TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

SON GELİŞMELERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Eylül 2005)

Devletin çözülme sürecine girdiği, dağılma tehlikesiyle yüz yüze kaldığı 19. yüzyıl başlarından itibaren, Osmanlı Devleti'ni yönetenler, Hıristiyan unsurların ayrılma eğilimlerini frenlemek amacıyla yoğun çaba harcadılar. Tanzimat ve Islahat fermanları, Kanun-i Esâsi daha ziyade Hıristiyan tebanın sadakat ve bağlılık duygularını yeniden ihdasa yönelik başlıca girişimlerdir.

Ancak yenilik ve ıslahat adına ne yapılırsa yapılsın bağımsızlık taleplerinin engellenmesi ve Batı'lı hâmilerinin tatmin edilmeleri mümkün olamadı. Hıristiyan teba, elde ettiği yasal imkânları ve cemaatleşme kolaylıklarını Devlet-i Aliye'nin zaafı şeklinde algıladı. Bunlardan daha organize faaliyetler yapmak ve ferdi memnuniyetsizliklere siyasal içerik kazandırarak "millî başkaldırı" olaylarına dönüştürmek amacıyla geniş şekilde yararlandılar.

Balkanlarda çeşitli yörelerde çoğu kere Kilise çevresinde kıvılcımlanan bağımsızlık talepleri "Düvel-i Muazzama" dan kısa zamanda ulaştırılan desteklere yayılıp genişledi. Çarlık orduları çoğu defa doğrudan müdahalelerle isyanların en kestirme yoldan sonuca ulaşmalarını sağladı.

İmparatorluğun etnik, dini ve kültürel mozaiğini oluşturan unsurların payitaht'a bağlılıklarını temin edebileceği ümidiyle yürütülmeye çalışılan "İttihat-ı Anâsır" ve "Osmancılık" politikaları başarısızlıkla sonuçlandı. 2. Meşrutiyet'in ilân edildiği günlerde sokakları dolduran ve "Türk Ermeni, Rum Yahudi" "Gördük bu ruz-i Ruşeni" diye bağırıp bayram yapan dönemin, "aydın"ları, kısa bir süre sonra gerçeklerin sert duvarlarına toslayıp afalladılar. Yaşanan gelişmeler ve özellikle Balkan faciası hayal âleminde yaşayan bu insanların uyanmasını sağlayan vesilelerdi. Ancak hakikatle yüzleşmenin bedelini milletçe çok ağır ödedik. Yüzyıllarca sürdürülen büyük çabalarla vatanlaştırdığımız koskoca Rumeli'yi ebediyen kaybettik. Türk ve Müslüman milyonlarca insan ya acımasızca katledildiler, yahut topraklarından sökülüp atıldılar; göçmen ve sığınmacı oldular.

Millî Mücadele Türk'lerin millî varlıklarını korumaya yönelik son bir hamlesidir. Tamamıyla millî mülahazalarla, millî ruh ve heyecanla oluşan Müdafa-i Hukuk ve Kuvva-i Milliye hareketleri, Mustafa Kemal'in üstün sevk ve idare kabiliyetiyle Ankara merkezli Millî Mücadele'nin yapılmasını ve zafere ulaşmasını sağladı.

Bu mücadelenin muzaffer komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın son nefesini Mondros'ta vermiş bulunan Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine millî bir devlet kurmaya yönelik girişimi son derece doğru, haklı ve gerçekçi bir karardı. Kendisiyle birlikte büyük güçlüklere ve imkânsızlıklara göğüs gererek, Amasya tamiminden itibaren "milletin azim ve kararına" güvenerek zafere ulaşmasını sağlayan sivil ve asker kadrolar , yani Millî Mücadele iradesi bu karar üzerinde güçlü bir ittifak sağlamış olduğundan, Millî Devlet'in kurulması zor olmadı.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet'i tarihî olayların, sosyal ve siyasal gelişmelerin, Türkiye ve Dünya gerçeklerinin doğal sonucu olarak kuruldu. Mustafa Kemal ve arkadaşları yeni devletin mimari olurken gereksiz bir heves ve özentiyle hareket etmiyorlardı; hayal kurmuyorlardı. Bunun en tipik örneğini 1924 Anayasası'nın vatandaşlığı tarif eden ve kimlerin Türk sayılacağını belirten maddelerinde görebiliriz. Vatandaşlığı ırki özelliklerinden kesin şekilde ayıran bu madde, millî devletin kuruluş felsefesini ve kurucuların bakış tarzını ifade etmesi açısından fevkâlade önemlidir.

