalışırken, diğer yandan bölge halkının devlete sadakatini güçlendirme konusuna büyük önem vermelidir. DTP bölge insanlarını farklı bir aidiyet duygusuna yönlendirmek istediğini açıkça ilan ediyor; bunu başta belediyeler olmak üzere bütün imkânlarıyla sağlamaya çalışıyor.

Geçen ay başında Diyarbakır’da düzenlenen Kürt konferansında konuşan DTP milletvekilinin sözleri ortadadır. AB’nin kültür politikalarını benimsemediklerini, çünkü bunların bireysel hak ve özgürlükleri genişletmekle sınırlı kaldığını, oysa kendilerinin bunun ötesinin, grup haklarının peşinde olduklarını, etnik kimliklerinin kabul ve ilân edilmesini, Anayasa’da belirtilmesini kısacası Türkiye’yi yeni bir Anayasa üzerinden bölüşmek istediklerini açıkça ifade etti. Örgüt sözcülerinin bu konuşmayı destekleyen, PKK ile irade birliği içerisinde olduklarını, terörist saymadıklarını belirten sayısız açıklamalarına rağmen Türkiye’de bazı çevrelerin (kendilerini liberal, demokrat ve siyasal İslâmcı şeklinde nitelendiren gruplar) doğru teşhis koymamaktaki ısrarlarını, ihanetten başka anlamı bulunmayan bu tarz söylemleri tevile yönelik çabalarını sadece aymazlık şeklinde değerlendiremeyiz.

Türklüğün sıradan bir etnik kimlik şeklinde tanımlanması, toplum içinde bazen 32 bazen 26 olarak rakamlandırılan gruplarla aynı kefede görülmesi, kurucu unsur olduğunun unutulması hem sosyolojik,tarihî ve kültürel hem de siyasî açıdan kabulü mümkün olmayan vahim bir yanlıştır. Bu bakış düzeltilmeden yasal ve operasyonel anlamda atılmak istenen her adım havada kalır.

Yeni Anayasa hazırlıkları bağlamında, millî kültürle ve millî devletle zihnî, psikolojik ve ideolojik problemleri bulunan bazı çevrelerin gösterdiği yoğun çabaları herkes ibretle izlemiştir. İktidarın kararsızlığından, kafa karmaşasından yararlanarak siyasî alanda ve kurumlarda nüfuz kazanan neo-liberal eski solcu ve yeni demokratların oluşturduğu bir kesim meseleyi olup bittiye getirerek Cumhuriyeti aslî temellerinden, kuruluş felsefesinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Sonuçta devleti millî kimliğini benimsemekten ürken, kozmopolit bir anlayışla yeniden yapılandırmayı düşünüyorlar. Ellerindeki medya imkânlarını kullanarak bir yandan Türklük bilincini olabildiğince bastırmaya, sakıncalı göstermeye, kavmiyetçilik diye tekfir etmeye çalışırken, diğer taraftan Kürt milliyetçiliğini kültürel ve demokratik haklar adıyla meşrulaştırmaya, güçlendirmeye uğraşıyorlar. Kötü niyetli olduğu kuşku götürmeyen bu çabaların içindekiler ülkemize en az PKK’lı teröristler kadar zarar veriyorlar. Zaten etnik milliyetçi, şoven Kürt hareketinin en büyük iç desteğini bu çevreler sağlıyor; örgüt onların siyasetteki, basındaki, bürokrasideki imkânlarından yararlanarak etki alanını genişletiyor.

Tezkere uygulamaya konulmadan evvel özellikle son aylarda verdiğimiz kayıplarla birlikte zihinlere takılan bazı soruların bir an evvel aydınlatılması gerekiyor:

