TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

YUNANİSTAN’DAKİ OLAYLARIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

16 Aralık 2008
Nuri GÜRGÜR


Yunanistan günlerden beri derin bir karmaşanın içerisinde sürüklenip duruyor. 16 yaşında bir gencin polis kurşunuyla ölmesi sonucu başlayan olaylar önlenemiyor. Başta Atina olmak üzere, büyük şehirlerde bankalar, mağazalar yağmalanıyor; okullar ve çeşitli kamu kuruluşları işgal ediliyor, araçlar yakılıyor. Gösterilere katılanların yaş ortalaması genellikle çok düşük; göstericilerin öğretmenleri ve velileri tarafından takdirle izlenip teşvik görmeleri ilginç bir tablo oluşturuyor.

Yunan Hükümetinin olayları durdurmak için etkili tedbir almaması, polisin seyirci pozisyonunu ısrarla sürdürmesi sonucu genişleyen olayların nerede duracağını kimse bilemiyor. Açıkçası Yunanistan neyi amaçladıkları belirsiz bir grup gencin insafına kalmış görünüyor. 1974 de Albaylar cuntasının devrilmesinden sonra demokratikleşme adına yapılan radikal düzenlemeler ve bunların toplum hayatındaki sonuçları dikkate alındığında bugün yaşananların aslında şaşırtıcı bir yanı olduğu söylenemez.

Askerî diktatörlüğün bir daha yaşanmaması için bir yandan silahlı kuvvetler bünyesinde köklü düzenlemeler ve tasfiyeler yapılırken, diğer yandan polisin görev ve yetkileri olabildiğince kısıtlandı. Toplumda polisin imajı ve itibarını yitirecek derecede sert bir kampanya yürütüldü. Başta üniversiteler olmak üzere eğitim kurumlarına polisin girmesi neredeyse imkânsız hale getirildi. Sonuçta denetimsiz hale gelen ve kontrolden çıkan okullarda öğrenciler kesin egemenlik kurdular. Her fırsatta idareyle çatışan ve her seferinde dediklerini yaptırma imkânı bulan bu genç insanlar, sudan sebeplerle okullarına el koymayı, işgal etmeyi, eğitimi engellemeyi alışkanlık haline getirdiler. Bunun sonucu dersler doğal olarak aksadı. Öğretmenler bu durumu kanıksadılar; öğrencileri kendi hallerine bırakmayı tercih ettiler. Böylece sınıfta kalma olayı ortadan kalkmış oldu ve eğitimin kalitesi önemli ölçüde düştü.

Bu ülkede ortaya çıkan kaotik durum kesinlikle rastlantı değildir. Yunanistan 80’lerden bu yana AB’den sağladığı geniş maddî imkânlara, siyasal ve sosyal desteklere rağmen hem sosyo-ekonomik bakımdan hem de toplumsal psikoloji açısından ciddî bir kriz yaşıyor.

Gelir dengesi bozulmuş, AB fonları Brüksel’in defalarca tepki göstermesine rağmen, siyasî nüfuz ve sahte belgeler kullanılmak suretiyle yağmalanmış, sanayi büyük ölçüde çökmüş, üretim kabiliyeti bulunmayan bir yapı oluşmuştur. Belirli bir azınlığın elinde tuttuğu denizcilik ve finans imkânlarıyla turizm bir yana bırakılırsa, Yunan ekonomisi belki de hiç bu kadar zaaf içine düşmemişti.

Tıkanan eğitim sisteminde yetişen gençlerin devlete, düzene, başta asker ve polis olmak üzere devlet kurumlarına nefret derecesinde tepki duymaları, mahiyetini tam olarak algılamadıkları, ancak özenti şeklinde yöneldikleri nihilist eğilimlerle anarşizme kaymaları doğal bir sonuçtur.

Bu eğilimler ortaya çıkarken, demokratik ortam oluşuyor mülahazası ile endişeye mahal olmadığını savunan politikacılar, yöneticiler birbirleriyle yarışırcasına 1974 den bu yana devletin itibarını kırmak, kurumların içini boşaltıp işlevsiz kılmak için adeta seferber oldular. Sonuçta hareket kabiliyeti bulunmayan, etkinliğini yitirmiş felçli bir yönetim yapısının oluşumunu hazırlamış oldular.

Yunanistan’da devlete ve kurumlarına karşı tavır almak, eylem yapmak, aşağılamak doğal karşılanıyor. Kamu çalışanlarının sık sık grev yapmaları, bu sırada hayatın durması, ortaya çıkan sosyal ve ekonomik zararlar demokrasinin gereği sayılıp sineye çekiliyor. Son olaylarda ortaya çıkan maddî zararın bilançosunun bir milyar Avro’yu geçtiği söyleniyor.

Psikolojik bakımdan gergin ve sıkıntılı olan toplumu, özellikle gençleri motive eden başlıca unsur yaygın Türk düşmanlığı ve Türkiye’den gelebileceğini düşündükleri saldırı ihtimalidir. Bu travmatik ruh hali son yıllarda eskiye göre gevşemiş görünse bile, Yunanistan’ın genel politikalarında ve savunma harcamalarında hâlâ kendini hissettiriyor.