Aradan 82 yıl gibi uzun sayılmayacak bir zaman geçtikten sonra, yönetim kademelerinde, üniversitelerimizde, basınımızda çok daha gerilere giderek, Osmanlı aydınlarının çaresizlik içinde çırpındıkları karanlık ve karmaşık dönemlerine özlem anlamına gelen garip fantezilere yönelmeye çalışanları görmek fevkâlade şaşırtıcıdır.

Bu insanlar değişik çevrelerden geliyorlar. Liberal, sosyalist, hummanist, kozmopolit, siyasal İslâmcı vb. birbiriyle bağdaşmayan farklı fikir muhitlerine mensubiyetten kaynaklanan karmaşayı telâfi eden önemli bir beraberlikleri var: Türk kimliğine ve Türk milliyetçiliği düşüncesine karşı olmak. "Kim ne derse desin, Ahmet İnsel'in pazar günü Radikal iki'deki yazısında altını çizdiği gibi, bu noktada ısrarlı olmak durumundayız. İnsel'in ifadesiyle "Türkiye'li demokratlar, Türk milliyetçiliğinin hegemonyasını karabildikleri ölçüde, Türkiye'li Kürtlerin içinden de, PKK hegemonyasını ve etnik milliyetçi tanınma taleplerinin bakışını göğüsleyebilecek kişiler çıkacak"(1)

Türk milliyetçiliğini bir fikir, düşünce ve nihayet ideoloji olarak herkesin benimsememesi, karşıtlarının olması doğaldır. Ancak bunların kastettikleri farklı bir şey Üniter ulus-devlet formatında kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nden Anayasamızda belirlenen temel ilkelerinden hoşnut değiller. Bunları çağdışı , modası geçmiş, sakıncalı kavramlar olarak görüyorlar. Güçleri yettiğince değiştirmek istiyorlar. Bu çabalarına karşı olmayı Türk milliyetçiliğinin şöven direnci olarak görüp tekfir ediyorlar. "En betime giden de Türkiye'deki zevatın hâlâ "üniter" ve "federal" örgütlenme arasındaki farkı bilmemesi… Herhangi bir idari yapı sonsuza kadar geçerli olacak mantığıyla demokrasi olmaz… Bir de "ulus-devlet" fetişizmi var… Gidişat yavaş yavaş ulus-devletten küreselleşmeye uygun örgütlenmelere doğru. Bu trendi anlamayanlar, merkezi imparatorlukların olduğu dönemde yaşasalandı aynı şehvetle "ulus-devlete" söverlerdi herhalde"(2)

Aslında bu görüşleri onbeş-yirmi yıldan beri sık sık işitiyoruz. Bir ara "İkinci Cumhuriyetçiler" adıyla epeyce ses getiren, düşüncülerini benimseyen zengin bir iş adamının çevresinde siyasi parti kurup iktidara gelmeye çalışan, ancak çok kısa sürede derin bir hüsran yaşayarak dağılan bu cenah, son gelişmelerin kendilerine elverişli bir ortam sağladığı inancıyla yeni bir hamle deniyorlar. Hırsları İttihat- Terakki'nin 1902'de Paris'te yaptığı toplantıda Padişah'ı devirmek için Ermeni Komutacılarıyla işbirliği yapmakta sakınca görmeyen Prens Sabahattin'i hatırlatıyor.

Türkiye'de son aylarda siyasi ve toplumsal ortamın hızla değişmesi, aklı selim sahibi herkesi tedirgin eden gerginliklerin yaşanması normal karşılanamaz. Bu tablo neresinden bakılırsa bakılsın kritik bir sürecin habercisidir.

