TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Ötükene Yolculuk 2: Tonyukuk’un İzinde

-Bir şeyi yufka iken bükmesi kolay imiş, ince iken kırması gene kolay. Yufka kalın olursa bükmesi zor, ince kalın olursa parçalanması zorlu imiş. (Bilge Tonyukuk)

 

            Bu sözlerin sahibi olan Bilge Tonyukuk Göktürklerin ünlü veziri idi ve adı üstünde, bilge bir kişiliği vardı. Bilge Kağan’la Kültigin kardeşler O’nunla birlikte büyük işler başardılar. Büyük konuşup gündem yaratmak elbette hoş bir şey değildir. Ancak Tonyukuk, Bilge Kağan ve Kültigin kitabeleri dikkatle okunup üzerinde düşünüldüğünde boş sözler ve kuru öğütler olmadığı görülecektir: “Açları doyurmak, çıplakları giydirmek”, “Hileye kanmamak”, “Tanrı bilgi verdiği için”, “Tanrı istediği için”, “Tanrı irade etti, onları perişan ettik”, “Tanrı yardım ettiği için çok diye biz korkmadık, savaştık”, “Kağanıma asker gönderdik, Tanrı kudretiyle…”

Bu sözler ve başka benzerleri her üç kitabenin içine serpiştirilmiş durumda. Doğrusunu elbette Yaradan bilir ama hal böyle olunca insan,  Hz. Muhammed’in vefatından yaklaşık yüz yıl sonra ve Arabistan’dan çok uzakta; olup bitenden habersiz, Çin esaretinden yeni kurtuldukları için İslamiyet’le tanışma fırsatı bulamamış olan Bilge Kağan, Kültigin ve Tonyukuk’un sanki hissi kablel vuku ile bu tebliğe destek verdikleri düşüncesine kapılmadan edemiyor. Yine bu kitabelerde sık sık, “…Sözümü bengü (ölümsüz, ebedi) taşa vurdurdum/yazdırdım” gibi ifadeler geçiyor. Evet, kitabelerin yazıldığı o taşlar aradan 1300 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala dimdik ayakta duruyorlar ve biz onları yerinde görme bahtiyarlığına eren torunları olarak çok şanslı ve çok çok mutluyuz.

            Ulanbatur yakınlarındaki Tonyukuk kitabesine doğru giderken yol üstündeki “Gandan Techilen Budist Manastırı”nı ziyaret ettik. Her inanç sisteminin kendine göre kuralları ve inananların da ona göre davranışları var. Onun için bazı şeyler bize tuhaf geliyor, yadırgıyoruz. Manastırdaki rahiplerin ayinlerini ve önlerinde durarak –herhalde- dertlerini/günahlarını anlatıp yardım bekleyen insanları bir süre seyredip fotoğraflar çektik ve ayrıldık.

            Asıl hedefimiz Tonyukuk’tu ve TİKA Bölge Koordinatör Yardımcısı Turan Can Bey de orada bizi bekliyordu. Anayoldan ayrıldıktan sonra Tonyukuk’a doğru 11 kilometrelik bir mesafe vardı ve düzenli bir yolu yoktu. Bir gün önce TİKA Koordinatörü Doç. Dr. Ekrem Kalan Bey’den yol inşaatının devam ettiği ve Eylül ayı sonlarına doğru bitirilmesinin planlandığı bilgisini aldığımız için gözlerimiz iş makinelerini arıyordu. Çünkü bazı izleri takip ederek girdiğimiz yol aslında yol değildi. Hele hele yağmur yağsa, çamur olsa herhalde gidilemezdi. Nitekim az sonra yol çalışmasını gördük ve devletimizle, milletimizle gurur duyduk.  Ülkemizden binlerce kilometre uzakta ve bir başka devletin topraklarında ecdadımızın hatıralarına sahip çıkarak onlardan kalan eserlere ulaşılacak yolları yapmak kolay iş değil. Emeği geçen herkese teşekkür ettik. Sonra da artık bir bozkırlara dalarak, bir toz deryasına girerek ya da önümüze çıkan derelerden geçerek hedefe doğru ilerledik. 

