KARDEŞİMİ ARIYORUM

-Kaşgarlı Mahmut büyüğüme,
doğumunun 1000. yılında, rahmet dileyerek…-

Kardeşimi arıyorum… Bu, sıradan bir kayıp ilanı değil; özümden, gönlümden, ta ciğerimden gelen feryat! Kardeşimi çok özledim, çok! Uzun yıllar, onun özlemiyle yaşadım. Ona olan kavuşma arzum, yıllar içinde külleneceğine daha da arttı; adeta bir karasevda ateşi gibi alev alev büyüdü ve sardı beni. Canü gönülden söylüyorum; Allah size ve kimselere benimki gibi bir ayrılık yaşatmasın.
Kendinizi bir an için benim yerime koymanızı rica ediyorum. Öz kardeşinizden yıllar boyu haber alamadan ayrı kalmış olsanız; bağrınızı döverek, gözyaşları dökerek feryat figan etmez misiniz? Hâlimi sizlere arz ettim. Onu tanıyan, gören, yerini bilen varsa Allah rızası için feryadıma karşılık versin! Kardeşimi bulup da kavuşmamıza sebep olduğunuzda benden, çok dua alacaksınız, çok!...
Ben “Allah rızası için…” diyorum; Allah’ın rızasını kazanmak en büyük ödüldür. Ancak kardeşimin bulunması karşılığında dünyalık bir ödül de var. Öyle göstermelik, küçümsenecek, sırt çevrilecek türden bir ödül değil bu; beş değil, on değil, yüz değil; kulaklarınıza inanamayacaksınız, tam bin tane cumhuriyet altını var ortada…
Duyunca şaşırdınız ve içinizden; “Şu kayıp kardeşi ben bulsam da ödülü ben hak etsem!” diye geçirdiniz değil mi? Avucunuzda, bir büyük kese dolusu, çil çil tam bin tane altın tutmanın hayalini kurdunuz. Hadi hadi, saklamayın! Yaşı, mesleği, tahsili, maddî durumu ne olursa olsun her kişi, böyle durumlarda böyle düşünebilir.
Bu arada kardeşimi de merak ettiniz; hâlinizden belli oluyor. Merakınızı artırdığımı biliyorum. Kardeşimi, sizlere anlatacağım; anlatacağım ki onu gördüğünüz yerde -vereceğim bilgiler sayesinde- tanıyacak ve ödülü alabilmek için hemen ilgililere ulaşmaya çalışacaksınız. Ancak bu iş o kadar kolay değil; bir kayıp insanın aranıp bulunmasına benzemiyor. Kayıp bir insan olduğunda; yaşı şu kadar, boyu şu ölçüde, gözünün, saçının ve teninin rengi şu, giyiminin şekli şöyle diye bilgiler verebiliyorsunuz. Kardeşimin aranıp bulunması ile ilgili bu işin zorluğunu anlamanız için sizi bilgilendirmem gerekiyor.
Kardeşim, -inanamayacaksınız amma- el yazması ve çok değerli bir kitap ve tam dokuz yüz küsur yıldır kayıp…
Şaşırdınız değil mi? İşte sizi hayretler içinde bırakacak bilgi daha: Bu ilanı veren, kardeş özlemiyle feryat figan eden ben de el yazması bir kitabım. İstanbul Millet Kütüphanesindeyim, ciltliyim, siyah deri ile kaplıyım. Tam altı yüz otuz sekiz sayfayım ve her sayfamda on yedi satır yazı var.
Bugüne kadar kim bilir kaç tane kayıp çocuk / yaşlı / hasta insan ilanı duydunuz, okudunuz. Kayıp kitap ilanı ile –belki değil mutlaka- ilk karşılaşıyorsunuzdur.
Belirttiğim gibi kardeşim çok değerli bir kitap. Size yalan söyleyecek hâlim yok. Öyle olmasaydı, “Bulana bin cumhuriyet altını ödül verilecek.” denilir miydi? Ha, bir de şunu belirteyim: Kardeşimi elinde bulunduran her kim ise, “Kitap bende!” diyerek ilanı verenlere gösterince, bin Cumhuriyet altınını alacak. Kitap, yani kardeşim, yine o kişinin elinde kalacak. Kitabı, basıp yayımlamak isteyenlere, isterse yüz bin altına da satabilir iki yüz bin altına da… Bu ödül meselesinde böyle bir durum da var. Ödülü ortaya koyanların tek amacı var, kardeşimi ortaya çıkarmak…
Biz, iki kardeş on birinci yüzyılda doğduk yani yazıldık. O zamanlar matbaa yoktu, bilgisayar, genel ağ (internet) hiç yoktu… Kitaplar elle yazılıyordu. Sahibimiz elinde kesik uçlu bir divit, önünde mürekkep hokkası ve kâğıtlar, günlerce uğraştı. Önce beni yazarak kitaplığa koydu. Beni yazarken kardeşimin sayfalarını da yazıyor, biriktiriyor; bu birikim kardeşim olacak kitabın habercisi oluyordu. Doğmakta olan kardeşimle kitaplıkta yana duruyorduk; her geçen gün yapraklarımızın sayısı artıyordu. Bir gün yazılma işlemimiz bitti. Sahibim, önce beni ciltledi, daha sonra alıp saraya götürdü. İşte o gün, kardeşimden ayrıldım; o günden beri onun özlemiyle yaşıyorum.