Bu ortamı oluşturanlar yerli aktörler gibi görünse bile, perde gerisindeki güç merkezleri olayın milletlerarası karakterini etkili şekilde sürdürüyorlar. Apo İmralı duruşmaları sırasında silahlı başkaldırının yanlış olduğunu, "demokratik Cumhuriyette birlik" esası üzerinde yeni bir strateji izleyeceği şeklindeki açıklamalarının anlamı ve sonuçları ne yazık ki iyi algılanmadı. Avrupa Birliği üyeliği heyecanıyla rasyonel düşünme

1) Nuray Mert - Radikal - 19 Ağustos 2005

2) Mehmet Altan - Sabah - 22 Ağustos 2005

kabiliyetini büyük ölçüde yitiren yöneticilerimiz ve aydınlarımız, derin bir vecd hâlinde, Kopenhag kriterlerine uyum sağlama çabasına girdiler. Türkiye'de çağdaş demokratik yönetim tarzının, hukukun üstünlüğüne dayalı insan haklarına ve evrensel değerlere bağlı bir ortamın sağlanması amacıyla yapılacak yasal ve anayasal değişikliklerin, pusuda bekleyen PKK teröristleri ve Kürt ırkçıları tarafından istismar edileceğini görmek istemediler. Teröristlerin izlenmesini ve cezalandırılmasını sağlayan yasa hükümleri, Terörle Mücadele Yasası'nın 8. maddelerinde yapıldığı gibi, iyi düşünülmeden kaldırıldı. Örnek almaya çalıştığımız Avrupalıların, teröre ve teröriste karşı nasıl acımasız olduğunu, asla tolerans göstermediklerini idrak etmedik. Özellikle Batı ülkelerinde bireysel hakların, bireye tanınan kültürel imkânların ve özgürlük alanının, grup haklarına dönüştürülerek siyasal karakter kazanmasına kesinlikle izin verilmediğini anlamadık.

Böylece bir taraftan çapını, niteliğini ve içeriğini kontrol altında tutamadığımız farklı bir sosyal, kültürel ve siyasal ortama sürüklenirken, diğer taraftan uluslararası gelişmelerin etkisine girdik.

1 Mart tezkeresinde yaşanan kararsızlık Türkiye'yi bölge politikalarında "yalnız ülke" konumuna soktu. Barzani'nin ifadesiyle Kürtler "Türk askerinin Kuzey Irak'a girmemesini sağlamakla bu operasyonda büyük başarı sağladılar"

Irak denkleminin dışına atılan, askerimizin basına çuval geçirilen Türkiye, bölgedeki kırmızı çizgilerini sessiz sedasız bırakırken özgüveninden önemli şeyler kaybetmiş oldu.

Benzer gelişme Kıbrıs'ta da yaşandı. Türkiye'deki bilinen liberal çevrelerle Avrupa'lı dostlarının koro hâlindeki pohpohlamalarını bir tarafa bırakarak objektif bir değerlendirme yapıldığında, Kıbrıs politikalarında somut bir başarıdan söz edilemeyeceği görülür. Ambargo altında tutulan, hem B.M, hem de AB ve ABD tarafından kaderine terk edilen K.K.T.C. ile yegâne bağlantımız Ada'da bulunan kolordumuzdan ibarettir.

Bütün bu gelişmeler yaşanırken, basın ve TV lerde etkili konumda bulunan liberal ve kozmopolit kesim bir yandan izlenen politikaların meddahlığını yaparken, diğer yandan farklı görüşleri savunanları AB ilişkilerini sabote etmeye çalışan milliyetçi fanatikler diyerek sürekli suçladılar. Dindar ve muhafazakâr olma iddiasındaki çevrelerin, Hükümeti desteklemek adına bu kampanyaya katılması sonucu kamu oyumuz tek taraflı yoğun bir propaganda bombardımanının etkisine girdi. Kıbrıs ve Türkmenlerle ilgili toplantılarda meydanların boş kalmasının en önemli nedeni bu propagandaların zihinleri büyük ölçüde karıştırmış olmasıdır.

Terörün 2005 ilkbaharından itibaren hızla tırmanmaya başlaması Kürt -etno- milliyetçiliğinin pervasızca yaygınlaşması, PKK ve yandaşlarının Türkiye Devleti'ne her vesileyle meydan okumaları bütün bu iç ve dış gelişmelere hazırlanan ortamın sonucudur. Bu gelişmelerde tesadüfe yer yoktu.

PKK terörünün iç ve dış bağlantıları, geçen yüzyılda Rumeli'deki Hıristiyan komitacıların Avrupa ilişkilerinden daha sistemli çalışıyor. Başta Diyarbakır olmak üzere bölgenin tümünde, Belediyeler kanalıyla kurumsal ilişki kurulmuş bulunuyor. AB fonları son derece meşru kılıflar altında gerekli görülen yerlere intikal ediyor; karşılıklı ziyaretler, toplantılar, şölenler düzenleniyor, enstitüler açılıyor, TV yayınları yapılıyor.