            Büyük bir devlet adamı olmasının yanında ilk Türk tarihçisi olarak da kabul edilen Tonyukuk, Göktürklerin 630 – 680 yılları arasında yaşadıkları Çin esareti sırasında o topraklarda doğmuş, İlteriş Kağan’ın başlattığı kurtuluş hareketi sırasında ve sonrasında hep yanında olmuştu. Öyle ki, İlteriş Kağan’dan sonra gelen Kapağan ve Bilge Kağanlar da Tonyukuk’u yanlarından ayırmadılar.  

            Tonyukuk, kitabesinde, İlteriş Kağan’la birlikte hareket edişini şu cümle ile ifade eder: “Katıl dedi, katılan bendim!”

            Bilge kişiliği O’nu hep ön plana çıkarmış ve kitabesinde, “Tanrı bilgi verdiği için o Hakan’ı ilerlettim” dediğine göre esaretten sonra İlteriş Kağan’ın Hakan seçilip işlerin yoluna konmasında büyük rol oynamıştır.

            İşte biz şimdi Türk tarihinde çok önemli bir yeri olan o değerli insanın manevi huzurunda bulunmak üzere yol alıyorduk. Az sonra bir avlu içinde koruma altına alınmış kitabeler göründü ve saygı ile yaklaşıp araçlarımızdan indik. Antalya’dan gelen eski dost, değerli ülküdaş Ali Yıldız “Bir şükür namazı kılalım” dedi ve birkaç arkadaş yanımızda taşıdığımız sularla abdest aldıktan sonra kıbleyi tayin edip namaza durarak bize o diyarları görmeyi nasip ettiği için Allah’a şükrettik, ecdadımızı hayırla yâd ettik.

            İleride gidip Orhun Nehri’ne katılacak olan Tola Nehri’nin yukarı yatağında ve Bayın Çokto mevkiine yakın bir yerde bulunan Tonyukuk Kitabesi iki taştan oluşuyor. Kitabenin önünde, yanımızda götürdüğümüz Muharrem Ergin ve Ali Öztürk’e ait kitaplardan kitabede yazan bazı bölümleri okuduk:

            “Türk Milleti’ne silahlı düşman getirmedim, damgalı at koşturmadım. İlteriş Kağan kazanmasa, ben kendim de kazanmasam İl de, Millet de yok olacaktı… İl de il oldu, millet de millet oldu. Artık ben özüm yaşlandım, kocadım… Türk Bilge Kağan ülkesine bu kitabeyi yazdırdım.”  

            Tonyukuk gezisinde bize eşlik eden TİKA Bölge Koordinatör Yardımcısı can dost Turan Can, az ilerde duran hangarı gösterdi ve oraya doğru yürüdük. Orada bir müze yapılması planlandığı için bölgede çıkan bazı balbal ve benzeri eserleri şimdilik hangar içinde muhafaza ettiklerini söyledi, bize de gösterdi.

            Zamanın adeti gereği, mezarların üstüne ya da çevresine o kişinin hayatta iken öldürdüğü düşman sayısı kadar taştan heykeller dikiliyordu ve bunlara “balbal” deniyordu. Tonyukuk kitabelerinin çevresinde de pek çok balbal var ve ifade edildiğine göre 4,5 – 5 km. boyunca düzenli bir sıra halinde uzayıp gidiyor. Bu kadar çok balbalın Tonyukuk için dikildiğini söylemek doğru mudur bilmiyorum. Mutlaka çok yakınında bulunan kişiler de orada medfun bulundukları için onlar adına dikilen balballar da öylece sıralanmış olabilir. Yalnız, balbalların başlarının kırılmış olduğu dikkat çekiyordu. Rehberimiz, Göktürklerin hakimiyetine son veren Uygur Türkleri tarafından bu balbalların başlarının kırılmış olduğunu söyledi.