Kardeşimi tanımanız ve onun değerini anlamanız için öncelikle beni bir iyice bilmeniz gerekir. Atalarımız, “Kardeşine bak senin kim olduğunu söyleyeyim.” dememişler; ‘Arkadaşını söyle senin kim olduğunu söyleyeyim.’ demişler amma doğumu itibarıyla ikiz sayılabilecek bizler hem şekil ve yapı olarak hem de değer olarak birbirimize çok benziyoruz. Sahibimin yani yazarımın derleyip sayfalarımdan birine yazdığı gibi, “Beş parmak bir olmaz! Bu sebeple kardeş kardeşe benzemez!” de diyebilirsiniz. Ne derseniz deyin, kapağımız, içimizde yazılanlar aynı değilse de kardeşimle benim, kıymet açısından farkımız kesinlikle yok…
İkimizin de yazarı, Mahmut… O, Kaşgar şehrinde doğup büyüdüğü için “Kaşgarlı Mahmut” diye ün yapmıştır. Doğu Karahanlı Devleti’nin Hakanı Muhammed Buğra Han’ın torunu, veliaht Hüseyin Çağrı Tigin’in oğlu idi. O, her Türk gibi ata binmekte, kargı kullanmakta usta idi fakat arkadaşları gibi at binip ok atarak, dağa çıkıp avlanarak vakit geçirmek yerine daha zor ve kutlu bir işe girişti. Zamanının okullarında okumuş, iyi bir eğitim görmüştü. Buhara ve Semerkant’taki bilim merkezlerindeki hocalardan faydalanmıştı. Arapça ve Farsçayı çok iyi biliyor, Türkçeyi pek güzel konuşuyordu. Ancak o, Türkçenin ve Türklerin küçümsendiğini görüp üzülüyordu. “Arapça neden bu kadar öne çıkarılır? Halbuki Türkçemiz, Arapça kadar zengin ve güçlü bir dildir.” diyor; Türkçenin önemini hem Türklere hem de Araplara anlatmak için bir şeyler yapılması gerektiğini, düşünüyordu. Kendisini bu konuda görevli ve sorumlu addediyordu. Günlerce ne yapması gerektiği üzerinde düşündü. Sonunda Türkçeyi anlatan büyük bir kitap yazmayı kararlaştırdı. Türk yurtlarını boydan boya dolaşacak, konuşulan ne varsa yazıya geçirecekti. Yapacağı çalışmanın önemini biliyor, “Öyle bir kitap yazacağım ki onu okuyan her kim olursa olsun Türkçenin ve Türk milletinin büyüklüğünü fark edecektir.” diyordu. Varlıklı bir ailenin ferdi idi; paraya pula ihtiyacı yoktu. Etini, kımızını, kurutunu yanına alarak; silahlarını da kuşandı. Divitlerini, şişeler dolusu mürekkep ve kâğıtlar alarak atına bindi ve yollara düştü. Asya’da, Türkistan topraklarında, nerede Türk yaşıyorsa oraya gitti. Yaylak yaylak, kışlak kışlak, oba oba, şehir şehir dolaştı. Uygur, Oğuz, Kıpçak, Türkmen, Kırgız, Çiğil, Yağma ve bütün Türk boylarından insanlarla bire bir konuştu. Dağdaki çobanlarla, evlerdeki kadınlarla, ozanlarla, aksakallarla sohbetler etti. Ne yaz mevsimin sıcakları durdurabildi onu ne de kış mevsimin ayazı, karı, buzu… Dile kolay, tam yirmi yıl dolaştı. Konuşulan kelimeleri; dağ, ova, köy, şehir, göl ve nehir adlarını; Türklerin geleneklerini, inançlarını, eşyalarını, yaşayışlarını yazdı; şiirleri, destanları, atasözlerini kaydetti.
Kaşgarlı Mahmut, uzun süren gezginciliğin ve araştırmanın ardından Bağdat’a gitti. Topladığı bilgileri orada, kitap sayfaları olacak kâğıtlara yazmağa başladı. Tam üç yıl, elinde divit, önünde mürekkep hokkası ve kâğıtlar; yazdıkça yazdı. Türklerin kullandıkları damgaları, dokuma ve el sanatlarını, at yetiştiriciliğini, tarımını, hukukunu, devlet yönetim tarzlarını, destanları, şiirleri, atasözlerini bir düzen içinde kaydetti. Şu an içimde, yaklaşık yedi bin beş yüz Türkçe kelime var.