Avrupalı'ların geçen yüzyıllarda Osmanlı'nın çaresiz durumunda konsoloslukları aracılığıyla yaptıkları baskıların yerini günümüzde AB organları aldı. Meydanlarda açıkça PKK propagandası yapılabiliyor; Apo'yu öven sloganlar atılıyor, pankartlar açılıyor, terörist ölülerine gösterişli törenler düzenleniyor. PKK nın legal uzantısı olduğunu gizlemeyen sözde parti yöneticileri diledikleri tarzda konuşabiliyor. Bunlarla ilgili yasal kovuşturma yapılması ve tutuklanmaları olağanüstü zor bir olay hâline geldi.

Başbakanın Diyarbakır ziyareti öncesinde "aydın" diye tanımlanan grupla yaptığı görüşme ve Diyarbakır'daki konuşmaları yeni ve kritik bir süreç başlatmıştır. Yılbaşından bu tarafa uzaktan kumandalı patlayıcılarla varlığını duyurmaya çalışan ve iç çekişmeler yaşadığı öne sürülen PKK tam aradığı tarzda ön plâna çıktı; gündemi kontrolü altına aldı ve alevlenen Kürt etnikçiliğinin temsilcisi olduğunu açıkça gösterdi.

Gerek bu tarz bir görüşme ve ziyaret programını, gerekse Diyarbakır konuşmalarını Başbakan'a kimlerin önerdiğini doğrusu çok merak ediyorum. Zira bunu kimler sağladıysa ülkeye de Başbakana da büyük kötülük yapmışlardır.

Meseleyi bölgesel çerçeveden çıkararak genelleştirmek ve "Kürt Sorunu" diye tanımlamak olayı ister istemez siyasi zemine taşımıştır. Böylece etiketi değişen problemin kısa vadede uluslararası boyut kazanması kaçınılmaz kılınmıştır. Siyasallaşmayı strateji yöntemini seçtikten sonra, Apo ve yandaşları bağımsız Kürt devleti talebi yerine, federatif bir yapılanma anlamında sık sık "demokratik ortaklık, özgür katılım" ifadelerini kullanmaya başlamışlardı. Türkiye'nin ikinci bir milletle paylaşılması anlamına gelen bu tezler, şimdi daha yüksek perdeden konulup yazılıyor. Doğrudan örgüte mensup olmayanlar bile, meseleye çözüm sağlamanın çıkar yolunun Kürtlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde yönetim hakkının kendilerine bırakılması olduğunu savunuyorlar. Bingöl'ün eski Belediye Başkanı Selahattin Kaya şunları söylüyor: " Bazı ayrılıkçı Kürtler hariç çoğunluğun tek bayrağa, tek devlete itirazı yok ama tek millet dendiği zaman Kürtler için bu inkâr politikalarının devamı demektir. Meselâ bir yerde bir ulus varsa, onu anayasal vatandaşlıkla ikna edemezsiniz. Herkesin eşit olduğu anayasal vatandaşlık, İstanbul'da, Mersin'de, Ankara'da oturan Kürtler için yeterlidir ama, Diyarbakır'da Bingöl'de oturan Kürt için yeterli değildir.

Türkiye'nin bütünlüğü içinde Kürtlere, çoğunluk olduğu bölgelerde kendi kendini yönetme haklarını verdiğiniz zaman sorun çözülür. Bunun özerklikten, konfederasyona kadar dünyada uygulanan bir sürü şekli var. Zaten demokrasi bunun için gerekli (3)

Hiçbir yorumu gerektirmeyecek derecede anlamı açık olan bu isteklere karşı hâlâ "anayasal vatandaşlık" jargonunun çözüm getireceğini öne sürenler gerçeklerden kaçıyorlar. Oysa bir problemin yok farz edilerek halledildiği hiç görülmemiştir.

Başka bir anlamsız iddia , Kürt ırkçılığının ekonomik dengesizlikten kaynaklandığı, bölgeye yeterli parasal destek sağlanması ve yatırım yapılması hâlinde problemin çözüleceğine ilişkin görüşlerdir.