Atina’nın bir semtini mekân tutan ve “anarşistler” diye tanımlanan grubun başlattığı eylemler gün geçtikçe yozlaşan, çözülen toplum yapısının ve özellikle gençlik kesimlerini sarmalayan hastalıklı ruh halinin oluşturduğu ortamda kitlesel destek buluverdi. Olayları önlemekle yükümlü polis göstericilerin hedefiydi, hasım sayılıyordu. Bu yüzden hükümetin de yönlendirmesiyle etkili önlemler almak yerine, gelişmeleri izlemeyi tercih etti. Hem hükümet hem de polis şefleri göstericilerin yorulup usanacaklarını, olayların tavsıyacağını düşündüler. Ancak bu hesapların tutmadığı, Yunanistan’ın maddî ve manevî büyük zarar gördüğü, devletin yanı sıra iktidarın da önemli ölçüde yıprandığı, yara aldığı ortadadır. Bu gelişmeler sonucu ülkede yakın dönemde siyasî bir krizin yaşanması güçlü bir ihtimaldir.

Yunanistan’da yaşananlardan kendi hesabımıza çıkarmamız gereken önemli dersler var. Ülkemizde 1980 öncesinde benzer davranışları sergileyen solcu militanların günümüzdeki uzantıları büyük bir özlemle Yunanistan’daki tablonun ülkemizde de yaşanmasını istiyorlar. Bu hayallerinin gerçekleşeceği ümidiyle birkaç cılız gösteri yaptılarsa da destek ve katılım sağlayamadılar. Başarısızlıklarının nedenini doğru okumak, ideolojik zaaflarını, görüşlerinin geçersizliğini kabullenmek yerine, toplumu gerekli duyarlılığı ve ilgiyi göstermemekle suçlamaya kalktılar. Neyse ki yıllardır sürdürdükleri bütün çabalara rağmen devletimizin kurumsal yapısı ayakta duruyor; bazı aksamalar olsa bile esas itibariyle işliyor, yasalar uygulanıyor. Başka bir ifadeyle sol ve neo liberal çevrelerin demokratikleşme iddialarıyla devleti olabildiğince etkisiz kılmak, ıslah ediyoruz diye kurumları felç edip işlemez hale getirmek başta güvenlik güçleri ve polis olmak üzere görevlerini yapmaya çalışan insanları peşinen suçlu ve sorumlu ilan etmek yönündeki çabaları başarılı olsaydı Yunanistan’daki karmaşanın Türkiye’de de tekrarı kaçınılmaz hale gelirdi.

Yunanistan’daki olaylar, birey-devlet ilişkileri, bireyin hukuk alanı ile devletin görev ve yetkileri, egemenliğinin kapsamı gibi konuların bir kere daha hatırlanmasına vesile olmalıdır. l980 öncesinde genellikle Marksizm’den esinlenen solcu çevreler, “demokratik devrim” jargonuyla devleti hedef almışlar, seçim yoluyla başarılı olamayacaklarını gördüklerinden illegal yollardan darbe yaparak iktidarı ele geçirmek amacıyla yoğun çaba harcamışlardı. Aradan otuz-kırk yıl geçince yaşananlar önemli ölçüde unutuluyor, hatırlayanlar azalıyor. 12 Eylülden sonra doğanlar bile orta yaş dönemlerine girmek üzereler. Oysa bugünü doğru algılamak için yakın geçmişin iyi bilinmesi, bazı olayların sorumlularının unutulmaması gerekiyor.

Millî demokratik devrim iddiasıyla Türkiye’de BAAS tipi sosyalist bir rejim kurmak isteyen, sivil ve asker kesimlerden örgütlenen dönemin militan eylemcilerinin büyük bölümü günümüzde başta basın ve televizyonlar olmak üzere, stratejik yerleri kontrollerine almış bulunuyorlar. Aralarında TÜSİAD’a kayıt yaptıracak kadar servet sahibi olan, zenginliklerini medyaya aktararak idealleri yönünde kullanmaya çalışan zengin iş adamları bile çıktı. Bunların cümlesi geçerliliğinin kalmadığını gördükleri eski sol söylemlerini çoktan bıraktılar. Bütün Dünya’da ve Türkiye’de itibarlı olan kavramları, demokratik ve liberal değerleri bir maske gibi yüzlerine örttüler; dillerine, kalemlerine doladılar. Oysa l980 öncesinin gazete arşivlerine bakıldığında tıpkı bugünkü Yunan göstericileri gibi devleti baş düşman ilan ettikleri, yerine kendi düzenlerini kurmak amacıyla yıkmaya çalıştıkları, Fatsa’da, Tariş’de, eski 1 Mayıs Mahallesi’nde devlet güçleriyle çatışmaya girecek derecede silahlandıkları, toplumu inanç ve etnisite üzerinden kışkırtarak ayrıştırmak istedikleri açıkça görülür.