Mürekkebe bandırılmış divit ucunun, kâğıt yüzeyine kayarken çıkardığı o muhteşem musiki ne kadar da güzeldi! Ah! O doyamadığım sesi, o günleri, kardeşimi özlüyorum; arıyorum…
Kaşgarlı Mahmut, bir sayfama da Türklerin yaşadıkları yerleri ve komşularını gösteren bir harita çizdi. Ciltledi… Böylece, o hummalı çalışmanın sonunda, 1074 yılında ben doğdum; Divânü Lügât-it Türk… Yani anlayacağınız şekilde söyleyeyim, Türk Lehçeleri Sözlüğü…
Övünmek gibi olmasın… Ben, Türkçenin ilk sözlüğüyüm. Ben, Türklerin ilk ansiklopedisiyim. Ben, ilk Türk dünyası haritasını sayfasında bulunduran ilk atlasım. Ben, Türkçenin dil bilgisi kurallarını anlatan ilk kitabım… Beni okuyan kişi, Türk milletinin bin yıl önceki yaşayışı hakkında da geniş bilgi sahibi olur. Beni değerli kılan bu özelliklerimdir.
Nasıl, övündüğüm kadar varım değil mi? Övünmek, “Ben!” demek hoş bir şey değildir. “Ben!” diye diye kendimi anlatmamı siz de hoş karşılamamışsınızdır; biliyorum. Tanımanız için bütün bunları söylemem gerekiyor, kendimi anlatmamın başka çaresi yok…
Kaşgarlı Mahmut, Divânü Lügât-it Türk adlı kitabı, yani beni meydana getirirken Türkçe kelimeleri gözden geçirdi. “Bu kitapta dil bilgisi kurallarını çok az veriyorum. Türkçe kelimeleri, dil bilgisi açısından ayrı bir eserde, daha geniş şekilde ele almalıyım. Bu da ayrı bir kitap olmalı.” diye düşünmüştü. Kelimelerin köklerini, eklerini, Türk lehçelerindeki zamanları da belirterek bıkmadan, usanmadan çalıştı. Bu çalışmanın sonunda da “Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügâti-it Türki” adlı kardeşim doğdu. Adlarımız size uzun ve sıkıcı gelebilir. Yazarımız, Araplara Türkçeyi öğretmek ve sevdirmek için bize böyle ad vermek zorunda kalmıştı. Bana -biraz önce söylemiştim- kısaca “Türk Lehçeleri Sözlüğü”, kardeşime de “Türk Lehçeleri Dilbilgisi Kitabı” diyebilirsiniz.
Kardeşimle ben, kâğıdın ve mürekkebin o pek hoş gelen kokusundan mest olmuş hâlde, rafta, yan yana idik artık; mutluyduk… İki kardeş, hep öyle yan yana kalacağımızı sanıyorduk. Birbirimize; “İçinde ne var ne yok?” diye sorular soracak, birbirimizi anlatacak, sohbetler edecektik. Yanılmışım, yanılmışız…
Bir gün, Kaşgarlı Mahmut, beni raftan çekip aldı. O an bir hoş oldum, içim cız etti.
-Nereye gidiyorsun ağabey? dedi kardeşim.
-Nereye gittiğimi, götürüldüğümü bilmiyorum, dedim. Bu çekip alış, öncekilere benzemiyor; hoşça kal…
Kardeşim de yadırgamış olmalıydı yazarımızın tavrını, buruk bir sesle, “Güle güle…” dedi. Ancak bu kadar konuşabildik. Birbirimizi son görüşümüz ve son konuşmamız oldu bu… Böylece ayrıldık.
Saraya götürüldüm. Abbasi Devletinin Başkanı Halife Mukteda Billah, yazarımızı –tabi beni de- güler yüzle, ayakta karşıladı.
-Çalışmanı sonunda bitirdin ha Mahmut? dedi.
-Beğeneceğinizi umuyorum Sultanım, dedi yazarımız.
-Sen yazdıktan sonra güzel olmuştur, dedi Halife.
-Bu eseri, oğlunuz Abdullah’a ithaf ettim.
-Pek güzel düşünmüşsünüz! Teşekkür ederim.
Artık Halifenin ellerindeydim. O günden itibaren yüzyıllar sürecek bir var olma mücadelesi başlıyordu benim için. Tek nüsha, el yazması bir kitap idim. Zaman içinde kütüphaneden kütüphaneye, elden ele dolaşmaya başladım. Herkes beni seviyor, kıymetimi takdir ediyordu. Âlimlerin, bilginlerin övgülerini işittikçe seviniyordum. Büyük Türk âlimlerinden Ayıntaplı Aynî ile kardeşi Şehabettin bana büyük ilgi gösterdiler. Kâtip Çelebi’nin övgüleri beni daha bir mutlu etti. Ancak yıllar geçtikçe, elden ele dolaştıkça yıprandığımı hissediyordum. Toz ömrümü, zaman ve rutubet kâğıdımı çürütüyor; cildim, dikişlerim bozuluyordu.
