TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

SOSYAL DEĞİŞME SÜRECİNDE “BAŞÖRTÜSÜ”
Dr. Fahri ATASOY

Türkiye’nin son on yıllarda en çok tartıştığı konuların arasında şüphesiz başörtüsü ilk sıralarda gelir. Toplumsal hayatta belki önem derecesi ilk sıralarda düşünülmez ama tartışma gündemini çoğunlukla işgal eder. Son günlerde tekrardan gündeme damgasını vurdu. Bir yıl önce gündeme girmesi neredeyse iktidar partisinin kapanmasına yol açacaktı. Adeta bir kıyafet veya inanç konusu olmaktan çıkıp rejim meselesi haline gelmişti. Toplumun ayrışmasının sembolü gibi algılanır olmuştu.

Hâlbuki başörtüsü sosyolojik bir olgu olarak görülseydi abartılı bir tartışmaya gerek kalmazdı. Daha gerçekçi algılamalar ve buna bağlı çözüm yolları geliştirilirdi. Maalesef meydana getirilen sağırlar diyalogu ortalığı karıştırmaya yetti. Akıllı uslu görünen birçok insan anlamsız tartışmaların içine çekildi. Bazen anlamsız itirazlar yükseldi, bazen yüreklerden isyanlar döküldü. Bunun çok somut örnekleri var. Burada saymakla bitmez.

Başörtüsü probleminin gerçek boyutu nedir diye, nerdeyse kimse sormadı. Herkes birbirini ikna etmenin ve kavganın peşindeydi. İnandıkları ideolojinin gerektirdiği tavırları aklileştirmeye ve ispatlamaya çalıştılar. İkna ve savunma moduna girdikleri için zaten kimse kimseyi dinlemedi. İkna odaları kurmayı düşündüler ama anlamaya girişmediler. Arada konunun sosyolojik boyutunu anlatmaya çabalayan sesler ise dikkate alınmadı. Konu taraflar arasında kör dövüşüne çevrildi. Halbuki bu konuda taraf olmayı gerektirecek bir yön yoktu. Ortada tarihi süreç içinde toplumsal hayat içinde yer bulmuş ve modernleşme döneminde krize girmiş bir sosyal olgu vardı.

Meseleye olgusal yönden bakmayınca, başörtüsü tartışması alevlendiği zaman taraflarca ilk yapılan iş, “dinde yeri var mı yok mu” sorusuna cevap vermeye çalışmak oldu. Dinin ilkelerinin sosyal ve siyasi hayatı düzenlememesi gerekir düşüncesinde olan kesimler bile, sanki ayet ile sabitliği açık olsa kabul edeceklermiş gibi, delillerini dini referanslarla göstermeye çalıştılar. İlk çıkışları başörtüsü dinde yoktur şeklinde oldu. Bunların karşısında başörtüsünü dini ve siyasi simge haline getiren kesimler de aynı şekilde tarihi ve sosyolojik bağlamından soyutlayarak salt teorik anlam yüklemeye çalıştılar. En büyük yanlış da burada ortaya çıktı. Dinde olsa da olmasa da Türkiye’de geleneksel toplumsal hayatta başörtüsü vardı ve şu sıralar sosyal değişme sürecinin sancısını yaşıyordu. Dolayısıyla tartışmayı teorik ve dini eksenli hale getirenler, başörtüsünün kültür köklerine ve buna bağlı yaşanmakta olan sosyal değişme sürecine bakmak istemediler.

Başörtüsü dinde yoktur veya başörtüsü dinin emridir diyenler arasındaki tartışma, zaman içinde siyasi bir mevzi hareketine dönüştü. Başörtüsünü kullanan kadınların insaniliği unutuldu ve yerlerini insansız ideolojiler aldı. Kimse bu insanlar ne istiyor, hangi psikolojiyi yaşıyorlar, ne düşünüyorlar diye bakmadı. Kategorik bir sınıf ve standart tiplermiş gibi sunuldu. Halbuki bunlar insandı. Günahlarıyla, sevaplarıyla, duygularıyla, düşünceleriyle yaşamaya çalışan insanlar. Hatta kalabalık topluluklar içinde bireysel varlığını gönlünde yaşamaya çalışan insanlar.

