TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

YAKIN TARİHİMİZİ ANLAMLANDIRMA BAĞLAMINDA 14 MAYIS’TAN 27 MAYIS’A (I)

Mayıs 2007 | Sayı: 237
Nuri GÜRGÜR


Mayıs ayının demokrasi tarihimizde özel bir yeri vardır. 14 Mayıs 1950’de Türk ve İslâm Dünyasında bir “ilk” gerçekleşti; demokratik kurallara göre yapılan seçim sonucu iktidar el değiştirdi. Bu tarihte iktidara gelen Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960’da askerî darbeyle yıkıldı.

On yıl arayla yaşadığımız bu iki olay, bir yandan Türkiye’nin siyasi yapısında köklü değişimlere yol açarken, diğer yandan ekonomik, sosyal ve kültürel hayatı doğrudan etkiledi. 14 Mayıs ve 27 Mayıs’ta cereyan eden gelişmeler, bunları hazırlayan faktörler layıkıyla bilinmeden, doğru algılanmadan günümüzdeki olayları anlamlandırmak mümkün olmaz.

Aslında toplum olarak seçim ve parlamento gibi, demokratik hayatın temel unsurlarıyla, epeyce eski bir tarihte 1876’da Kanun-i Esasi’nin ilânı ve Meclis-i Mebusan’ın açılmasıyla tanışmıştık. Ancak bu dönem uzun sürmedi, kısa bir süre sonra yürürlükteki Kanun-i Esasi’nin bir hükmüne dayanılarak Meclis uzun sürecek bir tatile sokuldu.

1908’de Meşrutiyet’in silah tehdidiyle ikinci defa ilan edilmesi, çok partili siyasi hayatımız açısından önemli bir merhaledir. Siyasi alanda oluşan gruplar ve partiler arasındaki mücadeleler, tartışmalar kısa sürede çığırından çıkarak kanlı sokak çatışmalarına ve hatta hükümet darbelerine yönelmiş olsa da toplum özgürlükler ve demokratik hayat anlamında ciddi tecrübeler kazandı. Kendi tercih ve iradesiyle yönetilmenin hazzını tattı. Demokratik açılımların oluştuğu ileriki dönemlerde, bu birikimlerin ne kadar yararlı olduğu görüldü. Her biri başlı başına birer demokratik sınav olan genel seçimler, patırtısız gürültüsüz yapıldı; sonuçları herkes saygıyla karşıladı.

29 Ekim 1923’de yeni Türk devletinin siyasî rejimi “Cumhuriyet” olarak belirlenip ilân edildi. 1946 yılına kadar sadece Cumhuriyet Halk Partisi’nin Meclis’te temsil edildiği bu dönemi Mahmut Goloğlu “Tek Partili Cumhuriyet” olarak tanımlar.

1924 yılının sonlarında kurulan “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” 3 Haziran 1925’de, Takrir-i Sükûn Kanunu’na dayanan hükümet kararıyla, 1931 yılının Ağustos ayında kurulan “Serbest Fırka” ise, üçüncü ayını bile doldurmadan 17 Kasım 1931’de feshini talep ederek kapandı.

İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Türkiye, Dünyada oluşan bloklar arasında tercih yapma mecburiyetiyle karşı karşıya kaldı. Bir yanda Nazi ordularını Stalingrad’da durduran ve ardından Berlin’e kadar kovalayarak bütün Doğu Avrupa’yı, Balkanları kontrolüne alan Kızıl Ordu ve Sovyetler Birliği vardı. Diğer tarafta ise liberal demokrasiyle yönetilen Avrupa ülkelerini bir araya getirerek, savaşın yol açtığı yıkımları onararak komünist ideolojinin yayılmasını engellemeye çalışan girişimlerin lideri konumundaki Amerika Birleşik Devletleri söz konusuydu. Savaşın sonlarına doğru Yalta ve Postam’da bir araya gelen ABD, Sovyetler Birliği ve İngiltere’nin devlet ve hükümet başkanları yeni Avrupa haritasının esaslarını belirlemişler, bir paylaşım projesi üzerinde mutabakat sağlamışlardı. Türkiye masanın üzerinde servise konulma aşamasındaki pasta görünümündeydi. Boğazlar ve Doğu Anadolu üzerindeki tarihi emelleri bilinen Rusya’nın muhtemel bir saldırısı karşısında güvenebileceği bir yandaşa sahip değildi.