Bir gün, iyi hatırlıyorum, 1266 yılının ağustos ayı idi. Abil Fath adında Şamlı bir bilgin, benim değerimi anlayan o güzel insan, cildimdeki çürüme ve bozulma hastalığını görmüştü. “Bu değerli kitap, ne yazık ki tek nüshadan ibaret. Cildi dağılmaya başlamış! Parçalanacak, yaprakları oraya buraya savrulacak, yok olup gidecek. Şundan bir kopya çıkarayım da içindeki bilgiler kaybolmasın!” dedi. Kopya çıkarmak için o zamanlar ne fotokopi vardı ne tarayıcı ne de fotoğraf makinesi. Divitle, harf harf, satır satır yazılarak kopyalanacaktım. Oturdu, günlerce uğraştı; benim bir nüshamı yazmağa başladı. Kâğıdın o mübarek kokusunu, divit ucunun kâğıt yaprağı ile buluşmasından hasıl olan ve beni çok etkileyen o eşsiz musikiyi tekrar duymaya başlamıştım. Böylece yıllar sonra yine Arap harfleri ile yazılmış bir kopyam olmuştu. Ne var ki, yeni kitabın kâğıtlarının tazeliği, mürekkebinin kokusu, yazılırken dinlediğim müzik –tıpkı kımızı çok istediğinde Kaşgarlı Mahmut’un esrikliğindeki gibi bir hâle sokmuş- beni bir hoş etmişti; gönlüm de kopya esere meyletmişti. Özümle, ruhumla, kelime kelime, cümle cümle o kitaba geçmiştim. Yeni elbiselerinin sevinci içindeki bir insan gibiydim, yenilenmiştim. Öteki elbisemin yani kitabın yani aslımın ne olduğunu mu soruyorsunuz? İster vefasızlık deyin, ister kabalık; o günden bu yana aslımdan haberim yok; merak da etmiyorum…
Evet, ben o kopya nüshayım. Elden ele gezerken yıllar, yüz yıllar geldi geçti. Hep değerimi bilenlerin kitabı oldum. Beni nadide mücevherlerden daha üstün tutarak saklayıp korudular. Bir ara Kahire’ye götürüldüm. Dönüp dolaştım, on altıncı yüzyıl içinde, dünyanın en güzel şehri İstanbul’a geldim; yirminci yüzyılın başlarına kadar orada yaşamak nasip oldu. Sahibim, benim değerimi bilen, yaşlı bir kişiydi.
-Hanım, dedi bir gün titreyen sesiyle, eşine, beni göstererek. Şu kitaba iyi sahip ol. Ben öldükten sonra olur ki para bakımından darlığa düşersin. O zaman, bunu satarak ihtiyaçlarını temin edebilirsin. Bu kitap çok değerli, çok para eder, çok! Sahaflar çarşısında kitapçı Burhan bey var, arkadaşımdır, ona götürürsün. O iyi biridir, insan ve kitap değeri nedir bilir. Kitabı kendisi almasa bile bir müşterisini bulur. Ona güvenebilirsin.
-Allah gecinden versin bey, dedi hanımı, böyle konuşma.
-Er geç hak vaki olacak, diye devam etti kocası. Dünyaya kazık çakacak değiliz ya! Sakın ola ki kitabı otuz altından aşağıya verme.
Değerimin takdir edilmesine seviniyorsam da bu duygulu konuşmalar hüzünlendirmişti beni. Zaman oldu, adam öldü. Günlerden bir gün, -kocasının dediği gibi- kadıncağız para sıkıntısına düştü. Kocasının emaneti olan beni –ellerinin titremesinden ve bakışlarından anlıyordum- istemeyerek aldı, çantasına koyup Sahaflar Çarşısına götürdü. Kitapçı dükkânlarına, orada çalışanlara şöyle bir baktı. Hiç gelmemişti buralara, onun için çekintiliydi, ürkek kuşlar gibiydi o hâliyle; Burhan beyi arıyordu. Bir süre tereddüt ettikten sonra bir kitapçıya sordu, gösterdiler. Gösterilen dükkânda, orta yaşlarda biri raflardaki kitapları düzenlemekle meşguldü. “Hayırlı işler!” diyerek girdi.
-Hoş geldiniz! dedi kitapçı işini bırakarak.
-Burhan bey siz misiniz? diye sordu kadın.
-Benim efendim, buyurun.
Kadın, kocasının adını söyledi; “Eski Maarif Nazırı Nazif Paşanın yakın akrabasıyım.” diyerek kendini tanıttı.
-Tanıştığımıza memnun oldum efendim, dedi Burhan bey. Kocanız merhumu hatırladım, iyi bir insan, iyi bir müşterimdi.
Kadın, beni çantasından çıkarıp uzattı. Elleri yine titriyordu. Sanki kocası o an bir daha ölüyor, acısı tazeleniyordu.
-Bu kitabı satmak istiyorum, dedi titreyen bir sesle.