Biz bu kategorik yaklaşımları 12 Eylül öncesinde de yoğun olarak yaşamıştık. İnsan olmamız bir tarafa hangi kategoride olduğumuz önemliydi. O kategorinin bir üyesi olmamız ancak bir sayı olarak değer taşıyordu. Bir sayı olan üye, ideolojinin belirlediği standartlar içinde davranmaya itiliyordu. Düşünceleri, duyguları, insaniliği çok önemli değildi. O dönemden ideolojik dava anlayışı ile dile getirilen kalıplar hala hatıralarımızdadır. Halbuki hepimiz belli düşüncelere sahip ama kalıplara sığmayan insanlardık. Sevdalarımız vardı, zaaflarımız vardı, iddialarımız vardı ve her şeyden önemlisi insaniliğimiz vardı. İnsan olarak da bu kültürün içindeydik.

İdeoloji Cemil Meriç’in ifadesiyle düşüncelerimize giydirilen deli gömlekleri gibidir. Düşünce sistemleri, kültürler ve dinler insanlara yol gösterici olarak vardır. İnsanlar bunları bireysel tercihleriyle kabul eder ve içselleştirirse faydalanırlar. Hayatın içerisinde yılların tecrübe birikimini bunlarla kullanırlar. Burada bir gönüllü katılım ve devamlılık vardır. İnsan dini dünyaya ve kültürel ortama gönüllü olarak katılır ve kapasitesi ölçüsünde payını alır. Hem birey olarak bu paydan yararlanır, hem de kültürel devamlılığı sağlar.

Dini ideolojik olarak yorumlarsanız kültürden soyutlamak zorunda kalırsınız. Kültür insanlığın yaratıcı birikimi ve tecrübesidir. Bugünkü gelişmelerin dinamiğidir. Kültürden soyut bir din düşünmek, insanları bugüne kadar yaşadıkları birikimden mahrum bırakmak demektir. Bu durum hafıza kaybına denktir. Medeniyet ancak tecrübelerle yaratılan kültürle inşa edilir. Türk ve İslam medeniyeti de böyle kurulmuştur. Kılık kıyafet konusu da bunun bir parçasıdır. Başörtüsü de bu medeniyetin içinde anlam kazanmıştır ve şekillenmiştir.

Türk toplumu olarak İslam dinini kabul etmekle birlikte, kültürümüzde önemli değişmeler yaşanmıştır. İslam dininin temel ilkeleri sosyal hayatımızı etkilemeye başlamış ve kültürümüz buna göre şekillenmiştir. Bizim kültürümüzü yeni dinimizin yanında, o dini bize ulaştıran toplumların genel kültürel yapısının da etkilemesi söz konusudur. Bunun somut örneklerine bugün de rastlamak mümkündür.

Kültürü etkileyen sadece din değildir. Dini gibi görünen yaşantıların üstünde farklı unsurların etkisi vardır. Örneğin yemek kültüründe, mimaride, edebiyat ve müzikte bunları görmek mümkündür. Bu başörtüsü için de geçerlidir. Arap toplumunda ilk olarak tebliğ edilen İslam dini o toplumun bütün sosyal yaşantısını ortadan kaldırmış değildir. Coğrafyanın, iklimin, geleneklerin belirlediği kılık kıyafet biçimini, sadece ibadet ve ahlaki ilkelerle tekrar şekillendirmiştir. O günün şartlarına aykırı olabilecek emirler görülmemiştir. Diğer coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde yaşayan Müslümanlar için de bu durum geçerlidir. Tarih boyunca da bunun sıkıntısı yaşanmamıştır. Hiç kimse Müslümanlığın gereği olarak o günün Arap toplumunun adetlerini uygulamaya kalkmamıştır. Herkes dinin emirleri doğrultusunda kendi kültürel geçmişine bağlı olarak yeni biçimlendirmeler yapmıştır. Dolayısıyla tarih ve toplum farklılaşmasına bağlı olarak yüzlerce baş bağlama ve kıyafet biçimi ortaya çıkmıştır. Bu son derece doğal sosyolojik bir süreçtir.

