TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

SURİYE BATAKLIĞINDA BOĞULMAMAK İÇİN

Suriye’de giderek şiddetlenen çalışmaların konvansiyonel bir savaşa dönüşmesine ramak kala Moskova’da bir araya gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Putin, Ateşkes Mutabakatı’nı açıkladılar. Soçi Mutabakatı’na eklenen Mutabakat Protokolü’nün 3 maddesi şöyledir:

1. M-4 Otoyolu’nun kuzeyi ve güneyinde 6 km derinliğinde silahsız bölge oluşturulacak.

2. Türkiye ile Rusya arasında, bu yol üzerinde 15 Mart’tan itibaren ortak devriyeler başlayacak.

3. Güvenli koridorun işleyişine dair ayrıntılar, iki ülkenin savunma bakanlarının 7 gün içerisinde yapacakları görüşmelerde kararlaştırılacak.

Altı saatten fazla süren görüşmelerde, taraflar arasında esas sorunlar üzerinde bir uzlaşma sağlanamadığı görülüyor. Belirsizliklerin sürmesinden dolayı çatışmaların yeniden başlaması sürpriz olmayacaktır. Kırılgan da olsa bir ateşkesin imzalanması, iki taraf için de yararlıdır; görüşmelerin devamı açısından zaman kazanılmıştır. Ancak bu zaman zarfında Moskova’nın bu süreçteki katı tutumunu yumuşatıp makul bir çizgiye gelme ihtimali, şu an için zayıf görünüyor.

Putin ve Şam rejimi, ayrım yapmaksızın muhaliflerin tamamını terörist olarak nitelendiriyor. Ortak bildiride, Türk tarafının ısrarıyla “BM tarafından tanımlanan terör örgütleri” ifadesi yer almışsa da bunun Rusya tarafından kabul görmesi mümkün değildir. Çünkü önceki metinde aynı ifade yer almasa da Rusya’nın havadan desteklediği Esad güçleri, sivillere acımasızca saldırıp katliam yaptı; Rusların geleneksel “ölçüsüz şiddet” yöntemini uyguladı. Bölgede korku ve panik havası yaratarak rejime muhalif Sünni halkı can korkusuyla göçe zorladılar. Nitekim BM’nin bölgedeki yetkililerinin tespitlerine göre Türkiye sınırına dayanan, derme çatma çadırlarda yaşam mücadelesi veren 1,5 milyondan fazla sığınmacı var. Şam rejimi olayların başından itibaren bu yöntemi kullanarak 8 milyona yakın, tamamını Sünnilerin oluşturduğu vatandaşlarını Suriye topraklarının dışına çıkmaya zorladı. Böylece olaylar başlamadan önce 22 milyon civarında olan Suriye nüfusu, hâlen 14 milyona inmiş durumda. Ayrıca yarım milyondan fazla Suriyelinin hayatını kaybettiği, 2,5 milyondan fazla Kürt etnik unsurunun fiili özerklik oluşturarak Şam’dan koptuğu hesaba katılınca Nusayri Baas yönetiminin, ülkenin demografik yapısını değiştirme politikasının amacına ulaştığı söylenebilir. Şimdi de İdlib’de 4 milyona yakın olduğu söylenen, çoğu Doğu Guta ve Halep gibi rejimin saldırılarından kaçıp buraya gelen Sünni halkı göçe zorluyorlar. Ateşkes Protokolü’nde, alanda can güvenliğini sağlayacak bir düzenlemeden bahis yok. Dolayısıyla evlerini terk etmek zorunda bırakılan insanların tekrar eski yerlerine dönmeleri mümkün değil. İki milyondan daha fazla insan daha, dünyanın gözü önünde, yaşadığı topraklardan sökülüp atılıyor. Türkiye hâlen 4 milyona yakın sığınmacının sorunları altında bunalmışken buna yenilerinin eklenmesi kaçınılmaz hâle geliyor. Bir süre öncesine kadar stratejik müttefik tanımlaması yapacak kadar güvenilir bir dostumuz olduğuna inandığımız Rusya, Türkiye’ye yardımcı olmak bir yana, bu insani sorunu bilinçli bir şekilde ağırlaştırmak istiyor.