            O gün Cuma idi ve Cuma Namazı için Kazak Türklerinin yoğun olarak yaşadıkları Nalaikh (Nalgih) isimli köye gitmemiz gerekiyordu. Hemen yola koyulduk. Köye girince gördük ki bizim usulde bir minare ve cami… Caminin, TİKA ve Konya Kültür Merkezi işbirliği ile yapıldığını öğrendik ve mutlu olduk. Tam da vaktinde yetişmiştik. Araçlarımızdan inince bizi, namaz için gelen cemaat “Hoş geldiniz” diyerek karşıladılar. Kucaklaştık ve birlikte camiye doğru yürüdük. İmam Asil Bek dini öğrenimini İstanbul’da yapmış ve çok güzel kıraati var. Türkiyemizden binlerce kilometre uzakta ve ecdat yurdunda gönül huzuru içinde bir Cuma Namazı kılmanın mutluluğunu kelimelerle anlatmak mümkün değil. Bunu ancak yaşayan bilir diyor ve herkesi o diyarlara gitmeye, araştırma ve inceleme yapmaya ve mümkünse iş kurmaya davet ediyorum.

            Arkadaşlarımız oraya da eli boş gitmemişlerdi. Namazdan sonra cami için Kur’an-ı Kerim, çocuklar için de çeşitli hediyeler dağıtıldı ve yeniden kavuşabilmek dileğiyle ayrıldık. Sırada, uçsuz bucaksız bozkırın içinde bir yerlerde ve tamamen otantik bir ortamda öğle yemeği yiyecektik. İyi de, aradığımız yeri bulabilecek miydik?

            Arkadaşlarımızın artık “Camoka” adını taktıkları sumo güreşçisi edalı şoförümüz bozkırın içinde dere tepe düz giderek ha bire yol alıyordu ama tabir yerinde ise ortalıkta in – cin yoktu. Birkaç defa telefonla irtibat kurmaya çalıştılar, olmadı. Bir yerlerde hazırlık yapılmıştı ama neresiydi bilmiyoruz.  Etrafta ve biraz uzakta dağınık vaziyette çadırlar görünüyordu ama gidecek olduğumuz yer ya da çadır hangisi idi? Nihayet karşımıza motosikletli bir genç çıktı ve bizi misafir edecek olan Canathan Ailesi’nin yerini sorup öğrendiler. Buralarda yol – sokak yok. “Her Moğol’un bir yolu vardır” kavlince herkes çadırına, evine ya da köyüne dilediği gibi, dilediği yerden gidiyor. Biz de öyle araya araya sora sora Kazak Türkü kardeşlerimizden Canathan Ailesi’nin üç çadırlık otağlarını bulup konakladık.

            Hazırlıklar tamammış. Hoşbeşten sonra hemen çadırlardan birinde kurulan yer sofralarına davet edildik. Atsız’ın Bozkurtlar’ında geçen “Dağ gibi et yığıldı, deniz gibi kımız sağıldı” misali ortaya bir yemek konuldu ki sormayın! Bu, “Sirne” adı verilen ve Kazaklarda düğün yemeği olarak sunulan bir yemek imiş. Etin içinde lahana yaprakları, patates, havuç ve soğan vardı, yanına da pirinç pilavı konmuştu. Gezi boyunca Moğolistan’da yediğim en otantik ve en leziz yemek olduğunu söyleyebilirim. Yemekten sonra gezi arkadaşlarımızdan Güngör Bey sofra duası yaptı ve çadırdan dışarı çıktık.

            Dışarıda da bize “kurut” ikram edildi. Kurut, eski bir Türk buluşu, Türk yiyeceği. Günleri at sırtında geçen ve göçebe bir hayat süren ecdadımız, insanlığa ikramımız olarak hep öğündüğümüz yoğurt gibi sütten başka ürünler de elde etmeyi başarmışlar. Kurut da süt, ayran ya da yoğurdun kurutulmasıyla elde edilen tarhana gibi bir yiyecek. Kurutulmuş bir yiyecek olduğu için bozulması da söz konusu olmuyor ve günlerce, aylarca süren yolculuklarda ve o zamanın şartları gereğince savaşlarda açlığı yatıştırmak için işe yarıyor. İşte bu Türk geleneği bugün Orta Asya coğrafyasında ve Türkiye’de de bazı illerimizde halen sürdürülüyor.