Bu aşamada Birleşmiş Milletler adıyla kurulması kararlaştırılan yeni uluslararası örgüte davet edilmemiz, bulunduğumuz tecrit ortamından kurtulmamız için bir fırsat anlamına geliyordu. Ancak süratle bir kaç adım atmamız isteniyordu. Almanya’ya savaş ilân edilecek, San Fransisko’da hazırlanıp Dünya kamuoyuna sunulan İnsan Hakları Bildirisi’ni kabul ve imza edecektik. Savaşın bitmesi için gün ve hatta saatler sayıldığından Almanya’ya savaş açmamız aslında sembolik bir tavırdı. Gerekenler yerine getirildi ve Birleşmiş Milletlere üye olduk. Böylece demokratik ülkeler safında yer almak suretiyle bloklar arasında tercihimizi yaptık. Bundan sonrası için artık “Tek partili Cumhuriyet” döneminin sürdürülmesi mümkün değildi. Nitekim Cumhurbaşkanı İnönü, 1945 yılının 19 Mayıs’ında yaptığı konuşmada “Memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir” demek suretiyle yeni bir dönemin başladığını ilân etti.

İç ve dış şartların elverişli hale gelmesinin sonucu, ilk olarak 18 Temmuz 1945’de Nuri Demirağ’ın başkanlığında Millî Kalkınma Partisi kuruldu. Ancak bu girişim gelişme imkânı bulamadı, sönük kaldı ve siyasî hayatımızdan zaman içerisinde sessizce silinip çekildi.

Ciddi ve etkili esas partileşme hareketi başka bir çatı altında gerçekleşti. Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar ile Adnan Menderes, Prof. Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın 7 Haziran 1945’de “Dörtlü Takrir” diye anılan girişimleriyle başlattıkları parti içi muhalefet hareketi, kısa bir süre sonra 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’nin kurulmasıyla sonuçlandı.

Bu oluşumlardan tedirgin olan CHP iktidarının normal süresinden bir yıl önceye aldığı seçimler 21 Temmuz 1946’da yapıldı. Açık oy, gizli tasnif gibi garip bir yöntemle yapılan bu seçimde büyük usulsüzlükler ve haksızlıklar yaşandığından sonuçlara doğal olarak itiraz edildi. Sonuçta üzerine gölge düşen 1946 seçimleri siyasi tarihimizde “şaibeli” diye nitelendirilip anılmaktan kurtulamadı.

1946’dan sonraki dört yıl iktidardaki CHP ile ana muhalefeti temsil eden DP arasında yoğun bir taktik ve strateji mücadelesi halinde geçti. Cumhurbaşkanı İnönü tek parti döneminin yönetim anlayışına uygun olarak partisinin lideri, yöneticisi ve muhalefetin muhatabı durumundaydı. Bayar ve ekibinin en önemli kararlarından biri, yürürlükte mevzuatın dürüst bir seçim yapılmasına elverişli olmadığı gerekçesiyle dört yıl süresince hiç bir ara seçime katılmamasıdır. Böylelikle bir taraftan iktidarı demokratik bir seçim kanunu çıkarmaya zorlarken, diğer taraftan gücünü gizlemiş oldu. Bunun sonucu seçim kanununu değiştiren İnönü ve Cumhuriyet Halk Partisi 1950 genel seçimlerine kazanacaklarından emin şekilde hazırlandılar. Devlet imkânlarının kullanılarak meydanlara toplanan kalabalıklar iktidarı ciddî bir yanılgıya sürükledi. Cumhurbaşkanı İnönü’yü İstanbul’a gelişinde karşılayıp toplantı alanına kadar refakat eden dönemin İstanbul valisi Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın toplanan büyük kalabalığı göstererek “İşte Paşam, İstanbul” diye tekmil verdiği basına yansıdı ve yalanlanmadı. Ancak sonuçlar farklı oldu ve yirmi yedi yıllık CHP iktidarı halkın özgür iradesiyle el değiştirdi.