O günlerden bugüne çok şeyler değişti. Dolayısıyla ne Sovyetler’i model alan komünist düzen heveskârlarının ne de BAAS tipi sosyalist rejim sevdalılarının eski iddialarını tekrarlama güçleri kalmadı. Değişmeyen tek şey bu eski sol eylemcilerin devlete karşı husumetleri. Kendilerince kurnazlık yapıyorlar; esas duygularını niyetlerini demokrasi ve liberal değerlerle ambalajlayıp gizleyerek sunmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken hafızaların zayıflığına ve medyadaki güçlerinden kaynaklanan propaganda imkânlarına güveniyorlar. Aslında haksız da sayılmazlar. Toplumumuz özellikle aydınlarımız bu çevrelerin yıllardan beri oluşturduğu psikolojik bombardıman ortamında doğruları tespitte zorlanıyor.
Ulus devlet, üniter yapı, millî kimlik, millî değerler bu sistematik psikolojik saldırının başlıca hedefi yapılıyor. Sık sık düzenledikleri imza kampanyalarıyla gündemi yönlendirmeye, yöneticileri etkilemeye çalışıyorlar. Etnik ve bölücü Kürt milliyetçiliğinin, PKK’nın en büyük destekçisi olan bu çevreler son günlerde yeni bir rezilliği sergilemeye başladılar. Ermenilerden özür dileyen bir açıklamayı imzaya açtılar. Aslında imzalayanların zihniyetlerine, kimliklerine ve geçmişlerine bakıldıklarında bu girişimin şaşırtıcı bir tarafı yok. Ancak hem ülke içinde hem de yakın ilişki ve işbirliği halinde oldukları dış ülkelerdeki bağlantılarıyla gündemde oluyorlar. Buna karşılık onlardan tamamen farklı düşünen Türk toplumunun büyük çoğunluğu organize olmayı beceremediğinden, birliktelik kuramadığından en önemlisi Nevzat Kösoğlu’nun tespitiyle “iman zaafından” sesini duyuramıyor, etki sağlayamıyor. Sonuçta Ermeni diyasporasının ve Erivan’ın yıllardır yürüttükleri girişimlerle sonuç alamayacaklarını, Türkiye’nin gücünü kıramayacaklarını anlayarak anlaşma zemini aradıkları bir ortamda, imdatlarına bu “Türkiye’li sözde aydınlar” yetişiyorlar; tarihi tıpkı Ermeniler gibi tek yanlı okumak suretiyle “devam edin, yanınızdayız” mesajını veriyorlar.

Oysa bu çevrelerin husumet hedefi yaptıkları devlet insanlık tarihinin en eski, en kapsamlı sosyal ve siyasal organizasyonudur. Bu en büyük çaplı teşkilatlanma toplumların anlayış ve fikirlerine göre farklı biçimlerde oluşmakla beraber işlevi aynıdır. Kamu düzeninin sağlanması, insanların arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ve bu ortamı kurmak için hazırlanan yasaların uygulanması devletin başlıca görevleridir.

Devletin egemenliği yani bireyin temel hak ve özgürlükleriyle devletin görev ve yetkilerinin sınırlarının belirlenmesi çağlar boyunca hep tartışılmıştır. Ancak özellikle son dönemlerde bireyin devlet karşısında güçlendirilmesi, korunması, bireysel hukukun kâmil anlamda kapsamlı şekilde kullanılabilmesi gibi hususlar çağdaş demokratik devlet anlayışının vazgeçilmez esasları olarak kabul görüyor. Bu ortamın eksiksiz oluşumu için yoğun çaba gösteriliyor. Demokratik düzenin varlığı bu açıdan vazgeçilmez şartların başında geliyor.

Türkiye’nin demokratik tecrübesi pek çok ülkeye nazaran hayli eskidir. Buna rağmen kuşkusuz henüz eksiklerimiz giderilmiş değil; daha atılması gereken adımlar var. Ancak Yunanistan’daki olaylar şunu açıkça gösterdi ki demokrasi ucu açık kontrolsüz ve başıboş olduğu zaman karmaşa ve hatta kaos kaçınılmaz hale gelir. Üstelik özgürlük ortamını ideolojik ve politik amaçları için kullanmak üzere hazır bekleyen fanatikler olunca bu tehlike daha da büyür.

Devletin varlığı yasaların uygulanması ve kamu düzeninin sağlanması hususunda vazgeçilmez bir zarurettir. Devlet ne adına olursa olsun, hasım ilan edilirse içi boşaltılarak şekil ve tören unsuru haline getirilirse ne kamu düzeni kalır ne de yasaların anlamı; sonuçta düzenin demokratik esaslar üzerinde devamı imkânsız hale gelir. Yunanistan’daki olaylar bu gerçeklerin bir kere daha görülmesine, düşünülmesine vesile olması açısından yararlı olmuştur.