TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

TÜRK DEMOKRASİSİ SEMPOZYUMUNDA AÇIŞ KONUŞMASI

17 Mayıs 2009
Nuri GÜRGÜR


Türk Ocakları Genel Başkanı Nuri Gürgür, Türk Ocakları Genel Merkezi’nin Gazi Üniversitesi ile birlikte düzenlediği “Türk Demokrasisi” konulu sempozyumun açış konuşmasında özetle şunları söyledi:

Bu toplantının bu güne yani 14 Mayıs tarihinde yapılmakta oluşu tesadüf değildi. Zira Hars Heyetimiz “Türk Demokrasisi” konulu bilimsel bir faaliyet düzenlerken, toplantının 14 Mayıs tarihine denk getirilmesinin anlamlı olacağını düşünmüş, bu günü seçmiştir. Çünkü bu tarihte sadece bizim siyasî tarihimiz açısından değil bütün Müslüman ülkelerde derin iz bırakan, ufuk açan önemli bir olay yaşandı. Mevcut siyasî iktidar yapılan serbest seçimler sonucunda halkın tercihiyle el değiştirdi.

Türkiye’nin modernleşme sürecinde ikinci Meşrutiyet’in ilânının hemen ardından yapılan seçim bir kenara bırakılırsa bundan önce milletin siyasal iradesini ortaya koyabildiği bir başka dönem yaşanmamıştır. 14 Mayıs 1950 de Türk halkı son derece olgun ve kararlı bir şekilde sandık başına gitmiş, ülkeyi merkeziyetçi, otoriter bir anlayışla yöneten, sosyal, ekonomik ve politik hayatı jakobenci anlayışla düzenlemeye çalışan iktidara son vermeyi başarmıştır.

Bu olay sadece siyasal değil, sosyal ve zihni bir dönüşüm anlamına gelir. İktidardan uzaklaştırılan siyasî kadro ve aynı anlayışı paylaşan bürokratik ve aydın çevreler de seçim sonuçlarını kabullenmekte zorlandılar. Halkın doğru karar veremeyecek derecede cahil ve bilgisiz olduğunu düşündüler, karşı devrim olduğuna hükmettiler. Bu bakış tarzının yıllarca devam etmesi sonucu 14 Mayıs’ın rövanşı sayılabilecek 27 Mayıs askerî müdahalesi yaşandı. Demokratik yollardan iktidara gelmiş olan ve arka arkaya üç seçim kazanan iktidar silahla devrildi; bir başbakan ile iki bakan hukukî esaslardan uzak, Fransız ihtilalinin yargılama tarzına özenen Yüksek Adalet Divanı isimli kurulun kararıyla idam edildiler. Yeni filizlenmeye başlayan demokrasi fidanının köküne indirilen bu darbe siyasî hayatımızın demokratik gelişmesini olumsuz şekilde etkiledi. Artçı depremleri andıran müteakip darbelere, yakın tarihlere kadar süren askerî darbelere yol açtı. Siyasî kanunların yerleşmesine, gelenekselleşmesine engel oldu. Oluşmaya başlayan demokrasi kültürü ciddi şekilde zedelendi.

Demokrasinin bir yönetim tarzı olarak ortaya çıktığı antik Yunan sitelerindeki uygulamalar bir tarafa bırakılırsa, liberal demokrasinin Batı dünyasındaki gelişmesi 1215 de İngiltere’de Manga Carta’nın ilanıyla başlar. Bu belgede kralın yetkileri kısılıyor, federal kesimlere mülkiyet haklarının korunması hususunda teminat getiriliyordu. Böylece mülkiyet hakkının hayat hakkı kadar önemsenmiş olması, bireysel hakların tanınması bağlamında ciddi bir adım oldu; ileriki dönemlerde demokrasi düşüncesinin gelişmesine zemin hazırladı.