-Bir bakayım…
Kitapçı, beni ellerine aldı. Adımı okudu, sayfalarımı karıştırdı. Yüzünde bir memnuniyetsizlik vardı adamın. Haklıydı… Çünkü pek yıpranmış durumdaydım. Yedi yüz elli yıllık bir ömrü yaşamıştım; cildim dağılmaya yüz tutmuş, yapraklarımdan bazıları kopmuş ve karışmıştı. Siz insanların tabiriyle ağır hastaydım; tamire, bakıma muhtaç durumdaydım.
Kitapçı beni ilk görüyordu. Bakışlarından, tutuşundan değerimi anlamadığını fark ettim.
-Ne kadar istiyorsunuz? diye sordu.
-Otuz lira, dedi kadın.
-Çok, dedi Burhan bey yüzünü buruşturarak.
-Bu çok değerli bir kitapmış. Ben anlamam amma rahmetli eşim öyle söylemişti. “Otuz liradan aşağıya verme!” diye tembihlemişti.
-Söylediğiniz doğrudur, kitap pek değerli olabilir. Ancak ben istediğiniz parayı veremem, durumum müsait değil. İzin verirseniz, bunu, Maarif Nazırı Emrullah efendiye göstereyim. Belki nazırlık mensupları değerini bilir ve satın alırlar. Siz kitabı bana bırakın. Beş on gün içinde size bir haber veririm.
Kadın geleceği günü söyleyerek oradan ayrıldı. Kitapçı, beni alıp Maarif nazırına götürdü. Nazır bey, değerimin tespit edilmesi için bir kurula havale etti. Orada birileri evirdiler, çevirdiler, beni bir hafta boyu ellerinde tuttular; hakkımda ileri geri laflar ettiler. Kıymetimi onlar da anlamamışlardı. Sonunda kitapçıyı çağırdılar.
-Eski bir sözlük bu, dediler küçümseyerek. Ancak yine de on lira verebiliriz.
-Sahibi bir dul kadın, otuz liradan aşağı satılmasını istemiyor, dedi Burhan bey.
-Biz otuz liraya bir kütüphane kurarız. Bir kitaba, bu kadar çok para verilmez, dedi bir yetkili.
“Al kitabı, biz satın almayacağız!” diyerek son sözlerini söylediler. Kitapçı beni koltuğunun altına kıstırıp dükkânına döndü; paraya muhtaç bir kişiye yardım edememenin sıkıntısını duyuyordu. Kadına, o muhtaç insana ne diyecekti? Ne yapacağını bilemez durumdaydı. O düşünceler içindeyken bir selam sesiyle kendine geldi. Gelen Diyarbakırlı Ali Emirî efendi idi. Burhan bey, “Ey kitap kurdu adam! Seni Allah gönderdi.” diye söylendi içinden; ümitlendi. Ali Emirî efendi, sık sık Sahaflar Çarşısına uğrayan, kitapçı dükkânını dolaşan, değerli kitapları toplayan biriydi. Hakkında; “O, binlerce değerli kitaba sahip bir insandır. Kitap aşkı hatun aşkından daha fazla geldi, evlenmedi, aile kurmadı; varını yoğunu kitaplara yatırdı.” diye sözler sarf ediliyordu.
-Yeni bir şeyler var mı Burhan bey? diye sordu.
-Var, dedi kitapçı, bir hafta önce elime geçti. Sahibi dul bir kadın, otuz lira istiyor. Maarif Nazırlığı on lira değer biçti. Değerli bir kitap olduğu muhakkak… Kadın yarın gelecek, kitabı ona geri vereceğim.
Artık Ali Emirî efendinin ellerindeydim. O kitap dostu kişi, beni ellerine alıp da adımı okuduğunda gözleri parladı. İçinden, “Sen şimdiye kadar nerelerdeydin?” diyor; cildimi, yapraklarımı kitapçıya fark ettirmeden, elleriyle, bakışlarıyla okşuyordu. Yüzyıllar sonra gelen bu ilgi ve okşamalar çok hoşuma gitmişti, çok… “Bu, dünyada eşi benzeri bulunmayan bir kitap... Dünyada eşi benzeri görülmeyen bir Türk lehçeleri sözlüğü ve dil ve edebiyat kitabı… Otuz değil, otuz bin altından daha fazla eder.” diye düşünüyordu. Ancak kendini tuttu, düşüncelerini dışa vurmadı. Yüzünü buruşturup alt dudağını salladı.
-Bu eser eski bir sözlük; pek yıpranmış ve yaprakları pek dağınık, dedi. Yazarı da bilinen biri değil. Kaşgarlı Mahmut diye biri, sarı çizmeli Mehmet ağa… Ben yine de on beş lira vereyim, dedi.
-Olmaz, dedi Burhan bey. Kitabın sahibi olan kadın maddi sıkıntıya düşmüş, otuz liradan aşağıya da satmayacak. Ben, bu kitap satışından bir şey kazanmayacağım. Parayı kuruşu kuruşuna kadına vereceğim. Yarın gelecek…
Ali Emiri efendi, beni hâlâ ellerinde tutuyor ve tutuşundan anlıyordum, beni hiç bırakmak istemiyordu. “Yarın” kelimesini duyunca paniğe kapılır gibi oldu. O an, “Bugün, bu saatte, bu alışverişi bitirmeliyim.” kararını verdi. Öyleyken yine rol yapmağa devam ediyordu.
