TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Sivas’tan Başbağlar’a İki Tarihî Facianın Yıldönümü

Nuri GÜRGÜR
5 Temmuz 2010


Başbağlar Erzincan’ın Kemaliye (Eğin) ilçesine 20 km uzaklıkta küçük bir köydür. Burası “köyden şehre göç” etkilenen pek çok benzeri gibi, yaz başlarında gurbetten gelenlerle hareketlenir; yaz boyunca nispeten bir canlanma görülür, evlerin çoğunun kapıları, pencereleri açılır sokaklar çocuk sesiyle şenlenir. Sonbahar ile birlikte dönüşler başlar.
Kış boyunca çoğunluğunu yaşlıların yahut köylerinden ayrılmaya imkân bulmayan insanların oluşturduğu , evlerin çoğunun kapalı kaldığı hüzünlü bir mevsim başlar.

Başbağlar’dan hemen sonra Tunceli (eski adıyla Dersim) ‘in Ovacık ilçesine geçilir. Çevresindeki diğer köyler gibi Başbağlar’da 19. ve 20. yüzyıl başlarına kadar bu yönden gelen eşkıyalık tehdidiyle tedirgin yaşamıştı. Bölge halkının” “Dersim’li eşkıya” diye tanımladığı gruplar soygunlarla, talanlarla etrafı haraca keserler, geçimlerini bu yolda sağlamaya çalışırlardı. Arazi yapısı dolayısıyla Osmanlı Devleti son yüzyıllarda bölgede kanun hakimiyetini sağlayamamış, açıkçası eşkıyalıkla baş edememişti. Bu bölgedeki ailelerin hafızalarında aile fertlerinden birilerinin muhatap olduğu eşkıyalık yahut gasp edilen maaş ve hayvanlarına ilişkin canlı hatıralar yer alır.

5 Temmuz 1993 gününü akşam saatlerinde, karanlık ağır ağır köyün üzerine çökerken köylüler tarlalarından, bağlarından evlerine dönerken; çocuklar yarına kadar oyunlarına ara verip hazırlanan sofralarına yönelirken caminin minaresinde yatsı ezanı okunmaya başlamıştı. Sıcak yaz mevsiminin bu alışılmış sükuneti, köyün üç tarafından duyulan farklı ayak sesleriyle aniden kesildi. Elleri silahlı, bakışları kin ve nefret dolu kalabalık bir grup kendi halinde yaşayıp gelen sakin Başbağlar köyünün daracık sokaklarını kara bir bulut gibi dolduruverdi. Evlerin kapıları kırıldı, kadınlar, çocuklar, erkekler kim varsa silah tehdidi altında tekmelenip tokatlanarak köy meydanında toplandı.

Grubun elebaşları herkesi topladıktan sonra, korku ve dehşet içindeki köy halkına evvela PKK’nın klasikleşen nutuklarından birini attılar. Acele etmiyorlardı; sabaha kadar köye yardım gelmeyeceğini biliyorlardı. Önce erkekleri ayırdılar. Rakamı evvelden belirledikleri anlaşılıyordu. Böylece karşılarına dizdikleri çeşitli yaşlardaki 33 erkeğe yüzlerce kurşun sıktılar. Hepsini öldürdüklerinden emin olduktan sorma evlerin pek çoğunu ateşe verdiler. Yaptıkları bu vahşi katliam sonucu amaçlarına ulaşmanın mutluluğu içerisinde silahlarını yeniden ateşleyerek zafer sarhoşluğu içerisinde köyden ayrıldılar. Geride feryat ve figanların, çocuk çığlıklarının, kadınların ağıtlarının yükseldiği hâlâ yanmakta olan evlerden dumanların çıktığı harabe yığını bırakarak inlerine doğru çekip gittiler.

Bu insanlık dışı vahşi katliamı kimlerin hangi gerekçeyle yaptığı belliydi. Nitekim PKK vakit geçirmeden 2 Temmuz’da Sivas’ta yaşanan feci olayın intikamını aldığını, Madımak Otelinde dumandan boğularak hayatını kaybedenlerin karşılığının verildiğini ilan etti. Böylece bir yanda yüreği kan ağlayan Alevi yurttaşları doğal olarak sergiledikleri tepkileri sahiplenmiş görünerek taban kazanmaya, onların hamiliğini yüklenmeye çalışıyor, diğer yandan Madımak’ta yaşananlara duyarlı olan kamuoyuna güç gösterisi yapılarak mesaj verilmek isteniyordu.

Dönemin Hükümeti ne yazık ki bu olaylar üzerinde gereği gibi durmadı. Sivas ve Başbağlar’da yaşananları TBMM’ne taşıyarak geniş bir araştırma konusu yapmak, siyasî görüşü ne olursa olsun, tüm kesimlerin katılımıyla gerçek nedenlerini belirleyip kamuoyunu rahatlatmak yerine, rutin bir adli soruşturma ve kovuşturmayla mesele halledilmek istendi. Basın ve Televizyonlar ise Başbağlar katliamını sıradan bir asayiş olayı şeklinde yansıttı. Birkaç istisnanın dışında medyamızda PKK’nın Başbağlar’da sergilediği vahşeti konu alan haberler yapılmadı; bura halkının duygularını, kanaatlerini irdeleyen röportajlar, yazı dizileri yayınlanmadı; filmler yapılmadı. Kısacası Sivas’taki faciaya geniş ilgi duyan, bunu konu eden medyamız Başbağlar katliamına suskun kalmayı tercih etti.

