Travnik

Travnik, Sarajevo’dan çıkarak gezdiğim ilk şehirdi. O nedenle mi bilmiyorum, baharın bir şehri bu kadar güzelleştirebileceğine inanamamıştım. Yol boyu beliren beyaz, pembe çiçekli ağaçların, Travnik’in yeşil fonuyla daha da belirginleştiğini; şehrin pek çok yerinden çıkan küçük ırmakların güzellikte hem onlarla yarıştığını, hem de onlara hayat kaynağı olduğunu görmüştük. Tepeye bir prenses edasıyla kurulmuş ve onarım gördüğü için uzaktan, bembeyaz bir maketi anımsatan Osmanlı Kalesi ise bu güzelliklere eşlik ediyordu.

Fakat tüm bunlara rağmen Travnik’i anlatabilmem için, oraya bir yıl sonra ikinci kez gitmem gerekti. Bu kez Boşnakça ‘otluk’ anlamına gelen Travnik’i daha da yeşermiş görüyorum. Zira beyaz ve pembe çiçekler, yerlerini meyvelere ve yeşil yapraklara bırakmıştı. Ayakta kalmış tek minaresiyle ilginç bir görünüme sahip olan kalesi ise halen beyazlığını koruyordu.

Vezirler şehri diye nam salmış Travnik’te, 19 vezirin türbesi bulunuyor ve girişteki şehit mezarlığı ilk olarak bizi karşılıyor. Sonra karşılıklı kurulmuş, savaş zamanı olduğu gibi bugün de halen eğitime devam eden iki medreseyle karşılaşıyoruz. Elçi İbrahim Bey tarafından 19.yy’da yaptırılmış medreselerde, dini ve ilmi eğitimin yanında, sportif ve sosyal faaliyetlere de yer veriliyor.

Medreselerin bordo beyaz çizgili binalarını arkamızda bırakıp, Travnik’in en çok turist çeken yeri olan Plava Voda’ya, yani Göksu’ya yöneliyoruz. Laşva nehrinin üzerinden geçip Vezir Mustafa Paşa’nın türbesi ve etrafındaki pek çok eski mezarla karşılaşıyoruz. Hemen ilerisindeki Göksu, kalenin ardındaki yeşilliklerden kaynayıp, dik yamacından hızla aktıkça parıldıyor ve yosun tutmuş bir değirmeni hareket ettirirken; içinde yaşattığı alabalıklarla insanlara ziyafetler sunmayı da ihmal etmiyor. Fatih Sultan Mehmet’in de suyundan içtiği rivayet edilen Göksu’nun etrafında pek çok da restoran var. Bunlardan en eski ve ünlüsü de Lütfiya’nın Cafesi… İvo Andriç’in Travnik Günlüğü adlı eserindeki en önemli mekânlardan olan bu cafede, Boşnak köftesi ‘cevapiçi’ yedikten sonra, Bosanska kahvelerimizden yudumluyoruz. Burada Travnik’in tarihinden ve cafe’nin geçmişinden bahseden broşürü Türkçe olarak da bulunca şaşırıyoruz.

Yemek sonrası yürüyüş yapmak için, araba yolunun da olduğu kaleye cafelerin yukarısındaki bol ağaçlı yoldan çıkıyoruz. Kaleden, Travnik’in halen Osmanlı kokan havasını solumaya, ‘bir kareye yedi minare sığdırılabilir’ şeklinde ünlenen resmini seyretmeye doyamıyoruz. Kaledeki yalnız minareyi ortalayıp manzarayı ölümsüzleştirmek istiyorum. Ancak fotoğraf kaleme ancak altı minare sığdırabiliyorum. Buna da şükür deyip kışın kayak merkezi olan Vlaşiç dağının yemyeşil güzelliğini hedef seçiyorum. Biz de çektiğimiz fotoğraf pozu gibi donup kalarak mükemmelliğin seyrine dalıyoruz.

Dönüşte yolumuzu değiştirip Laşva nehrine karışan Plava Voda’nın tepesindeki taş köprüden Şümeçe mahallesine çıkıyoruz. Beyaz bir dantel gibi işlemeli Şümeçe Camii’nin yanında geçerek, üzerine bir etamin renkliliğinde ağaç ve meyve figürlerinin işlendiği Alaca Camiinin kapısına varıyoruz. Bosna’da camiler, namaz vakitleri dışında kapalı olduğundan caminin içine giremiyor, ahşap kapısının işlemeli yüzeyini inceleyip, bahçesinden akan küçük derenin şırıltısını dinlemekle ve rengârenk süslemelerini seyretmekle yetiniyoruz. Sonra yukarı doğru çıkıp tarihi saat kulesine bakarken yine gözümüz, bembeyaz kalemleri andıran mezarlıklara takılıyor.

Travnik vezirlerle beraber, Bosna’nın bağımsızlık savaşında Türkiye’den gelip şehit olan birçok yiğitten ‘ilki’nin naşını da bağrında taşıyor. Selami Yurdan adındaki şehidimiz, 1992 yılında Bosna’daki zulme rıza göstermeyerek çok zor şartlarda Bosna’ya geliyor ve burada kahramanca savaşarak şehit oluyor. Ruhları şad olsun.|

‘Travnik’e gelip de Türbe köyünün meşhur peynirinden almamak olmaz’ deyip İbrahim Paşa’nın kabri olduğu için bu adı alan köye uğruyoruz. Vlaşiç dağlarının yeşilliğiyle beslenen koyunların taze peyniri yanında; kestane, lavanta, çiçek ve ıhlamur kokulu ballarından alarak Travnik’le vedalaşıyoruz.

(Kardeş Kalemler, Aralık 2009)