-Burhan bey kardeşim! Otuz lira, bu kitap için çok… Fakat muhtaç durumdaki o kadına da yardımcı olmak gerekir… Ne yapayım bilmem ki?
Bir süre düşünüyor gibi yaptıktan sonra dilinin ucundan konuştu.
-Peki, alayım…
Burhan bey, merhum bir müşterisinin dul hanımına yardımcı olmanın sevincini duyuyordu. Bu arada Ali Emiri efendi de düşünüyordu. “Cebimde on beş lira var. Geri kalanını eve giderek getirmem gerekecek. Ancak bu değerli kitabı bırakıp da bir dakika için bile olsa buradan ayrılamam. Biri gelip kitabı daha fazla ücret vererek alabilir. Acaba ne yapsam?” Dükkândan dışarıya bakıyor, “Şöyle cebinde parası olan tanıdıklardan birini gönder Allah’ım!” diye dua ediyordu. Oradan geçmekte olanları seyrediyor, para isteyebileceği bir tanıdığı görmeyi arzuluyordu. Edebiyat öğretmeni bir arkadaşını görünce dünyalar onun oldu. Seslenerek yanına koştu.
-Faik Reşat bey! Faik Reşat bey!
Yanına varınca yavaşça;
-Bana yirmi lira borç verir misiniz? dedi.
-Hay hay, dedi arkadaşı elini hemen cebine atarak. Yanımda on lira var. Bunu al, kalanını evden getirip vereyim.
Arkadaşı, on lirayı verip on lira daha getirmek üzere evine gitti. Ali Emiri efendi hem parayı bulmanın hem de dükkândan ve dolayısıyla benden ayrılmayacak olmanın sevinciyle dükkâna döndü, sandalyeye oturarak beklemeye başladı. Yarım saat kadar bir süre geçmişti ki arkadaşı parayı getirdi.
Ali Emiri efendi, böylece ücretim olan otuz lirayı bir araya getirmiş oluyordu. Burhan beye;
-Buyurun otuz lirayı, dedi, yarın geldiğinde kadına verirsiniz.
Yeni sahibim pek sevinçliydi. O sevinçle, cebinden üç lira daha çıkarıp kitapçının avucuna koydu.
-Bu da senin hakkın! dedi teşekkür ederek.
Bahşiş olarak verilen üç lira avucuna bırakıldığında Burhan beyin aklı başına gelmişti. Ali Emirî efendinin sevincini, heyecanını, o hâliyle, elinde kitap, dükkânından çıkıp gidişini ağzı açık seyretmiş, bir süre öylece kalakalmıştı. Bir kitap için üç lira bahşiş verilmesi görülmüş değildi. Böyle bir anı ilk defa yaşıyordu. Bir avucundaki liralara bakıyordu, bir de seğirtip giden Ali Emirî efendiye… Pek değerli bir kitabı kaptırdığını anlamıştı amma iş işten geçmişti artık. “Vay kitap kurdu vay!” diye söylendiğini işittim oradan ayrılırken. Onlarca, belki yüzlerce lira kazanacağı bir alışverişten üç lira ile yetinmiş olmanın burukluğunu yaşıyordu.
Neyse, Ali Emiri efendi, beni alıp Parmakkapı’daki evine götürdü. O bekâr yaşayan biriydi. Evinin duvarları kitaplarla doluydu. Binlerce kitaptan oluşan, büyük bir kütüphaneye gelmiş gibiydim. Beni çalışma masasının üstüne koydu, karşıma geçerek uzun uzun seyretti. Alıyor, sayfalarımı karıştırıyor, okşuyor, sonra yine bırakıyordu. Beni nereye koyacağına şaşırıyordu. Yeni pabuçlara kavuşmuş, bayram sevincini yaşayan bir çocuk gibiydi. Uyku saatleri dışında hep benimle meşgul oldu. Yemeyi içmeyi bile unutmuştu; bir ara bir şeyler atıştırarak açlığını giderdi. Ertesi gün, çıkıp gitti. Sonrasını, dostlarıyla yaptığı konuşmalardan öğreniyorum; Divanyolu’na, Karababa sokağında, müşterisi olduğu, kitapseverlerin devam ettiği kahvehaneye gitmiş. Oradaki arkadaşlarına, adımı vererek, “Divan-ı Lügât-it Türki’yi bileniniz var mı, adını duydunuz mu?” diye beni sormuş. Bazıları hakkımda bilgiler vermişler fakat hiç görmediklerini söylemişler. Bir eşimin kimsede olmadığını öğrenen yeni sahibim, yalnız kendisinde bulunduğuma sevinmiş. Orada gururlanarak, bana sahip olduğu haberini vermiş. Nasıl satın aldığını anlatmış. “Bu kitap, sıradan bir eser değil koca bir Türkistan ülkesidir, hatta bütün bir cihandır. Şimdiye kadar Türk dilinde böyle bir kitap yazılmamıştır. Değeri cihanın hazinelerinin de üzerindedir.” diyerek beni övmüş.