Türkiye’nin bölgede kalıcı bir istikrarın sağlanması açısından vazgeçilmez saydığı rejimin gözlem noktalarının gerisine çekilmesi konusunda da uzlaşma olmadığı görülüyor. Moskova’nın krizi tırmandırarak hedefe adım adım yaklaşma taktiği bir kere daha başarılı oldu. Rusya ve Esad geçen aralık ayı başından itibaren İdlib’in güneyinden ve doğusundan başlattıkları saldırılarla muhalif unsurları kent merkezine çekilmeye zorladılar. Gözlem noktalarımızın önemli kısmının da içinde olduğu geniş bir alanı ve çok önemsedikleri iki otobanı kontrollerine aldılar. Moskova zirvesinde Putin, sahadaki kazanımlarını masada da onaylatarak hedefine büyük ölçüde ulaşmış oldu.

Rusya’nın Suriye, Doğu Akdeniz ve Libya’da izlediği politikalar son dönemde belirlenmiş değil; 1554’te Kazan Hanlığı’nı yıkan Ruslar, o tarihten başlayarak güney ve doğuya doğru sürekli genişledi; bu coğrafyadaki Türk ve Kafkas halklarının hanlıklarını, emirliklerini ya yıkarak yahut Moskova’ya bağlayarak milyonlarca kilometre karelik çok geniş bir alana egemen oldu. Direnme girişimlerini vahşice bastırdılar. Kırım’da, Batı Türkistan’da, Kafkasya’da yüz binlerce Türk, Çeçen, Çerkez katledildi veya Sibirya’ya sürülerek, Anadolu’ya göçe mecbur tutularak yerlerine kendileri yerleştiler. Çarlık döneminde dört asır kesintisiz sürdürülen bu politika, Sovyet döneminde de değişmedi. Çar İvan ve Petro ne yaptıysa Stalin de aynısını uygulamaya çalıştı.

Ancak bu politikanın stratejik hedefi, sıcak denizlere açılma hedefi olan, Akdeniz’e inme amacına ulaşamamaları, içlerinde hep bir ukde olarak kalmıştı. Şimdi, bu tarihî emellerine Putin döneminde ulaşmakta olmanın mutluluğunu yaşıyorlar.

Osmanlı tarihinin son üç yüz yılı, Rusya’ya karşı verilen mücadele ve savaşlarla doludur. Osmanlı’nın en büyük toprak kayıpları Rusya’ya karşı olmuştur. Rumeli’deki ayaklanmaların baş kışkırtıcısı Rusya’dır. Türk-Rus ilişkilerinde, sadece Atatürk döneminde gerginlik yaşanmadı. Çünkü Mustafa Kemal, büyük bir asker olduğu kadar çok usta bir politikacıydı. Rusların ne kadar tehlikeli olabileceğini bildiğinden ilişkileri mükemmel bir şekilde tam kıvamında yürüttü. Millî Mücadele’de Moskova’dan bir yandan silah yardımı alırken diğer yandan kontrolü hep elinde tuttu. Hem o yıllarda hem de Cumhuriyet Dönemi’nde, Türkiye’de bir komünist örgütlenme yapılmasına asla izin vermedi; yapmak isteyenlere de göz açtırmadı. Sovyetler ile dostluk ve yardımlaşma anlaşmasını yaparken İngiltere ve Almanya ile de ilişkileri hep sıcak tuttu. Montrö, bu denge politikasının şaheseri sayılabilir.

İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra dünya düzeni yeniden oluşturulurken Türkiye’nin Batı Bloku’nu tercih etmesinin en büyük nedeni, Moskova’nın geleneksel açık denizlere inme arzusundan kaynaklanan Boğazlar ve Doğu’daki üç vilayetimize yönelik istekleridir.

Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine Moskova’nın gündeminden kısa bir dönem kalkmış görünen yayılmacılık tutkusu, Putin ile birlikte Rusya siyasetinin temel parametresi hâline geldi. Putin sıradan bir yönetici değil, Rus derin devletinin ve emperyal zihniyetinin temsilcisidir. Usta bir satranç oyuncusu gibi politika yürütüyor. Duygularını hiç belli etmiyor; tepkisini hemen dışa vurmak yerine, aklında tutup uygun zamanı bekliyor.

