TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

EKONOMİK KRİZ VE YOKSULLUK
Prof. Dr. Rasih DeMİRCİ

İktisadi krizler milli hâsılada büyük çaplı ve ani düşüşlere ve yoksullukta hızlı artışlara yol açar. Şiddetli savaş ve çatışmalarla birlikte savunmasız ve emniyetsiz bir durumda kalmanın en büyük kaynağını meydana getirirler. Kriz dönemleri daha da kötüsü, beşeri sermayenin geri döndürülemez bir şekilde kaybedilmesi gibi zararlara yol açması nedeniyle, yalnızca yoksul kişilerin mevcut hayat standartlarını etkilemez; bunun yanı sıra, bu kişilerin yoksulluktan kurtulma yönündeki güç ve yeteneklerini de olumsuz yönde etkiler. Yoksul hane halkı, zaten yetersiz olan varlıklarını çok düşük fiyatlara satmak zorunda kalmaktadırlar. Bu yöndeki tepkiler ise, beşeri ve fiziki sermayede meydana gelen geri döndürülemez kayıplar nedeniyle gelecekteki iktisadi büyümeyi azaltarak, kronik yoksulluğu daimi hale getirmektedir.

Son yıllarda yoksulluk ve yoksulluğun azaltılması kalkınma sürecinin en önemli gündem maddelerinden biri haline gelmektedir. Yoksulluğun objektif ve üzerinde görüş birliğine varılan bir tanımı yoktur. Zira zenginlik ve yoksulluk temelde sübjektif niteliktedir ve yoksulluk kavramı bir bütün olarak toplumun kabul edilebilir bir asgari yaşam standardını neyin oluşturduğu konusundaki tercih ve beklentilerini yansıtır. Hayatı devam ettirmek için gerekli olan asgari gıda, barınak ve giyim miktarı içinde bulunulan zamana ve topluma göre çok büyük değişiklikler gösterebilmektedir. Yoksulluk kavramı, beşeri ihtiyaçlar kavramına dayanır. İnsan toplumsal bir varlıktır ve bu nedenle fiziki varlığını sürdürmesi için gerekli olan beslenme ihtiyacının yanı sıra giyim, barınma, eğitim, sağlık, kültür, ortak yaşama, dinlenme, estetik ve buna benzer sosyo-kültürel ihtiyaçları olan bir varlıktır.

Ekonominin tümünü kapsayan krizler milli hasılada hızlı bir şekilde düşüşe, milli gelirin azalmasına ve işsizliğin artmasına yol açar. 1990’lı yıllarda yaygın olan bu krizler farklı şekillerde meydana gelmişlerdir: mali krizler, ödemeler dengesi krizleri, ticaret hadleri ile ilgili şoklar, para krizleri, bankacılık sektörü ile ilgili krizler ve hiper-enflasyon. 2007 yılında ABD’de mortgage sisteminin çökmesiyle başlayan finansal kriz ise, giderek derinleşmiş ve geldiğimiz noktada küresel bir boyut kazanmış bulunmaktadır. 1929 depresyonundan sonraki en büyük mali kriz olarak görülen ve ABD’nin dünya çapındaki yatırım bankalarının bir bir çökmesine yol açan bu global kriz, kapitalist sistemin iflası olarak da değerlendirilmektedir.
Bugünlerde durgunluğun getirdiği olumsuzlukla hem 2008 yılı büyümesinin Türkiye için beklenenin altında kalacağı, hem de gelecek yıl büyüme beklentisinin azalacağı üzerine tahminler ortaya konuluyor. Hem içte önemli holdinglerimizin uzmanlarının yaptığı hesaplamalar bunu ortaya çıkarıyor. Hem de bugün gazetelerimizde haberleri yer alan OECD'nin tahminleri benzer sonuç veriyor. Buna karşı iş dünyamız hem ekonomimizi canlandıracak paketin bir an evvel takvime bağlı açıklanmasını bekliyor. Hem de uluslararası güvenimizi artıracağına inanılan IMF anlaşmasının bir an evvel hayata geçmesini istiyor.

