Sonsuzluğa Yürüyüş

Hafta sonunda, eşimle “Sivas Tanıtım Günleri” fuarına gittik.

Ankara’daki Sivaslılar, fuara akın ederek memleket hasretini gidermeye çalışıyorlardı. Ayrıca Sivas plakalı araçların çokluğu dikkat çekiyordu.
Bahçe girişinde müzik cümbüşüyle karşılandık. Kafeteryaya dönüştürülmüş kocaman bir kamyon üzerinde, hepimizin ağız tadı olan çay, kıvrak Karadeniz ezgileriyle tanıtılıyordu. Güler yüzlü kızlar çay ikram ediyor, kemençe eşliğinde çalınan türkülerin insanı kavrayıveren sıcaklığı, bizi kıpır kıpır harekete geçiriyordu.
Sergilerin olduğu piramit görünüşlü binaya yöneldik. İki yanda sıralanmış gıdacıların arasından geçerken burnumuza hoş gelen döner ve köfte kokularıyla, peynir, ıspanak ve sucuklu gözlemeler “Biz buradayız, bekleriz efendim” dercesine iştahımızı kabartıyordu. Mahmutpaşa esnafının edasını yansıtan satıcılar:
“Kıymasız Ankara döneri burada! Köfteye buyurun! Köpüklü yayık ayran, gözlemeler, acılı acısız lahmacunlar burada! Buyurun beyler, buyurun hanımlar!” diye midelerimize sinyal gönderiyorlardı.
Sabah sabah içli köfte, tereyağlı baklava satmaya uğraşanlar, lokma tatlısı yapanlar, çeşit çeşit peynir, bal satanlar gelen ziyaretçileri etkileyebilmek için dil döküyorlardı. Etiketlere birer “ yöre” adı yazarak, her yörenin ününden faydalanmak isteyen uyanıklar, bir kez bile gitmedikleri yöreleri öylesine övüyorlardı ki kendilerini yıllarca oralarda yaşamış, dağlarında koyun ve keçi otlatmış, yaylalarından madımak toplamış sanırdınız.
Hol girişindeki Kangal köpeklerinden korkmamak için çatal yürekli olmak gerekiyordu. Heybetli görünüşlerinin gerisindeki uysal duruşları çok etkileyici idi. Her biri ile resim çektirenler, sahipleriyle av muhabbeti yapanlar, sanki alacakmış gibi hayvanların yedi ceddini araştıranlar kalabalık halkalar oluşturuyordu.
El sanatları ürünleri, paslanmaz çelik bıçaklar, renk renk mermerler, çeşitli ahşap malzemeler görülmeye, piramit binayı inleten davullu zurnalı his yüklü Sivas türküleri dinlemeye değerdi.
Yeni kurulan bir süt ürünleri firması, çok esaslı bir tanıtım faaliyeti yapıyordu. Adını duyurabilmek için üçe beşe bakmamış, fuar alanının içinde ve bahçede iki ayrı yer kiralamıştı. Bahçede erkek elemanlar satış yaparken, içeride hostes kızlar gelip geçene, birer kaşık yoğurtla, mantı büyüklüğünde peynir ikram ediyorlardı. Kızlar, moda defilesinde gösteri yapan mankenler gibi etrafa gülücük dağıtıyorlardı. Kısa etekleriyle ortada dolaşıp, sıradakilere tadımlık ikramlarda bulunuyorlardı. Özellikle delikanlılar bu reyonun önünde birikmiş durumdaydılar. Sıranın gelmesini beklerken, ikram yapan kızları kast ederek:
“Oğlum buranın promosyonları çok güzel. İki ayaklı boylu boslu, al benili.”
“Sulanma, oğlum sulanma! Görüp görebileceğin bir lokma peynir.”
“Olsun! Bu çıtırların elinden peynir yemek az şey mi?”
Kızlar tarafından sunulan ayranlar kapanın elinde kalıyor. Bir bardak alanlar ikinciyi de almaya çalışıyorlardı. Utanmasalar, neredeyse üçüncüyü bile alacaklardı.
Renk renk broşürler dağıtan bir dershane, ikide bir program değiştiği için işe yaramaz hale gelen yardımcı ders kitaplarını bedava veriyordu. Önü kalabalık mı kalabalıktı. Meraklılarının öğrenciler olması beklenirken, aksine orta yaşlı ve yaşlılar broşürleri kapışıyordu.
“Bedava ne bulursan koy sepete!” mantığı bütün canlılığı ile ayaktaydı. Asıl sepet Karadeniz’de Fadime’nin sırtında asılı kaldığından Başkent’e gelememişti ama firmaların adı yazılı çantalar, sepeti hiç aratmıyordu. Ne bulursan doldur gitsin, nasıl olsa bir gün işe yarardı.
Sergiler arasında etrafımıza bakarak yürüyor, uzatılan her şeyi teşekkür ederek alıyor, çantamıza atıyorduk. Eşim:
“Ne bulursak almayalım, bir de onları taşımak var” diye uyarsa da dinleyen kim? Promosyon rüzgârına ben de kapılmıştım.
Altmış yaşlarında şapkalı bir beyi takip ederek ilerliyorduk. O, pür dikkatti… Çevresinde ne varsa görmeden ve epeyce bir promosyon toplamadan eve gitmeye niyeti yok gibiydi. Güzel yazı yazmakla meşgul olan hat sanatçısının önünde durdu. Sanata olan ilgimizden biz de hattatı seyretmeye başladık. Kalın camlı gözlüğünü takmış, başı adeta yazdığı kâğıda yapışacak gibiydi. Masasında bir sürü kalemin yanında kapalı bir gözlük kutusu daha vardı. Her reyondan bir şeyler tırtıklamaya alışmış önümüzdeki beyefendi elini gözlük kutusuna uzatarak:
“Paralı mı?” diye sordu.