  1. 1992-1996 arasındaki dönemde Özel Harekât’a ait birliklerin mücadelede ne derece etkili olduklarını herkes biliyor. Teröristle ancak onların yöntemini bilen, gerekli eğitimi almış olan, her türlü şarta uyum sağlayacak tarzda yetiştirilen özel birliklerle mücadele edileceği ortada iken, bu gerçek neden göz ardı edildi; özel birliklerin takviye edilmesi gerekirken hangi gerekçeyle bölgeden uzaklaştırıldılar? Onca insan ve zaman kaybının sorumluluğunu kim yüklenecek?
  2. Köy korucularının bu mücadelede ki rolü ve etkisi görülmesine rağmen son on yılda bu gücün tasfiyesi anlamına gelen ilgisizliğin, dışlamanın, üvey evlat muamelesinin anlamı nedir? Amaçları bilinen malum çevrelerin telkin ve dolduruşlarının etkisiyle örgütün başlıca taleplerinden biri olan köy koruculuğunun ortadan kaldırılmasına ilişkin bir proje var mıdır; yoksa bölge şartları açısından hayatî önem taşıyan bu etkili oluşumun yeniden ve daha fonksiyonel şekilde düzenlenmesi düşünülüyor mu?
  3. PKK’nın Kandil Dağı’nda tahkim ettiği mevziler, elektrik santrali, askerî nitelikli eğitim ve sağlık tesisleri gibi yapılanmalar işlevlerini sürdürecekler mi? Bunların bertaraf edilmesi için tezkerenin uygulamaya konulması, büyük kuvvetlerle harekete geçilmesi zarurî midir?
  4. Diplomatik ve siyasî alanlardaki yoğun girişimlerle Barzani ve Talabani’nin PKK’ya verdiği desteği çekmelerini sağlayacak çok yönlü tedbirler ve yöntemler geliştirilecek mi?
  5. PKK’nın ülke içindeki maddî kaynakları tümüyle belirlendi mi? Başta akaryakıt ve beyaz zehir kaçakçılığı olmak üzere her türlü yasadışı faaliyeti bütün yurtta organize eden, çuvallar dolusu paralar elde eden PKK’ya ne zaman “dur” denilecek? İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya başta olmak üzere, büyük merkezlerde tehdit, şantaj ve baskılarla ekonomik alanlara yayılan örgütün gerekli denetimlerle çökertilmesi imkânsız mıdır? Mersin ve çevresinden Diyarbakır ve Silopi’ye, Hakkari-Yüksekova-Van üçgeninden Avrupa’ya uzanan karşılıklı kaçakçılığın izale edilmesine muktedir değil miyiz? Örgütle bütün bu alanlarda işbirliği yapan, maddî çıkarlar sağlayan görevlilerin yerine, ülkesine bağlı, yasalarına saygılı elemanların yerleştirilmesi hususunda rahmetli Gün Sazak’ın 1977’deki muhteşem uygulamalarını örnek almak doğru olmaz mı?
  6. Bölgede görev yapan her kademedeki kamu görevlilerinin, validen kaymakama, öğretmenden sağlık memuruna kadar özel bir hizmet bilinci taşıyan insanlardan seçilmesi, bölge halkının devlete olan güven, bağlılık ve sadakat duygularının güçlendirilmesi yönünde “hadim devlet” anlayışıyla motive edilmeleri gerekmiyor mu?

PKK terör örgütünün destek aldığı, dağdaki kadrolarına militan derlediği alan kanlı eylemlerle, baskı ve tehditlerle oluşturulan, maddî çıkar sunumlarıyla güçlendirilen sunî bir oluşumdur. Bu olayın sosyolojik ve tarihî derinliğinin bulunduğunu söyleyenler gerçeği yansıtmıyorlar. Türkiye gerekli tedbirleri zamanında ve yerinde almadığından toplumsal bütünleşmesini yeterli ölçüde sağlayamadı; dil, inanç ve kimlik gibi konularda fay hatları oluştu. Sonuçta yirmi beş yıl önce başlayan fitne bastırılamadı. Üstelik iç ve dış yandaşlarının destekleriyle gücünün çok ötesinde bir görünüm kazandı. Modernleşme dönemiyle birlikte başlayan, jakoben uygulamalarla derinleşen geçmişteki hataların her birinden dersler çıkarmalıyız; bunların tekrarından özenle kaçınmalıyız.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 780.000 km.2lik alanı içinde yaşayan 73 milyon insanın hepsi azizdir, değerlidir, eşittir. Kimsenin kimseye ırkî bir faikiyeti, etnik ayrıcalığı söz konusu olamaz. Irkçılık ve buna bağlı bağnazlık ülkenin temellerine yerleştirilmiş dinamitler kadar yıkıcı ve zararlı olur. Bunu dışarıdan bazı merkezlerin pompalamasını, kışkırtmasını yadırgamamalıyız. Çünkü bir toplumu çözüp ayrıştırmanın en etkili yolu ırkçı nifaklardır. Osmanlı Devleti’nin hazin akıbeti, çözülüp dağılması tarihi bir ibret belgesi olarak daima hafızalarımızda tutulmalıdır.