O halde süreci bozan nedir? Tartışmayı taraflar halinde kamplaşmaya sürükleyen asıl faktör belki burada aranabilir. Ne oldu da böyle bir kıyafet tartışması bu kadar büyüdü? Bu konuda iki önemli sapma noktası tespit edilebilir. Birincisi toplumu, geleneksel kültürü içinde beğenmeyip, batılılaşma ideolojisi kalıbı ile değiştirmeye çalışmak; ikincisi bu zorla değiştirme girişimi karşısında, dini ideolojik bir direnç unsuru haline getirip bazı sembolleri bayraklaştırmak. Mesela İslamcı hanım yazar olarak tanınan Emine Şenlikoğlu’nun basına yansıyan bir itirafında söylediği “çarşafı Müslümanlığın şartı gibi algılamıştım” misalinde olduğu gibi, sıkma baş modelini modern İslamcılığın ön şartı olarak görmek. Burada seçilen model ideolojik bir soyutlama ve zorlama getirmektedir. Gerek-şart olarak insanların önüne konmaktadır. Buna uyan insanların da hepsinin aynı kalıpsal davranışlar içinde olacağı varsayılmaktadır. Maalesef bunu her iki taraf birlikte yapmaktadır. Başörtüsünün kültürel boyutu, dinin insani ve bireysel boyutu görmezden gelinmektedir.

İdeoloji tartışmaya, düşünmeye, eleştirmeye gelemez. İdeoloji geçmişi beğenmez ve geleceği net planlamalarla kuracağını iddia eder. İdeolojinin bütün doğruları hazırdır ve yoruma gerek yoktur. Öyleyse öyledir! Başkasının ne söylediği önemli değildir! Önemli olan ideolojinin kalesini ve surlarını korumaktır. Halbuki başörtüsü ideolojik kalpların çok ötesinde yaşanan kültürün içindedir. Kültür de sabit değildir ve sürekli değişmektedir. Dolayısıyla ideolojiyle çözülmesi ve kalıba sığması mümkün değildir. Kimse dini bakımdan ve modern toplum bakımından özgür bir kadına başını örtmelisin veya başını açmalısın baskısında bulunamaz. İnsan yaşadığı kültürel ortam içinde kendi iradesiyle tercihte bulunmalıdır.

Tarih içinde Anadolu’da köylerde yaşayan kadınlarla, şehir ve kasabalarda yaşayan kadınlar giyim biçimleri bakımından farklılık gösterirler. Hatta giyimin sembolik anlamları vardır. Bir kişinin giyiminden, baş bağlama biçiminden yeni gelin mi olduğu, kız mı olduğu, yaşlı mı olduğu bilinir. Aynı şekilde hangi memleketten olduğu, köylü mü yoksa kasaba veya şehirli mi olduğu anlaşılır. Bu alanda zengin bir kültür yansıması vardır. Fakat son dönemlerdeki hızlı değişme bu zengin kültür mirasını yok etmeye başlamıştır. Yeni durumlar, yeni kültür unsurları gerektirmiştir. Bugün bunun sıkıntısı yaşanmaktadır.

Kadınların sosyal hayatta yer alırken etkilendikleri dış faktörler artmıştır. Kadınları bu dış faktörler ve bireysel gönül dünyasında yaşadıkları yeni çözüm yolları aramaya itmiştir. Daha doğrusu toplumun bütününü böyle bir arayışa itmiştir. Modernleşmenin gereği olarak önerilen Batılı giyim tarzı, toplumun şehirlileşen büyük bir kısmı tarafından kabul görmüş ve sosyal hayatta gönüllü olarak uygulanmaya başlanmıştır. Şehirlerde yaşayan bir kısım insan ise dindarlıklarının gereği tesettüre uygun tercihlerde bulunmuşlardır. Aralarında geçişler sürmektedir. Değişim süreci devam etmektedir. Kırsal kesimden göç devam ettikçe insanlar geleneksel hayat tarzları ve önlerine seçenek olarak sunulan hayat tarzları arasında seçim yapmak zorunda kalacaklardır. Kadınlar için buradaki en önemli problem başörtüsüdür. Tercih hakları kendilerine bırakılsa belki bocalayacaklar, bunalacaklar ama sonuçta kendiliğinden çözüm yolları bulacaklardır. Fakat şimdiye kadar kendi bireysel tercihlerine bırakılmamıştır. Kendilerine ve kendiliğindenliğe bırakılmadığı müddetçe de problem büyüyerek devam edecektir.