Hattat, yavaşça başını kaldırarak:
“Anlayamadım?” dedi.
Gözlük kutusunu eline alıp açmaya çalışan bey, tekrar sordu.
“Paralı mı?”
Gözlüğü ile oynanmasına şaşıran hattatın ağzından “paralı” anlamında belli belirsiz “Hı” diye bir mırıltı çıktı. Sorduğu sorunun cevabını bekleyemeyen sabır özürlü bey, kutuyu açtı. Metal çerçeveli beyaz camlı gözlüğü, teklifsiz taktı. Hattatta ufacık bir telaş veya gözlüğü koruma çabası yoktu. O, ebru desenli kâğıda “Edeple gelen lütufla gider.” yazarken gülümsüyordu sadece. Adam, gözlüğü takar takmaz numaralı camlar başını döndürdü. Önünü dahi göremez olunca derin bir “Of” çektikten sonra aceleyle gözlüğü aldığı yere koyarak, bir şey demeden yürüyüp gitti.
Güzel yazıya merakım olduğu için izin isteyerek hattatın yanındaki sandalyeye iliştim. Yazışını, kalemi tutuşunu, her harfi sabırla bir kompozisyon haline getirişini izledim. Yazılması istenen kelimeleri önce hafızasına alıyordu. Birkaç saniye düşündükten sonra kelime sayısına göre incelik gerektiren kalemini seçiyordu. Yazmaya başladıktan sonra nefes bile almadan, kaleminden sızan mürekkep harflere dönüşüyor. Bu uğraşın, yola çıkan tren gibi geri dönüşü yoktu. “Altına şunu da yaz, bunu da yaz” diyenleri duymuyordu bile. Hiç tren kalktıktan sonra “ dur” diye el edilir mi? Sırada bekleyenler çoksa kalemi hızlanıyordu. Başıtenha ise kâğıdı eviriyor, çeviriyor her bakışta kendisinin bir eksiğini buluyordu. O, sipariş ettiğim “Ey, Sonsuzluğun Sahibi: Sana ulaşmak istiyorum!” Cümlesini yazarken ben de kalemin harflerle raksını seyre dalıyorum.
Tam bu esnada masanın önüne elinde bastonu, ağarmış saçlarıyla yetmiş yaşlarında gösteren bir hanım geldi. Kalın camlı gözlüğüyle hattatı seyre daldı. İki delikanlıdan birinin önden çektiği, birinin de arkadan iteklediği, yük arabası yetmişlik teyzeye hafifçe dokunmasın mı? Öndeki delikanlının dikkatsizliği buna sebep olmuştu. Teyze, öndeki delikanlının hatasını fark edememiş üç metre uzunluğundaki arabayı arkadan iteleyen delikanlıyı sorumlu tutmuştu. Takım elbiseli, beyaz gömlekli, efendi görünümlü delikanlı; ummadığı bir anda teyzenin sözlü saldırısına uğradı. Teyze ne dediyse sesini çıkarmadı. Suçu kendi işlemiş gibi başı eğik, masumcaydı.Yaşlı kadın, hücuma geçmiş, makineli tüfek gibi susmak nedir bilmiyordu. Her cümlesinin sonunda bastonunu yukarı kaldırıyor:
“Terbiyesiz! Önüne baksana,” diye bağırıyordu. Daracık koridordaki ziyaretçiler “Ne oluyor” diye bekleşince öndeki delikanlı arabayı çekemez oldu. Öfkesi geçmeyen teyze bastonuyla bir hamle yaparak suçsuz gencin omzuna “şap” diye indirdi. Delikanlı yine sessiz kaldı.
“Sana iyi öğretememişler. Böyle mi yük taşınır. Ya ayağım kırılsa ne olacaktı? Görgüsüz! Terbiyesiz!” diye azarlamaya devam ederken yol açılır gibi oldu. Islanmış karga gibi başını iki omuzu arasına saklamış vaziyette arabayı itekleyen delikanlı, teyzenin söylediklerine aldırmıyor, işini yapmaya çalışıyordu. İlerleyip de sırtı kadından yana dönünce fırsatı kaçırmayan teyze, ikinci hamleyi yaptı. Bu kez bastonu delikanlının poposuna yapıştırdı. Genç, bunu da sineye çekti. Araba önde teyze arkada ilerleyip gittiler. Sonra ne yaptılar bilmiyorum. Bizler, arkalarından tebessümle bakakaldık. Orta yaşlı bir bey:
“En son vurduğu, öncekilerin promosyonuydu.” diye espri yapınca gülmekten kırıldık.
Çantaları doldurmuştuk.
Sadece çantalar mı?
Midelerimiz de bayram etmişti. Çay, meyve suyu, ayran, yoğurt, bal, peynir, zeytin, sucuk, şekerleme ve daha neler neler atıştırmıştık.
Elimizde ağzına kadar dolu çantalarla, kollarımız koparcasına yorgun argın döndük evimize. Çocuklar da okuldan yeni gelmişlerdi. Fuarda gördüklerimizi onlara anlatmak, paylaşmak istedik. Nedense pek ilgilenmediler. Hanımla ikimiz, çantaları salonun ortasına boşaltıp teker teker inceledik. İşimize yarayacakları ayırmak için hayli uğraştık. Pek az şey seçebildik. Sivas Belediyesinin, merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun hatırasına hediye ettiği şiir kitabı “Sonsuzluğa Yürüyüş”ü çok sevdik.
Geriye kalan ne varsa, tekrar poşetlere doldurduk.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 12.05.2010)