Ali Emirî efendi beni pek seviyor ve bir o kadar da kıskanıyordu. Görmek isteyenlere göstermiyor, yanıma kimseleri yaklaştırmıyordu. Yine konuşulanlardan öğrendiğime göre, o zamanın ileri gelen, hatırlı kişisi, yazar, şair Ziya Gökalp’e bile “Hayır!” demiş, beni ona göstermemiş.
Kilisli, Rıfat Bey adında bir öğretmen vardı; sahibim yalnız ona güveniyor olmalıydı; o kişiyi evine davet etti ve beni ona gösterdi. “Bak kardeşim, dedi. Bildiğim kadarıyla bu kitap dünyada tek, başka nüshası yok.” diye başlayan cümleyle uzun bir övgüye başladı. Konuşmasının sonunda;
-Kardeşim, dedi. Bu konuda ancak sana güveniyorum. Bu kitap üzerinde bir süre çalış, dağınık yapraklarını düzenle. İnşallah eksik sayfası yoktur. Eksik sayfası var ise pek üzüleceğim.
Rıfat bey, beni eline aldı, -o da değerimi bilenlerden biriydi- inceledi;
-Allah, kitap olarak yayımlanmasını nasip etsin, dedi.
-İnşallah, bunu ben de çok isterim, diye karşılık verdi Ali Emirî efendi; düzenlemeyi ve düzeltmeleri sen yaparsan basılmasına izin veririm. Başkalarının eline veremem; çaldırırlar, kaybederler…
Kilisli beni okudu, üzerimde günlerce çalıştı. Karışık sayfalarımı yeniden sıralayıp numaraladı. Sonunda müjdeyi verdi; “Kitap tamam, noksansız…” Yeni sahibim, “Büyük bir hizmet yaptın Rıfat Bey” dedi. noksansız çıkmama pek sevinmiş ve coşmuştu;
-Hizmetinin karşılığı olarak evimin yarı hissesini sana vermeyi teklif ediyorum… dedi.
Beş on gün süren kitap düzenleme işi karşılığında yarım ev hissesi kazanmak… Dudak uçuklatacak bir teklifti bu, fakat Kilisli fırsatçı biri değildi.
-Kabul etmiyorum, dedi. Tek isteğim, bu kitabın basıldığını görmek; yeni baskılarının yapılması benim için en büyük mükâfat olur.
1910 yılıydı, İstanbul’da idim ve matbaa denen o makine çoktan icat edilmişti fakat beni herkesten kıskanan yeni sahibim, basılarak çoğaltılmama nasıl izin verecekti? Bunu merak ediyordum.
Bu meseleyi, Ziya Gökalp ile Kilisli Rıfat beyler, kurdukları bir planla çözmüşler. O plan gereği, Maliye Nazırı İbrahim beyefendi, Ali Emirî efendiyi konağına, iftara davet etmiş. Hazırlanan plana göre oraya, tesadüfen Sadrazam Talat Paşa da birkaç kişi ile birlikte gelmiş. Maliye Nazırı, Ali Emiri efendiyi sadrazama tanıtmış, onu pek övmüş. Ali Emiri efendi de övülmeyi pek severmiş hani! Yine önceden planlandığı gibi sohbeti benim üzerime getirmişler. Ali Emiri efendi, Talat Paşanın isteği üzerine benim hakkımda bilgiler vermiş. Talat Paşanın, kitabı bastırma teklifine karşı çıkamamış. Baskı hazırlığını Rıfat beyin yapmasını şart koşarak, teklifi kabul etmiş.
İlk baskım üç cilt hâlinde yapıldı. Daha sonra Türkiye içinde ve dışında başka baskılarımın yapıldığını da öğrendim. Yazarımın tamir edilen türbesinde kurulan kütüphanede, çeşitli ülkelerde baskıları yapılan kitaplarımı toplamışlar. Böylece Türk milleti ve dünya, beni daha yakından tanımaya başlamış.
Kendimi anlatırken sözü pek fazla uzattım değil mi? Artık kardeşimi anlatmalıyım. Ne yazık ki onun yalnız adı ve bir dilbilgisi kitabı olduğu biliniyor; nerededir, kimin elindedir bilen, gören yok… Onu sizlere anlatacağım amma ne diyebilirim ki? Yukarda da söylediğim gibi o bir dil bilgisi kitabı. Kaşgarlı Mahmut, Türk boylarından topladığı yedi bin beş yüz kelimeyi, kökleriyle ekleriyle tanıttı. Her kelimenin, hangi Türk lehçesinde, nasıl kullanıldığını belirtti. “Türk Lehçeleri Dilbilgisi Kitabı” da diyebileceğiniz, Arapça söyleyişle “Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügâti-it Türki” adlı kardeşim de benim gibi kesik uçlu divitlerle, harf harf, cümle cümle, aylarca emek verilerek yazılmıştı. Onun da sayfaları dikilmiş, yapıştırılmış ve kara bir deri ile ciltlenmiştir. Çok kısa bir süre yanında bulunabildiğim kardeşim hakkında daha fazlasını söyleyemeyeceğim. Ne yazık ki verebileceğim bilgiler bu kadar.