Vatandaşlar olarak, yani aynı vatan toprakları üzerinde eşit hakların ve hukukun sahibi insanlar halinde huzur ve güvenlik içinde yaşamamızın temel şartı, bu sıfatın bir yandan haklar diğer yandan bunun ayrılmaz parçası olan sorumluluklar yüklediğinin bilincinde olmaktır. Başka bir ifadeyle vatandaşlık bağının bir yanı haklarsa, diğer yanı sorumluluklardır; birini sahiplenip diğerini reddetmenin, geçersiz saymanın haklı ve mantıklı tarafı yoktur. Türkiye Devleti’ne sadakat vatandaş olmanın gerekli kıldığı sorumlulukların başında gelir. Devletin üniter yapısını tartışmaya kalkışanlar, bunu temsil eden simgelerine, millî marşına, bayrağına saygısızlığı ilke haline getirenler vatandaşlık hukukunu açıkça çiğnemiş oluyorlar. Dünyada Devletin sosyolojik, siyasal, tarihî yapısına tümüyle aykırı olan bu tarz bir çelişkiyi, bencilliği kabullenen gelişmiş bir ülke gösterilemez. Kaldı ki çağımızın en itibarlı yönetim tarzı ve hayat üslubu olan birey, toplum ve devlet ilişkilerinin parametresi konumunda bulunan demokrasilerin vazgeçilmez ilkesi, haklarla sorumlulukların hem yönetim alanında hem de günlük yaşayışta ahenkli şekilde işletilmesidir.

Doğru yaklaşımlarla, tarihî ve kültürel yapımıza dayalı rasyonel politikalarla, kararlı bir çözüm iradesi ortaya koyarak meselenin tehdit olmaktan çıkarılması, marjinal ve etkisiz bir grubun hayalleriyle sınırlı tutulması zor değildir. Geçen yüzyılda Balkanlardaki ayrılıkçı hareketlerle kendilerini kıyaslayan, Bulgarlara, Makedonlara, Sırplara özenen bu ırkçı terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti’ni dize getireceğine inananlar hayal kuruyorlar. Hem bölge halkına hem de tüm Türkiye’ye sıkıntı veriyorlar, acı çektiriyorlar. Bunun sonuçta ödenecek bir bedelinin olduğunu kimsenin unutmaması gerekir.

Mecliste sergilenen millî bütünlük ve beraberlik tablosunu bu fitnenin ortadan kaldırılması için kullanalım. Siyasî hesapları, beklentileri bu konuda bir yana bırakalım. Üzerinde yaşadığımız 780.000 km.lik alanda aynı kaderi paylaşmakta olduğumuzun bilinci içerisinde şimdiye kadar yeterli ölçüde yararlanamadığımız toplumsal, kültürel ve ekonomik imkânlarımızı, bizleri bu coğrafyada bin yıldır kenetlemiş olan, bir arada tutan tarihî, kültürel ve sosyal bağlantıları, milletimizin devamlılığını sağlayan sağlıklı dokumuzu devreye sokalım.

Vatan topraklarını, bedeli ne olursa olsun ödeyerek savunmaya hazır bir milletin varlığını görmek istemeyenler sonuçlara elbette katlanacaklardır. Ancak diplomasinin uzantısı olan savaşı kazanmanın temel kuralı bunu hasmın seçtiği alanda ve zamanda değil, kendi belirleyeceğimiz ortamda yürütmektir. Bu ırkçı ve şoven bölücü teröre karşı mücadele ederken, ihanet odaklarının toplumsal yapımıza nüfuz etmesine, sosyal dokumuzu zedelemesine, bin yıldır sürüp gelen, acı ve sevinçleri birlikte yaşadığımız kâmil anlamdaki “kader ortaklığımızı” şaşırtmasına kesinlikle izin veremeyiz. Bu topraklardaki bin yıllık siyasal ve toplumsal tecrübemizden, bundan çok daha eski tarihî ve kültürel birikimimizden yararlanarak, imkânlarımızı doğru ve yerinde yönlendirerek, kendimize güvenerek bütün bu problemlerin üstünden geliriz. Yeter ki aklımızı kullanmayı başaralım.