İsmet Paşa “millî şef” anlayışıyla davranıp, devlet imkânlarını ve özellikle askerî gücü kullanarak iktidarını sürdüremez miydi? Bu yola yönelmemesi taraftarları ve sempatizanları tarafından demokrasiye geçilmesi hususundaki karar ve iradesinin samimiyet belgesi olarak değerlendirildi. Buna mukabil, farklı görüştekiler, bu dönemde silahlı kuvvetler içerisinde CHP’ye karşı ciddi bir muhalefetin oluştuğunu, hatta bazı subayların Bayar’a ulaşarak CHP’nin antidemokratik tutum ve davranışlarına karşı müdahale teklifinde bulunduklarını öne sürerler. Çeşitli kaynaklarda bu grubun başlıca öncülerinden biri olarak gösterilen Albay Seyfi Kurtbek’in bilahare Demokrat Parti saflarında milletvekili ve bakan olmasını bu iddiaların teyidi ve perde gerisindeki gelişmelerin somut belgesi diye gösterilir.

Artık tarihe mal olmuş bu olayların kronolojik plânda doğruluğunun tartışılmasının günümüzde pratik bir yararı yoktur. Önemli olan 14 Mayıs 1950’de gerçekleşen ve tarihî bir dönüşüme yol açan bu iktidar değişmesinin, sosyal ve siyasal tahlilinin objektif şekilde yapılması, doğru sonuçlara ve hükümlere ulaşılması, günümüzün olayları açısından dersler çıkarılmasıdır.

14 Mayıs seçimlerinin sonucu esas itibariyle yönetimde kendisinin de hakkının bulunduğunu gören çevrenin, yani toplumun geniş kesimlerinin, merkeze, seçkinci bürokratik yönetim anlayışına itirazını açıklaması, ülke yönetiminde tarihsel olarak kendisinden ısrarla esirgenen rolü elde etmesidir.

Yurttaşlık sıfatına sahip bulunan ancak yönetimde yer bulamayan milyonlarca insan, sunulan seçilebilme imkânını etkili bir silah şeklinde kullandı. Demokratik açıdan sivil toplum dernekleri bulunmayan, dolayısıyla örgütlü ve irtibatlı olmayan, önemli kesimi kırsalda yaşayan bir halk kitlesinin iradesini vakarla ve sükûnetle ortaya koyması ve sonuca ulaşması kâmil anlamda “Demokratik bir devrim”dir.

CHP bütün avantajlarına rağmen neden kaybetti? Hatta 14 Mayıs ile sınırlı kalmayarak ileriki dönemlerde yapılan bütün seçimlerde neden çoğunluk sağlayamadı?

Bu tarz sorulara cevap bulma ihtiyacı duyan ve kendilerini Kemalist olarak nitelendiren aydınlar, halkın büyük kesiminde Cumhuriyet’in temel ilkelerine, devrimlere, modernleşme çabalarına karşı 1923’den başlayan bir muhalefetin bulunduğunu, gericilerin bu psikolojiyi kullanıp yönlendirerek 14 Mayısta bir “Karşı devrim” yaptıklarını iddia ederler.

“Çiftçi ve köylünün toprak sahibi olmasına ve toprak reformuna karşı olan CHP milletvekillerinin kurduğu Demokrat Parti bu mucizeyi (!) yarattı. Günümüz sağcı, İslamcı, liberal allamelere bakacak olursak halk, yaptığı toplumsal devrimlerle kendi değerler dünyasına saldıran CHP’yi cezalandırdı. Ben olan-biteni çok iyi anlıyorum. Çünkü olan-bitene 1950’den itibaren tanığım. Hatta 1946’dan buyana. Beni şaşırtan liberal demokrat tayfanın sözünü ettiğim garabeti, demokrasi olarak adlandırması.” *

Bu görüştekilere göre Türkiye siyasî plânda yaşanan “Karşı devrim” hareketiyle Köy Enstitüleri, Halk Evleri gibi toplumun çağ atlamasını sağlayacak kurumlardan, aydınlanmanın nimetlerinden mahrum edilmiş, özellikle ezanın Arapça okunması imkânı tanınarak, İlahiyat Fakülteleri, İmam-Hatip okulları açılarak ülke gericilere teslim edilmiş, Orta Çağ karanlığına itelenmiştir. Esasen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da Serbest Fırka da gerici eğilimlerin eseridir; Cumhuriyete ve devrimlere karşı ayaklanma girişimleridir. İrtica yanlıları 1925 ve 1931’de elde edemedikleri sonuca demokrasiye erken geçilmiş olması gibi tarihî bir hatadan yararlanarak 14 Mayıs 1950’de ulaştılar.