2007-08 krizi, günümüze kadar yaşanmış olan krizlerden “başlangıcından itibaren küresel olma” özelliği ile ayrılmaktadır. Bu kriz, yalnızca bağımsız devletlerin mevcut küresel mimari içindeki ekonomik koordinasyonuna duyulan ihtiyacı ön plana taşımakla kalmamakta, aynı zamanda yeni küresel mekanizmaların ortaya konulmasına yönelik tartışmalara da kaynaklık etmektedir. Ama bunlardan daha önemlisi, eğer gerekli tedbirler biran önce alınmazsa, Türkiye’nin, 2008’in ardından 2009 ve 2010 yıllarını da büyüme açısından kaybetmesi riskini beraberinde getirmesidir.

Küresel krizin Türkiye ekonomisine yaptığı tahribatlar, Devletin resmi verileriyle de ortaya çıkıyor. Sanayi üretimindeki yüzde 5,8’lik gerileme, son 6 yılın düşüş rekoru oldu. Başka bir anlatımla, son 6 yılın en kötü sanayi üretimi ortaya çıktı. Bu rakam, küresel krizin Türkiye’yi ne oranda etkilediği sorusuna da cevap teşkil eder. Otomotiv sektöründe büyük gerileme var. Ekim 2008’de geçen yılın aynı ayına göre; otomobil satışlarında yüzde 39, hafif ticari araç satışlarında yüzde 35 gerileme var. Traktör üretiminde yüzde 60, minibüs de ise yüzde 33 gerileme oldu. İnşaat sektörü durmuş vaziyette yaprak kımıldamıyor. Konut kredilerinde müthiş daralma var. Tekstilciler adeta kan ağlıyorlar. İşçi çıkarmalar hızlanıyor. Turizmde 2009’un küresel krizden etkilenmesi kaçınılmaz. 2008’de 25 milyon olan turist sayısı ve 20 milyar doları bulan turizm gelirinde, gerileme bekleniyor. 2008’in ilk dokuz ayında kapanan işyeri sayısı, geçen yılın aynı döneminde kapananlara göre yüzde 73 arttı. Açılan işyeri sayısında ise, artış değil aksine yüzde 1 gerileme var. İşsizlik sürekli artıyor. TC Merkez Bankası ve TÜİK tarafından yapılan anketlere göre, üretici ve tüketicinin geleceğe bakışı her ay bir öncekinden daha kötümser çıkıyor.

Eylül ayında ABD’de başlayan mali krizin Türk sanayisi üzerindeki asıl etkileri ise zamanla ağırlaşacak. Özellikle 2009 yılının ilk çeyreğinde bunu çok ağır hissedeceğiz. Tabii bu da ağır bir işsizlik faturası olarak karşımıza çıkacak. Küresel durgunluk nedeniyle bir yandan ihracat azalırken, diğer yandan kurun yükselmesi, dolayısıyla ve tüketici güveninin düşmesi nedeniyle harcamalar kısılacak. Daralan iç taleple de büyüme büsbütün tökezleyecek. 2009 yılında Türkiye ekonomisi büyüme göstermezse şaşmamak gerek. Hele IMF ile anlaşma sağlanamaz, özel kesim dış borçlarını ödemekte sıkıntı çekerse, yani kur büsbütün çığırından çıkarsa, 2009 yılında net daralma bile oluşabilir. Mart ayına gelindiğinde artık işten çıkarmalar yoğunlaşacaktır. İşte bu durumda da iktidar partisi yerel seçimlerde ciddi kayıplar verebilir. Ödemeler dengesinde dış açığın eylül ayında azalması da yanlış yorumlanıyor. 914 milyon dolara düşen dış açık, sanki yeni bir aşama olarak yorumlanıyor. Oysa ekonomik daralma nedeniyle dış açığın düşmesi 2009 yılının ikinci çeyreğinde kendisini gösterecek. Gerçekten aylık 1.5-2 milyar dolarlık cari denge açıkları seviyesine düşülecek. Petrolün varilinin 50 dolar düzeyine gerilediği gözlerden kaçmamalı. Demir-çelik ve diğer ithal edilen emtia fiyatlarında da düşüşler gözleniyor. Kısacası, hızla daralan bir dış ticaret, durgunluk ve işsizliğin henüz eşiğindeyiz.