Kardeşimin değerinin bilinmesi, bulunmasını arzulayanların sayısının çokluğu ve her geçen gün artması beni mutlu ediyor. Mutluluğumu artıran bir başka gelişme daha var ki anlatılmaya değer. Kardeşimin bulunması için bin Cumhuriyet altınını ödül olarak ortaya koyanların davranışını duyunca şaşıracak; “Bu kişilerin davranışı, bu iki kardeş kitap kadar değerli.” diyeceksiniz.
Malumunuzdur; 2008, bütün dünyada, doğumunun bininci yılı münasebetiyle Kaşgarlı Mahmut Yılı ilan edilmişti. Türkiye’de, Türklerin yaşadığı ülkelerde ve dünyanın pek çok yerinde yazarımız Kaşgarlı Mahmut, ben ve kardeşim ile ilgili yazılar yazılmış, toplantılar tertiplenerek konuşmalar yapılmıştı. Ben, bu durumdan fazlasıyla memnundum. İnsan olsaydım, “Sevincimden ağzım kulaklarıma varıyor.” derdim. 2008’in ilk aylarında, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti Ankara’da, Avrasya Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu, Deliömeroğlu Yakup Bey başkanlığında, toplantı hâlindeydi. Kalbi Türk dünyasının birliği ve dirliği için çarpan; Şahsuvaroğlu Lütfi bey, Şair Ali Özbaş bey, Hüseyin Ozbay ve Eriman Topbaş hocalar, Özdemirlerden Cihan bey, yönetimdeki diğer arkadaşları ile birlikte oradaydılar. Kaşgarlı Mahmut Yılında neler yapabileceklerini konuşuyorlardı. Yazarımızı ve beni tanıtacak çalışmalar yapmayı kararlaştırdılar. Kardeşim “Türk Lehçeleri Dilbilgisi Kitabı”nın bulunmasını çok arzu ettiklerini dile getirdiler. Bu amaçla ortaya bir ödül koymak gerektiğini ifade ettiler. Onları aynı odada, bulunduğum raftan seyrediyor ve dinliyordum. Kardeşim, nihayet, yüzyıllar sonra bulunacak ve ben ona kavuşacaktım; sevinçliydim, heyecanlıydım. O hâl içinde, kim ne dedi tam hatırlamıyorum amma aralarında şöyle bir konuşma geçti:
-Büyük miktarda bir para ödülü koyalım, dedi birisi.
-Para kirlidir, dedi bir diğeri. Ödül altın olsun, Cumhuriyet altını.
-Peki kaç altın verelim?
-Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun bininci yılındayız. Ödül de bin altın olmalı.
Bu teklif kabul gördü. Kardeşimi bulana bin Cumhuriyet altını verilmesi kararlaştırıldı. Tam bin altın… Söylemesi kolay… Bu kadar altını, kim, nereden temin edebilecekti ki? Ödülü ortaya koyanlar, öyle varlıklı kişiler değillerdi. Düşünceler, bu soruya cevap bulmada odaklandı.
-Benim ikinci bir evim var, dedi birisi. Onu satarak ödülün yarısını karşılarım.
-Ben de evimi satar, ödülün kalan kısmını tamamlarım, dedi bir diğeri.
O an, odada bir sevinç dalgası esti. Türk milletine mensup olmanın şeref ve gururunu duyan; ömürleri boyunca milletlerine hizmet etmek için çırpınmış bu fedakârlar, millî konularda pek hassas idiler, duygulanmışlardı; gözleri nemlenmişti hepsinin. Çıkardıkları “Kardeş Kalemler” dergisinin sayfalarına kardeşimi arayan ilanlar verdiler, bulana bin Cumhuriyet altını vereceklerini yazdılar. Sonraki günlerde, o ilan başka dergi ve gazetelerde de yer almış, televizyonlarda da söylenmiş.
Ey, benim bu kayıp ilanımı okuyan kişiler! Lütfen, sandıkta, torbada, kütüphanede, nerede Arapça harflerle yazılmış eski bir kitap görürseniz bakın. Arapçayı biliyorsanız siz okuyun, bilmiyorsanız bir bilene gösterin. Hiç ummadığınız yerde karşılaşacağınız eski bir kitap, kardeşim olabilir. Lütfen, Allah rızası için ve de bin Cumhuriyet altınına sahip olmak için bakın, aramaya devam edin!
Ah! Özlemim had safhada! Kardeşim bir bulunsa… Ona kavuşsam… Dokuz yüz küsur yıllık hasretimiz sona erse… Bin yıla yaklaşan sabırla ümidimi hiç kaybetmeden bekliyorum.
Allah’tan ümit kesilmez…

(Kardeş Kalemler, Aralık 2008)