Sonraki yıllarda, özellikle orta – çağın kapanmasını takiben Batı dünyasında hem tefekkür hayatında hem de ekonomik ve ticari alanlarda hızlı bir gelişme ve canlılık yaşandı. Bilim ve teknoloji gelişti; yeni kıtalar keşfedildi. Denizaşırı ticaretin, kolonyalizmin zenginleştirdiği Avrupa’da mevcut siyasal ve sosyal sistem giderek yetersiz kaldı.

Rönesans ve Reform hareketleriyle oluşan sosyal ve kültürel ortama paralel olarak siyasal ve dini kurumlarda da köklü değişimler, bireyin özgürlük alanının genişlemesini sağladı. John Locke ve J.J Rousseau başta olmak üzere düşünürlerin, filozofların haklar ve özgürlükler konusundaki görüşleri, toplum yapısı ve yönetim tarzına ilişkin düşüncüleri demokrasinin gelişmesi hususunda yeni ufuklar açtı.

İnsanın yaşama hakkının, özgürlüğünün ve mülkiyet hakkının, doğuştan sahip olduğu tabii haklar olduğu görüşü giderek kökleşti.

Batı dünyasında tarım, ticaret ve sanayi alanlarındaki gelişmeler piyasa ekonomisini doğurdu; şehirleşme, sanayileşme hızlandı. Bu büyüme ve zenginleşme yeni yönetim tarzını ihtiyaç haline getirdi. İmparatorluklardan feodal düzenden millî devletlere geçildi. Milletleşen yurttaşlardan oluşan toplumsal yapının siyasal organizasyon olarak millî devlete evrilmesi doğal bir sonuçtur. Karar ve iradesiyle kendi siyasal yapısını oluşturan bir milletleşmiş topluluğun devleti yönetiminde egemen olması doğaldır. Başka bir ifadeyle millî devletlerin ortaya çıkması, sanayileşme ve bilimsel gelişmeler demokrasiye zemini hazırlamışlar, bunun sonucunda bir yönetim tarzı olarak demokrasi giderek yaygın şekilde benimsenip yerleşmiştir.

Demokrasiyle refah, zenginlik ve şehirleşme arasındaki doğrudan ilişki bu sistemin doğuda ve Müslüman ülkelerde neden sınırlı kaldığını ortaya koymaktadır. Batı’da sosyal, ekonomik ve bilimsel gelişmelere paralel şekilde gelişen demokratik uygulamalarla oy kullanma hakkı genişledi; en son 1920 den sonra kadınlara da teşmil edildi. 1945 de demokratik ülkelerin savaşı kazanmaları ve Birleşmiş Milletlerin bu ilke zemininde kurulması, demokrasiyi genel kabul gören evrensel bir değer haline getirdi.

Türkiye hem siyasî deneyimi, kültürel alt yapısı, hem de ekonomik gelişmişlik yönünden demokrasiyi hak etmektedir. Türk toplumuna bunun dışında bir yönetim tarzı empoze etmek insanlarımıza haksızlık anlamına gelir. 59 yıl önceki genel seçimde halkımızın gösterdiği olgunluk, bütün zorlamalara rağmen otoriter rejim denemelerinin mevzii girişimler şeklinde kalmış olması, insan unsurumuzun demokratik kabiliyetini gösteren örneklerdir.

Bir yönetim tarzı olarak demokrasinin nihaî şeklinden bahsedilemez. Bilim ve teknolojinin gelişmesi, sosyal ve ekonomik şartların değişmesine paralel olarak demokrasinin kuralları, esasları aynı kalmak kaydıyla, zamanla değişmek mecburiyetindedir.

Bu açıdan Türkiye’deki uygulamaların da değişmesi doğaldı. Esasen çağdaş standartlara nazaran eksiklerimizin bulunduğu aşikârdır. Eksiklerin giderilmesi, yasaların tamamlanması, kurumların yerleşmesi, hukukun üstünlüğünün, belirleyici oluşunun genel kabul görmesi elzemdir. Bu süreci olumsuz etkileyecek girişimler sadece demokrasiyi değil, insanımızın bilgisini ve becerisini sergilemesini de engeller. Günümüz dünyasında tepeden inmeci, kestirmeci model özlemlerinin maceraperest eğilimlerin başarısız kaldıkları çoktan anlaşılmıştır.