Türkiye'nin geri kesimlerinin ve bölgelerinin kronik bir derdini sadece Güneydoğuya mahsus bir meseleymiş gibi görmek, işsizliğin ve yoksulluğun pençesinde kıvranan milyonlarca insanımıza saygısızlıktır. Ekonomi konusunun etnik bir anlam taşımadığını anlamak için, bu iddia sahipleri İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, ekonomik ve ticari hayatla ilgili bazı tesbitlerin yapılmasına hazır olmalıdırlar. Bakalım bu bölgelerdeki büyük oteller, benzinlikler, Selahattin Kaya - Neşe Düzel görüşmesi, Radikal 22 Ağustos 2005

gayri menkul rantiyeleri, gösterişli mağazalar hangi etnik kökenden vatandaşlara ait! Kimse bunlarla ilgili ayrımcılık niyetinde değilken, kaynakları verimli, doğru ve âdil kullanmak yerine, bölgesel imtiyazlar anlamında kurallandırmayı istemenin mantıklı bir gerekçesi yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran toplumsal iradenin dayalı olduğu kültürel kimliği yok farz etmek abesle iştigaldir. Kürt etnikçilerine ve bunlara destek olmak için çırpınan çevrelere bakılırsa, Devlet sanki etnik, folklorik ve kültürel grupların genel kurul toplantılarında oylanarak kurulmuştur. Kimine göre 30, kimine göre 47 etnik grup bir şirketin ortakları gibi, Türkiye Devleti'nin müşterek sahipleridir.Liberallerimize göre sosyolojik ve toplumsal karakterden mahrum olan böyle bir yapılanmada, ortak hükmi şahsiyet doğal olarak anayasadan kaynaklanan "vatandaşlık" sıfatı oluyor. Dolayısıyla "Türk" adının her ne vesileyle olursa olsun kullanılması sakıncalı sayılıyor. Bunun Devlete müşterek, müteselsil ve eşit ortak konumunda kabul ettikleri "paydaş" etnilerin incinmelerine ve tepkilerine sebebiyet vereceğinden korkuyorlar.

Türkiye'de siyasetle ve diğer alanlarda iri kıyım makam ve sıfat sahibi nice insan, ne hazindir ki bu mesnetsiz görüşleri ciddi şekilde benimseyip savunabiliyor. Bir kısmı PKK teröründen yıldıklarından, bazıları dış baskılardan ürktüklerinden bu yanlışlara yönelirken; bazılarının daha değişik nedenleri var. Bunlar iç dünyalarını kasıp kavuran komplekslerin etkisinden kurtulamıyorlar; kimse soyları, şecereleri hakkında eleştiri yapma niyeti taşımasa bile, kendilerini "etnik özürlü" hissediyorlar. Bu psikolojinin etkisiyle Türk kimliği yani kültürel çoğunluk ilk saldırı hedeflerini oluşturuyor.

Bir de Müslümanlığı kendilerine göre yorumlayanlar var. Bu gruptakiler sadece kendilerinin dindar ve iyi Müslüman olduklarına, kendi yollarının ve yöntemlerinin doğruluğuna iman etmişlerdir. Türk Milliyetçiliğini cahiliyye asabiyeti sayarlar; Türk milletine mensubiyet bilincini islâma aykırı bir tutum gördüklerinden şiddetle eleştirirler; hatta tekfir ederler. Ancak demokratik, imkân ve görüntülerin kendilerine bir taraftan meşruiyet, diğer taraftan itibar ve saygınlık kazandıracağı mülahazasıyla, etno- kültürel Kürtçülüğe toleransla yaklaşırlar

Milletleşme olayı sosyolojik plânda toplumların en ileri evresidir. Tarım toplumlarında grupların boy, kabile ve aşiret düzeyinde bulunmaları, günümüzde Afrika'nın, Avustralya'nın iç bölgelerinde hâlâ aynı ortamda varlıklarını sürdüren toplulukların mevcudiyeti milletleşmenin öncelikle bir tekâmül meselesi olduğunu gösterir. Bu evrilmeyi temin eden tarihî, siyasi, ekonomik ve sosyal faktörler milletlerin millî kimliğine vücut verir, özgün kültürünü oluşturur. Türk Millî kültürü bu bağlamda sosyolojik bir vakıadır ve üzerinde bulunduğumuz vatan topraklarında hayatiyetini sürdürmektedir. Bunu inkâr eden, görmezlikten gelen yahut reddedenlerin varlığı zihni ve psikolojik bir meseledir; realiteyi ortadan kaldırmaz. Devletimizin kurulu bulunduğu, sınırları belirlenmiş olan alan, yani vatan toprakları millî kültürün varlığıyla anlam kazanır ve isimlendirilir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti 82 yıl önce kurulurken, bu olayın kesinlikle rastlantı olmadığını bir kere daha belirtmeliyiz. Çünkü Devlet hukukî statü anlamında ilân edilirken, millî kültürümüzle bezenip vatanlaştırılan ve her yönüyle hak edilmiş bulunan vatan toprakları vardı; bunun adına tarih boyunca belirlenen, 11. yüzyıldan itibaren Avrupalılarca da ifade edildiği gibi "Türkiye" deniliyordu. Başka bir ifadeyle Devletimiz doğal olarak bilinen, yüzyıllardır kullanılan bu adın üzerine kuruldu.

Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanlar tesadüfen bir araya gelmiş sıradan bireyler değil, millet adı verilen sosyolojik yapının ürünüdür. 1923 de de, günümüzde de aynı topraklarda var olan farklı kültürler, etnik ve folklorik gruplar elbette mevcuttur. Esasen hiçbir gelişmiş toplum bu anlamda homojen değildir. Milletleşme evresi esnasında sürüp giden kültürel ilişkiler, etkileşimler bir yandan millî kültürün vücut bulup gelişimini sağlarken, diğer yandan buna paralel bir olay daha yaşanır; canlı, dinamik yaratıcı ve geliştirici özelliklere sahip egemen kültür temaslar sonucu aldığı kültürel unsurları kendi uslübu içinde özümser, sahibi olduğu özelliklerle kendi kalıbına sokar, damgasını vurur.

Millî kültürümüz yüzyıllar içerisinde, aynı kaderi paylaşarak sevinçleri ve acıları yaşayarak, musikimizi, mimarimizi, sanatımızı, bütün estetik değerlerimizi, gündelik yaşayışımızı, komşuluk ilişkilerimizi kısacası hayatın doğrudan kendisini oluşturarak inşa edilmiş, günümüze gelmiştir. Aynı dili konuşmak aynı dinin mensupları olmak, bu inanç dünyasının manevi iklimini yüzyıllar boyunca coşkuyla, hazla paylaşmak millet olmanın manevi potasını ve gerekli zeminini oluşturdu. Cumhuriyetimizin ilânı ne yeni ne sentetik bir millet ihdas etme ne de başkasının toprağını gasp etme olayıdır. Sosyolojik ve siyasal anlamıyla "malûmun ilâmı"dır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu topraklarımızın üzerinde, özgün millî kültürümüzün dışında başka kültürlere ait eserler var mıydı? Şiiriyle, romanıyla, mimarisiyle, musikisiyle kısacası bütün sanat ve estetik unsurlarıyla kim neyi iddia edebilir? Topraklarımızda ne 82 yıl önce ne de şu sıralarda özgün damgamızı taşımayan hangi kültürel varlıktan söz edilebilir?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin her çağdaş ve uygar toplum gibi bir üst kimliği vardır. Bunu sıfatı ve makamı ne olursa olsun hiç kimse inkâra teşebbüs edemez. Kerametleri kendilerinden menkul bazı "aydın" ların yahut etnik özürlü çevrenin telkinleriyle görmezlikten gelmek, PKK'nın üzerinde vücut bulup sahiplendiği ilkel Kürt kabileciğini ve saldırganlığını rüşvet-i kelâm ifadelerle yatıştıracağını sanmak tashihi imkânsız gelişmelere yol açar; sadece belirli bir bölgeyi değil toplumun tamamını sonuçları vahim gerginliklere ve kargaşaya sürükler.

Demokrasimizin gelişmesi, yerleşmesi, Devlet - toplum ilişkilerinin daha sağlıklı ve mükemmel hâle getirilmesi, ekonomik ve sosyal imkânların genişletilmesi herkese iş ve aş imkânları sağlanması her iktidarın doğal hedefleridir. Bunlara yönelik teşebbüs ve uygulamalar esnasında devletin varlığını ve devamını sağlayan kritik mesnedlere özen göstermek devleti yönetenlerin birinci görevidir. Hiç kimse "iki milletli bir devlet" hayalini gündeme getirmeye çalışan bölücülerin, Kürt ırkçılarının değirmenine su taşır konuma girmemelidir.