            Ortam çok güzel, hava nefis, dostluklar doyumsuzdu. Ancak programımızın da aksamaması gerekiyordu. Bu arada dostumuz Ali Yıldız biraz ilerde adeta yere yatmış, fotoğraf çekmeye çalışıyordu. Yanına koştum, heyecanla konuştu. “İpar çiçeği bu, ipar. Kaşgarlı’nın Divan’ında, Yusuf Has Hacib’in Kutad-Gu Bilig’inde ve Orhun yazıtlarında geçen misk kokulu çiçek işte bu!” Meğer bu çiçeği Antalya’da Gündoğmuş dağlarında da görüp resimlemişmiş. Zaten oralarda gördüğümüz her çiçeği atalarımızdan birer hatıra gibi sevip kokladık. Ben, tohuma dönüşenlerden bazılarını topladım ve İnşaallah Ankara Bağlum’daki mütevazı bahçemde bir “Türk Dünyası Çiçekliği” oluşturmaya çalışacağım.

            Bu hareketli ve oldukça verimli geçen gün henüz bitmemişti. Yol üstünde bir eğitim şehidimizin mezarı vardı ve onu da ziyaret etmeden geçemedik. Biz bir idealisttik ve idealleri için ölmesini bilen insanları severdik. Âdem Tatlı da o idealistlerden biriydi. 1994 yılında, Moğolistan’ın geri kalmış garip yerleşim yerlerinden biri olan Darhan’da açılan –daha doğrusu açılması düşünülen- Türk Okulu’na Müdür olarak tayin edilmiş ve kendisine harabe halinde bir bina tahsis edilmişti. Bir işçi gibi çalışarak ve gelen arkadaşlarını da çalıştırarak o binaya bir çeki-düzen vermeyi başardı. Yetmedi, Ankara’daki evini de satarak öğretmen maaşları ve okul giderleri için harcadı. 1994 yılından 2006 yılına kadar tam 12 yıl memlekete de dönmemiş, kendisi gibi fedakâr olan eşi Aysel Hanım’la her türlü sıkıntıya katlanmışlardı. 2006’da Türkiye’de eşini dostunu ziyaret edip tekrar Moğolistan’a gitmişti ama düzenli yolu olmayan ve kasislerle, çukurlarla dolu olan bozkırda geçirdiği trafik kazası hayatını sonlandırdı. Eşi Aysel Hanım metanetli biriydi. Kendisine vasiyet ederek, “Burada ölecek olursam beni memlekete götürmeye kalkmayın. Sadece dirimle değil, ölümle de buraya geldim. Bir inanç için çıkılan yoldan geri dönmek olmaz!” dediğini hatırlattı ve kaza geçirdiği yerin yakınında bir tepeye defnedildi. Onun kabrini ziyaret ettik, ruhuna Fatihalar okuyup yolumuza devam ettik.

Program gereği,  Başkent Ulanbatur’a dönüş yolunda, yine bozkır içinde kurulmuş olan devasa bir Cengiz Han Heykeli ve altında bulunan Arkeoloji Müzesi ziyaret edilecekti. Heykel ve müze biraz tepede idi ama aşağıda kartalcılar/akbabacılar adeta “Bize uğrayıp resim çektirmeden müzeye giremezsiniz” der gibi yüzümüze bakıyorlardı. Daha önce geyiklerle de resim çektirmiştik. O çatallı boynuzlarıyla onlar çok sevimli yaratıklardı ama ya bu yırtıcı kuşlar?

            Terbiye edilmiş olmalılar ki, bakıcısı omzunuza konduruyor, siz de hareket ederek kuşun kanat çırpmasını sağlıyorsunuz ve güzel bir hatıra oluyor. Orada hem kartal hem de akbaba vardı. Bana, daha yırtıcı olan Akbaba düştü. Kısacası başımıza “Devlet kuşu” değil akbaba kondu ama olsun; hoş bir görüntü, güzel bir hatıra olarak resimlendi.