Dönemin Hükümetinin meseleyi ele alışındaki yanlışlar neticesinde:

  1. Sivas davasında tutuklanan zanlılar yıllar süren yargı süreci sonunda mahkum edilseler bile, Alevi yurttaşlar meseleyi kapanmış saymadılar.
  2. Başbağlar katliamının sorumlusu olarak tutuklananların ikisi dışında tamamı kısa sürede salıverildi. Savcının itirazı üzerine tekrar tutuklama kararı çıkarılsa bile, o gün bugün bu kişilerden yakalanan olmadı.

Dönemin Hükümetinin en büyük yanlışı Sivas’taki facianın baş sorumlusu olan Sivas Valisinden hesap sormamasıdır; merkeze almakla yetinmesidir. Oysa bu facianın meydana gelmesinde en büyük pay dönemin Valisine aittir. Çünkü:

1-İnanç bağlamında toplumsal hassasiyeti çok yüksek olan bir bölgede Pir Sultan Abdal adına düzenlenen küresel etkinlik, o tarihe kadar şairin köyünde yapılırken, o yıl Sivas merkezine alınmıştır. Bu yapılırken olay çıkma ihtimalinin yüksek olduğu düşünülerek geniş tedbirler almak gerekirken, sıradan bir faaliyet yapılacakmış gibi ciddi bir önlem alınmamıştır.

2-O günlerde yaşından ve sağlığından kaynaklanan psikolojik etkiler altında inanç konusunda çok sivri ve tepki çekici çıkışlar yapan, böylelikle gerilim oluşturarak bu dünyadan giderayak geride kendi açısından kalıcı izler bırakmak için çırpınan Aziz Nesin, onur konuğu konumunda Sivas’a çağrılarak toplumsal tansiyonu yükselmesine zemin hazırlamıştır.

3-Sempozyumun yapıldığı salonun karşısında oluşan küçük gruplarla öğlene doğru meydana gelmeye başlayan topluluğun giderek çoğaldığı, gerilimin arttığı ortada iken, ilin Valisi bu durumu sadece seyretmiştir. Öğleden sonra daha da büyüyen kalabalığı kontrol altına almak için vakit geçirmeden askerî birliğin çağrılması, etkili güvenlik önlemleri alınması gerekirken bu da yapılmamıştır. Sivas’taki Tugay iş işten geçtikten sonra olay yerine gelebilmişti.

4-Hızla yükselen tansiyonu toplanan kalabalığı aklı selim ve şuur dışı her türlü taşkınlığı yapacak noktaya taşımış, psikolojik bir çılgınlık yaşanmış, tepkiler vicdanları titreten insanlık dışı eyleme dönüşmüş, sonunda bu tarihî facia ortaya çıkmıştır.

5- Bu durumda Hükümet’in yapması gereken öncelikli işlem, Valinin derhal açığa alınarak, geniş bir tahkikat başlatmak, meclis soruşturması açmaz iken, bu yol düşünülmemiştir. Çünkü vali Hükümet’in ortağı SHP’nin Genel Başkanı Erdal İnönü’nün eski Özel Kalem Müdürü ve doğal olarak yakınıydı. Yani özel bir imtiyazı vardı. O günden bu güne facianın patlak vermesinde vali’nin sergilediği inanılması zor aymazlığı vurgulayan bir çıkışın olmaması ilginç bir durumdur. Uzak yakın, ilgili ilgisiz her ihtimalden söz edilirken hiç kimse Vali’ye “gel bakalım arkadaş, tansiyon saat saat yükselirken, gerilim artarken sen bu gelişmeyi hangi nedenle son ana kadar izlemek yetindin;neden seyirci kaldın” sorusunu yöneltmemiştir.

6-Bu olaydan üç gün sonra Başbağlar’da yapılan hesaplı ve planlı katliam toplumun nereye sürüklenmek istendiğini, neyin amaçlandığını açıkça göstermiştir. Bu tabloları Alevi ve Sünni çekişmenin sonucu saymak, inanç üzerinden değerlendirmek, Menemen olayıyla kıyaslayıp gerici bir ayaklanama nazarıyla bakmak gerçekçi bir yaklaşım değildir.

Bu olaylar toplumsal problemlerimizin mahiyetini, faktörlerini düşünüp belirlemek hususunda yapılması gereken değerlendirmelere vesile yapılmalıdır. Bunları ideolojik amaçlarla kullanmaya, kan davasına, toplumsal bir ayrıştırmaya çevirmek isteyenlere fırsat verilmemelidir. Yaşanalar olabildiğince serinkanlı ve gerçekçi incelenmeli, sorumluları ve nedenleri tesbit edilmeli, yenilerinin yaşanmaması için ne yapmak gerekiyorsa el birliğiyle yapılmalıdır.