Ancak Türkiye şimdiye kadar kötü yönetilen ekonomisi dolayısıyla çaresizlik içindedir. IMF reçeteleri ile Türkiye tamamen dışa bağımlı bir hale getirildi, geri dönülemez bir çıkmazın içine sokuldu. Küresel ekonominin hem finansman açısından hem de ticaret açısından tamamen dışa bağımlı hale getirildi. Gelinen duruma bir bakarsak; Türkiye’nin malesef çok yüksek döviz rezervleri olduğunu söylemek mümkün değildir. Diğer taraftan cari işlemler fazlası verecek bir dış ticaret dengesinden bahsedemeyiz. Ayrıca paramız da konvertibl değil. Ekonominin çarklarının dönmesi için taze dış kaynak ihtiyacı içinde olan bir ülke durumundayız. Herkes para politikasını gevşetiyor diye, bizim de para politikasını gevşetmemiz yanlış olur. Herkes devlet harcamalarını artırdı diye, bizim de bütçe disiplinini göz ardı etmemiz bambaşka sorunları da beraberinde getirir. Zaten, bu nedenlerle IMF ile bir program yapmaya çalışıyoruz. Amacımız şirket kurtarmak değil, ekonomiyi kurtarmak olduğu için Türkiye IMF ile anlaşmaya çalışan ülkeler grubunda yer almaktadır. Türkiye kendi parasına değil, başkalarının konvertible paralarına ihtiyacı olan bir ülke konumunda. Dolayısıyla, krizi hafifletmenin yolu iç ekonomik politikalardan çok, dış kaynak bulmadan geçiyor. Gerçekçi olalım, hükümettin şimdiye kadar krizi atlatmak ve mümkün olduğunca az zararla atlatmak için tedbir alamayışının altında çaresizliği yatmaktadır. Dış kaynak gelmedikçe, reel sektör ve mali sektör net borç ödeyici olduğu müddetçe, Türkiye’de döviz likiditesi sorunu olacak, bu da moralleri iyice bozacaktır. Makro dengeler büyük ölçüde sıkıntıya girecektir.

Bu arada 2007 Yoksulluk Çalışması Sonuçları açıklandı. Türkiye de yoksulluk oranının yüzde 18,56 olduğu belirtilen açıklamaya göre, 2007 yılında Türkiye de fertlerin yaklaşık yüzde 0,54’ü sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının, yüzde 18,56’sı ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamakta. Kişi başı günlük harcaması, satın alma gücü paritesine göre 1 doların altında kalan fert bulunmamakta. Ancak satın alma gücü paritesine göre kişi başı günlük 2,15 dolar olarak tanımlanan yoksulluk sınırı altında bulunan fert oranı yüzde 0,63. yoksulluk sınırı 4,3 dolar olduğunda, yoksul fert oranı ise yüzde 9,53 olarak tahmin edilmiştir. 2006 yılında yüzde 0,74 olarak tahmin edilen açlık sınırının altında yaşayan fert oranı, 2007 yılında yüzde 0,54;e düşerken, yoksul fert oranı ise yüzde 17,81;den yüzde 18,56'ya yükseldi. Geçen yıl, 4 kişilik hanenin aylık açlık sınırı 237 YTL, aylık yoksulluk sınırı ise 619 YTL olarak tahmin edilmiştir. Kırsal yerleşim yerlerinde yaşayanlarda 2006 yılında yüzde 31,98 olan yoksulluk oranı 2007 yılında yüzde 32,18’e, kentsel yerlerde yaşayanların yoksulluk oranı da yüzde 9,31’den yüzde 10,61’e yükselmiştir. Bu gösteriyor ki; Türkiye’de küresel kriz henüz tam etkisini göstermemişken, göstergeler fakirliğin arttığına işaret etmektedir.