Biz ise duygusal tarafımız ağır bastığından “Dostum Putin” gibi iltifatlarla etkilediğimizi düşünüp şahsi dostluğu önemseyeceğini zannettik. Dış ilişkilerde en yanlış yöntem “deneme-yanılma” yoluyla doğrunun bulunacağına inanmaktır. Çünkü yanılma hâlinde geriye dönüp yeniden başlamak mümkün olmaz. Bir ırmağın akıp giden suyu gibi gelen geçip gitmiştir.

Suriye’de bu gerçekler yaşanıyor. Esad ve Suriye mi, şahsım ve Türkiye mi diye bir tercih durumu söz konusu olduğunda “dostum” lafzının Putin nezdinde bir değerinin olmadığını gördük. 34 şehit verdiğimiz saldırı arifesinde, bizden giden görüşme ve toplantı isteklerini kaba bir şekilde cevapsız bıraktı. Çünkü art niyetliydi ve bu saldırıya çoktan yeşil ışık yakmıştı.

Türkiye’nin Suriye sorunu ve Rusya ilişkileriyle ilgili konularda artık gerçeklerle yüzleşmesi gerekiyor. Bölgenin egemen gücü hâline gelmek isteyen Rusya için, Suriye ve Esad rejimi bu politikanın “merkez üssü” konumundadır. Hâlen buradaki egemenlik alanını Libya’ya doğru genişleterek, tıpkı Esad gibi Hafter’i de avuçlarına alarak pozisyonunu uluslararası alanda pekiştirmek istiyor. Hafter, Şam’a da büyükelçilik açarak, Moskova ile bir dizi anlaşma imzalayarak planlanan çerçeveye uygun adımlar atıyor.

Erdoğan’ın, İdlib’de tutunamadığımız takdirde sıra Afrin ve El Bab’a, Fırat’ın doğusuna gelecektir, ifadesi doğru bir tespittir. Ancak belirlediği hedeflere kararlılıkla yürüyen Putin’in Rusya’sına karşı tek başımıza direnmek mümkün olabilir mi? Türkiye’nin Fırat Kalkanı, Barış Pınarı ve Afrin Harekâtlarında karşısında IŞİD ve PKK/YPG yani terör unsurları vardı. Oysa İdlib’de Rusya, Suriye ve İran ile karşı karşıyayız.

Türkiye‘nin Rusya ile hasım hâline gelmesi ne kadar yanlış ise, Kremlin’e güvenerek bir yol haritası düzenlemeye kalkışması da bir o kadar yanlış ve tehlikelidir. Rusya, üzerinde hesaplar yaptığı bir muhatabını yalnız yakaladığında acımasız olur; boğup atmaya çalışır. Bu açıdan Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini ve NATO üyeliğini hafife almak doğru değildir. Batılılar ve ABD, Rusya’dan daha güvenilir ve dürüst olduklarından değil; akla uygun ve faydacı politikalarının gereği olduğu için Mustafa Kemal’in yaptığı gibi aklımızı kullanmalıyız.

NATO üyesi Türkiye’nin, bu ittifakın hâlâ hedefi konumundaki Rusya’dan S-400’leri alması, bağımsız politikamızın tezahürü olarak algılandı. ABD’nin PKK/YPG terör örgütüyle işbirliği yapmasına, bu unsurların Türkiye’nin bütünlüğüne yönelik girişimlerine destek vermesine karşı duyduğumuz haklı öfkenin etkisiyle, bu konu yeteri kadar tartışılıp konuşulmadı. Ancak Şubat başından beri Suriye’de yabancılar ve Putin’in tavrı, konunun enine boyuna tekrar değerlendirilmesi gerektiğini gösteriyor.