Ülkemizde demokrasinin gelişmesini engelleyen en önemli faktörlerin başında, bu konunun ideolojik amaçlara ve etnik ayrışmacı harekete alet edilmek istenmesi gelmektedir. Başka bir deyişle demokrasi başta olmak üzere, günümüzde itibarlı ve popüler evrensel değerleri bir maske gibi kullanarak esas amaçlarını saklamak, yasal takibattan bu şekilde kurtulmak isteyen belirli merkezler, bu tutumlarıyla demokratikleşmeyi engellemiş oluyorlar. Çünkü bu değerlerle örtmeye çalıştıkları esas yüzleri kolayca fark edilebiliyor, sahtecilik anlaşılabiliyor…

Etnik fitnenin sözcüleri, siyasî temsilcileri demokrasi, insan hakları, hukuka saygı gibi sözcükleri şifreli bir dil şeklinde kullanarak pervasızca demagoji yapıyorlar. Bu durum kavramların saygınlığını, ciddiyetini zedelediği gibi, daha fazla geliştirilmelerini sağlayacak cesur adımların atılması hususunda tereddütler doğuruyor. Demokrasi, sadece bir yönetim tarzı değil saygıyı ve güveni gerektiren ahlakî bir değerdir. Samimiyetten yoksun bir şekilde, etnikçi ve ideolojik çabalara makyaj malzemesi haline getirilmek istenince, bu temel özelliği haliyle kayboluyor.

Ülkede devlet, yani yukarıda işaret ettiğimiz gibi, milletleşmiş vatandaşların siyasî organizasyonu” olan sosyo-politik varlık yeterli derecede etkili değilse, zaaf yaşıyorsa yasaları uygulayabilme kabiliyetini yitirmişse ne hukuk kalır ne de demokrasi yaşayabilir. Devletin bireye baskı yapmaması, bireyin temel aktör sayılması demokratik anlayışın temel özelliğidir. Zaten demokrasinin gelişme seyri içersinde bütün dönemlerde temel amaç birey, toplum ve devlet üçgeni arasındaki dengeyi kurmak, ilişkilerin uyumlu şekilde yaşamasını sağlamak olmuştur. Bireyin özgürlük alanının genişlemesi demokratikleşmenin öncelikli hedefidir. Ama bireyin özgürlüğünün sınırsız sayılması, yahut tersinden okunursa, devletin sadece şekilden ibaret bir tören unsuru hâline getirilmesi durumunda, yasaların uygulanması mümkün olmaz. Türkiye’de ırkçı –etnikçi örgütün ve Marksizm’i hâlâ ilham kaynağı sayan ideolojik grupların istedikleri budur. Radikal demokrasi anlamındaki bu taleplerin kabulü mümkün değildir. Çünkü bunlara izin vermek, nihilist anlayışlara toleranslı davranmak özgürlükçü liberal demokrasiyi değil anarşiyi, karmaşayı getirir. Toplumsal kaosun nelere mal olduğunun 12 Eylül’den önceki acı tecrübelerle yaşandığı ülkemizde, aydınlarımızın, politikacılarımızın ve medyanın son derece dikkatli olması gerekir. Demokrasiyi makyaj malzemesi gibi kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalışan etnik ayrımcılara, ideolojik gruplara fırsat verilmemelidir.

Bu toplantının günümüzde çok tartışılan en önemli güncel konularından biri üzerinde bilim adamlarımızın görüşlerini açıklamalarına zemin hazırlayacağını düşünüyoruz. Davetimize icabet eden değerli hocalarımıza kalbi şükranlarımı sunuyor, toplantımızın verimli ve başarılı olmasını diliyor, hepinizi saygıyla selâmlıyorum.