Yoksulluğun azaltılmasına yönelik gerekli olan ön şart, gelir dağılımındaki
adaletsiz yapının ortadan kaldırılması, istihdamı artırıcı tedbirlerin alınması ve istikrarlı bir büyümenin sağlanmasıdır. Bir ülkede yaratılan milli gelir ne kadar büyük olursa olsun, gelir dağılımı bozuk olduğu ve issizliğin yaygınlaştığı sürece, yoksulların bu büyüklüğe paralel olarak gelirlerini yükseltmeleri mümkün olmaz. Eğer yoksullar veya alt gelir gruplarında yer alanların kendi çabaları gelir dağılımındaki dengesizliği gidermeye yetmiyorsa, bu noktada hükümetlerin devreye girmesi zorunludur. Yoksulluğun azaltılmasına yönelik tedbirlerin alınması tamamen ekonomik ve sosyal tercihlere bağlıdır. Hükümetlerin başlıca görevlerinden birisi de bu noktada ortaya çıkan tıkanıklıkları açmaktır.

Başta ekonomik politika araçları vasıtaları olmak üzere hükümetler pek çok biçimde gelir dağılımını istihdamı artırıcı düzeltici vasıtalara sahiptirler. Sorun, bunları uygulamaya alıp almamaktan kaynaklanmaktadır. Ancak; alınacak kararların da etkili olabilmesi, hem kararın uygulanması ciddiyetine, hem zamana hem de hangi kesimlerin bu karar kapsamına alınacağının önceden tespit edilmiş olmasına bağlıdır.

Kriz yönetimi ile ilgili politikalarının uygulamaya konulmasıyla, yani; hükümetin yürürlüğe koyacağı sıkı maliye politikası yoksul ya da yoksulluk sınırındaki kişilerin hayat standartları üzerindeki etkileri daha da kötüleştirebilir. Örneğin, yiyecek veya petrol için yapılan devlet yardımlarının ortadan kaldırılması, telafi edici tedbirler alınmadıkça, yoksul kişiler üzerindeki olumsuz etkileri şiddetlendirir. Ayrıca faiz oranlarını artırır ve bazen yoksul kişilerin tüketim sepetlerinde önemli bir yer işgal eden yiyecek ve diğer ürünler üzerinden alınan dolaylı vergilerin kapsamını genişletir. Sıkı maliye politikasının bir parçası olarak hükümetlerin sosyal yardımları azaltmalarından dolayı kamunun net transfer harcamaları azalabilir. Yoksul ya da yoksulluk sınırında olan kişilerce kullanılan kamusal hizmetlerin miktar ve kalitesinin azaltılması da bu kişilerin durumunu daha da kötüleştirir. Ancak, kamusal faaliyetler krizin yoksullar üzerindeki etkisini hafifletebilir.

Siyasetçilerin görevi acil ve önemli mal ve hizmet üretimini en düşük maliyetle sağlayacak makro-ekonomik tedbirler bileşimini uygulamak ve yoksulların hayat standartlarını en üst düzeyde korumaktır. Gelir transferleri geçici bir uygulama olabilir. Esas olan gelir artırıcı ve istihdam yaratıcı politikacıların uygulanması, gelir dağılımında adaletin sağlanarak, hane halklarında alım gücünün artırılmasıdır.

Çare balık vermek değil, balık tutacak ortamı sağlayıp, balık avlamayı öğretmektir.