            Artık müzeye doğru tırmanabilir, o dev heykelin resimlerini çekebilirdik…

            Geriden bakıldığı zaman dikkat çeken yalnızca heykel olsa da heykelin altında bir tarih yatıyor. Aldığımız bilgiye göre müzede, 1960’lı yıllardan günümüze kadar Arkeoloji Enstitüsü tarafından yapılan kazılar sonunda elde edilen 500’den fazla eser sergileniyor. Müze girişinde dikkat çeken ise Cengiz Han’ın iki önemli aksesuarını temsilen yapılan dev çizme ve kırbaç!  6 x 9 ebadında  ve yüzlerce dana derisinden yapılan çizmenin 3 ton ağırlığında olduğu ifade edildi. Kırbaç da sanırım 4,5 metre uzunluğunda idi. Kırbacın, Moğol kültüründe ve mitolojisinde ayrı bir yeri var. Cengiz Han henüz bu unvanı almadan bir yolculuk sırasında kırbaç buluyor ve bu durum, ileride çok başarılı olacağına yoruluyor. Onun içindir ki, O’nun en karakteristik iki eşyası sembolleştirilmiş ve olağanüstü büyütülerek müzenin girişinde sergileniyor.

            Heykel bölümüne asansör ve sonra da merdivenlerle çıkılıyor. Çıkılan yer tam bir seyir terası ve ziyaretçiler heykelle birlikte –moda olduğu üzere selfie (özçekim) yapıyorlar. Ben ise etrafı seyretmeyi tercih ettim.

            Moğolistan koca bir ülke. 3 milyon nüfusa karşılık 50 milyonun üzerinde hayvan varlığı var. İşte, bu devasa Cengiz Han heykeli ve Arkeoloji müzesinin çevresi de dağınık haldeki çadırlarla dolu. İnsanlar o çadırlarda yaşıyor ve hayvanlarını otlatıyorlar. Yeterli gelirleri yok. Bu hayvan varlığını ekonomik bir kazanca dönüştürememişler. İşte önümüz Kurban Bayramı. Bizde ortalama bir keçi ya da koyunun fiyatı 700 – 800 liradan başlarken, Moğolistan gezimiz sırasında bize rehberlik eden Erpolat kardeşimizden mesaj geldi. Kurbanlıkların fiyatı yalnızca 160 Türk Lirası imiş. Bu seri yazılar kaç bölümde bitecek şimdiden kestiremiyorum ama her bölümde not düşmek istediğim bir husus var. Moğolistan bir derya ve bu deryaya dalıp yatırım yapacak, iş üretecek müteşebbislere ihtiyacı var. Çünkü oradaki insanlar varlık içinde yokluk çekiyorlar. Bunca hayvan varlığı var ama peynir yapacak mandıralar, diğer süt ürünleri için tesisler yok. Bunca hayvan kesilip etleri yeniyor ama derilerini işleyen yok. İsrail çölde meyve sebze üretebiliyorsa herhalde Moğolistan şartlarında üretilebilecek meyve sebzeler de olacaktır.

İş adamlarımız, idealistlerimiz denize kıyısı yok falan diye düşünmesinler; bir tarafında bilmem kaç milyarlık Çin, öbür tarafında koca bir Rus pazarı onları bekliyor. İşini bilenler için bundan âlâ deniz ya da okyanus olacağını da düşünemiyorum! Yeter ki piyasa araştırması yapılsın ve ihtiyaca göre yatırımlar yapılsın. On günlük ziyaretimiz sırasında Çin ve Rus devlet başkanları peş peşe Moğolistan’ı ziyaret ettiler. Onlar bizim gibi turistik bir seyahat yapmadıklarına göre devlet ve hükümet yetkililerimizle iş adamlarımız herhalde mesajı almışlardır ve gereğini yapacaklardır.

            Çok faal ve oldukça faydalı bir gün geçirmiştik. Akşam yemeğinden sonra otelimize çekildik. Ertesi gün yine erken kalkacak, uçakla Mur Şehri’ne uçup orada bizi bekleyen 4 çeker safari araçlarımızla zorlu mu zorlu yolculuklara başlayacaktık. (Devam edecek)