S-400’leri Türkiye’ye satmakla, Rusya sadece 3 milyar dolara yakın bir kazanım sağlamadı. Bu sistemin dünya çapında propagandasını yaparak yeni siparişler almasının kapılarını açtı. Zaten güven sorunu yaşayan NATO ittifakında onarılması zor çatlaklar açılmasına zemin hazırladı. Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılması üzerine iki-üç yıl içinde acil hâle gelecek olan savaş uçağı ihtiyacını kendisinden sağlamayı düşünecek noktaya getirdi. Böylelikle petrol ve doğal gaz konusunda Rusya’ya olan bağımlılığımız, Akkuyu Nükleer Tesislerine ilaveten savunma alanında da dönüşü kolay olmayacak bir yöne doğru evrilmeye başladı.

Suriye’de konvansiyonel bir savaş ihtimaliyle yüz yüze gelince NATO İttifakı’nın 5. Maddesi’ni öne sürerek İttifak’ın Türkiye’ye askerî destek vermesini istedik, uçuşa yasak bölge teklifimize destek bekledik. NATO ve ABD’den patriot savunma sistemi talep ettik. Bunlara şimdiye kadar vaat ve temennilerin, sözlerin dışında somut bir yanıt alamadık. Ama Rusya’nın uzlaşmaz tavrı konusunda Ankara, görüşmelerin sürdürülmesinin ne kadar gerekli olduğunu gördüğünden hâlen bunu yapıyor.

Diğer taraftan “F-35’ler olmazsa önemli değil, yerlerine Rus SU-35’leri alıp ihtiyacımızı karşılarız.” şeklindeki yaklaşımının ne kadar yanlış olduğunu, Rusya’ya nereye kadar güvenebileceğimizi, umarım anladık. Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle “F-35’lerin alıcısı değil, ortağı” konumundaydı. Bu projenin dışına çıkarılmakla sadece hayati bir ihtiyacımızı karşılamamakla kalmadık, büyük çapta maddi zarara uğradık. Çünkü Türkiye, bu uçakların bazı parçalarının 15 milyar dolar diye ifade edilen çapta imalatçısı durumundaydı. Proje tamamlanıp uçaklar alındıktan sonra da bakımları Eskişehir’de yapılacak, Türkiye bir o kadar daha kazanım sağlayacaktı. Bunu, Emekli General Erdoğan Karakuş, bir TV programında iki defa açıkladı ve herhangi bir itiraz gelmedi.

Günümüz dünyasında küresel çapta hâkimiyet hesapları içindeki üç emperyalist güç olan ABD, Rusya ve Çin arasında kalıp ezilmemek için çok dikkatli, uyanık ve hesaplı hareket etmek zorundayız. Moskova ile Washington arasında, güçleri dengeleme amacıyla yapılan zikzaklar, iki tarafta da kuşkular doğuruyor; fazla bir yararı da olmuyor. Sonuçta Türkiye, ne yapacağı kestirilemeyen “güvenilmez” muhatap hâline geliyor.

Şayet ciddi bir “beka” sorunumuzun olduğunu görüyorsak dış siyasetimizi buna göre düzenlemeliyiz. Müslüman Kardeşler ve Mursi muhabbeti yüzünden Mısır ile, Filistin halkına yaptığı zulümlerden dolayı İsrail ile bozuşmamızın sonuçta kimseye bir yararı olmadı; biz ekonomi ve ticaret başta olmak üzere, birçok konuda işbirliği yapabileceğimiz iki muhatap yerine her konuda karşımızda olan iki “hasım” daha edinmiş olduk. Ülkemizde meseleleri kendi zihniyet dünyalarına göre yorumlayan bazıları için bu durum “değerli yalnızlık“ olarak nitelendirilip övülse de kaybeden Türkiye oluyor.

Bugünkü ortamda Suriye politikasında, 2011’de iç çatışmanın başlamasıyla birlikte izlenen siyasetin yanlışlarını tartışmanın artık bir yararı olmaz. Olanlar oldu, şimdi ne yapacağımıza bakmalıyız; iç politika hesaplarını bir süre askıya alarak, kutuplaştırıcı dili, üslubu unutarak birlikte millî politika oluşturmak zorundayız. Şehit cenazelerinde hep beraber saf tuttuktan sonra herkes kendi yoluna yürüyüp giderse bu sorunun altında milletçe ezilip kalırız.