Ne var ki bu çevrelerin meseleyi sürekli olarak ilericilik ve gericilik, devrimcilik-yobazlık şablonuyla hükme bağlamaları, toplumda gerginliklere, kamplaşmalara yol açtı; kuşku ve güvensizlik duyguları giderek derinleşti. Oysa yakın tarihimizi doğru kaynaklardan okuyup öğrenen insanlar, olayların farklı yanlarını gördüler. Kendilerine resmen anlatılanlarla bağdaşmayan gerçekleri keşfettiler.

Köy enstitülerinin, halkevlerinin yere göğe sığdırılamayışının esas nedeninin; pedagojik, kültürel ve sosyal gerekçelerden değil, tümüyle ideolojik mülahazalardan kaynaklandığını anladılar. Bu kurumların kapatılmasıyla Türkiye’de köylüye dayalı (kırsal kaynaklı) sosyalist devrim yapma hayallerine ulaşamayan, “çiftçi ocakları” çatısı altında kolhozlaşma sağlayamayan solcu-Kemalist kesimlerin hiç dinmeyen yakınmalarını, kendileri dışında kimse umursamıyor. Üstelik zihinlerde yakın geçmişle ilgili “altın çağ” özlemleri yerine farklı çağrışımlar yankılanıyor. Devlet adına hareket eden valinin, kaymakamın, jandarma çavuşunun “Kanun benim ve her şeye muktedirim” anlayışıyla hüküm sürdüğü, sınırlı bütçe kaynaklarının öncelikli olarak parti ve kamu yöneticilerine tahsis edildiği, yoksul köylülerin kıyafetleri uygun olmadığı gerekçesiyle başkentin merkezinden uzak tutulduğu, nüfusumuzun %80’ini oluşturan ve ironik bir tanımlamayla “efendimiz” ilân edilen köylünün, il merkezlerine ulaşmak bir yana kasabalara bile gelmekte zorlandığı, kırsalda dar ve kapalı alanlarda kaderine terk edildiği bir ortamın “altın çağ” olarak ilân edilmesinin ne ilmî, ne tarihî ve ne de ahlâkî bir izahı yapılamaz.

(Yazının ikinci bölümü, 27 Mayıs müdahalesine ilişkin kısmını önümüzdeki sayıda yayımlayacağız)

***
Nevzat Kösoğlu’nun çok iyi bir hikâyeci olduğunu bilir miydiniz? Kırk yıl kadar önce yayınladığı bir kaç hikâyesini okuyunca edebiyatımızın yeni, güçlü ve nitelikli bir yazarla zenginleşeceğini görüp çok sevinmiştim. Bu kanaatimi Devlet dergisine yazdığım yazıda belirtip camiamızla paylaşmak istemiştim. Sonra şartlar, imkânlar Nevzat’ı bu alanın dışına taşıdı. Fikir ve düşünce hayatımıza büyük katkılar yapan, tefekkür dünyamızı zenginleştiren çalışmalara yöneldi. Okuma ve düşünme eğilimine sahip milliyetçi nesiller için kaynak eser, başucu kitabı değerindeki eserleri birbiri ardına sunmak suretiyle çok yararlı oldu.

“Geçmiş Zaman Peşinde” de, fikrî muhtevasının yanı sıra, benim bile unutmuş olduğum edebiyatçı tarafını yeniden ortaya çıkarıyor. Herkesin mutlaka yaşamış olduğu, insanî ve hissî özelliklerinin henüz zedelenmediği, yıpranıp pörsümediği çocukluk ve ilk gençlik dönemi, otobiyografik bir hikâye halinde sunuluyor. Aralara serpiştirilen felsefî ve fikrî tespitlerle zenginleştirilen bu kitabı henüz okumadıysanız kuşkusuz ciddî bir kayıp içindesiniz demektir. Okuyup bitirdiğinizde, sizin de benim gibi düşüneceğinize, Nevzat Kösoğlu’nun bu alanda devam edememesinin Türk edebiyatı için ne kadar önemli kayıp olduğunu görüp üzüleceğinize eminim.


* Özdemir İnce, Hürriyet 11.4.2007