TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

KILAVUZU SOROS OLANIN…
Yard. Doç. Dr. Hilmi DEMİR

Açık Toplum Enstitüsü ve Boğaziçi Üniversitesi’nin en son yaptığı araştırma büyük gürültü kopardı. Ali Bulaç “Operasyonel araştırma!” başlığıyla, “Kullanılan yöntem sorunlu, kavramsal çerçevesi hatalı, politik yönelimi taraflı. Kısaca "operasyonel" bir raporla karşı karşıya bulunuyoruz” diyor. Ekrem Dumanlı “Böyle araştırma mı olur?” başlığı altında “Açık söylemek zorundayım ki bugüne kadar böyle bir vahim araştırma görmedim. Sapır sapır dökülüyor. Hemen her satırında önyargının izlerini taşıyor” diyerek tepkisini dile getiriyor. Taha Akyol ise, “Turuncu Devrim”lerin babası... Soros “Ilımlı İslam”ı desteklemiş, bu amaçla sosyal araştırmalar yapılmasını finanse etmişti! Soros şimdilerde saf değiştirmiş olmalı ki, Anadolu’da dindarlığın nasıl bir sosyal baskı yarattığını araştırtıyor! Soros’un desteklediği Açık Toplum Enstitüsü gibi kuruluşlar daha bir yıl önce “Türban takanlar azalıyor, toplumda şeriat özlemi yok” gibi araştırmalar yaparak sinsi bir şekilde “Ilımlı İslam”a destek vermemişler miydi?! Şimdi aynı kuruluşlar, Anadolu’da dindarlaşma olduğunu, bunun da “ötekiler” üzerinde ağır bir “muhafazakâr mahalle baskısı” yarattığını söyleyen bir araştırma yayımladılar. Daha ilginci ikisinde de Prof. Binnaz Toprak’ın imzası var! Soros yeni bir oyun peşinde!” diyerek Soros’un ne kadar sık saf değiştirdiğini de vurgulamış oluyor.
Tabii bu arada Açık Toplum Enstitüsü’nin 2003 danışma kurulunda adı geçen , Açık Toplum Enstitüsü’nin bağlantılar kısmında da yer alan TESEV başkanı Can Peker “Kürt Sorunu” ile ilgili bir başka rapor açıklıyor. Doğrusu bu son rapora ilişkin Prof. Binnaz Toprak’ın araştırmasına gösterilen bir tepki gelmemesi oldukça ilginç. Acaba Taha Akyol TESEV’in son açılımının neyi amaçladığı konusunda ne düşünür, merakımızı celb ediyor doğrusu.
Öncelikle anlaşılması gereken yalnızca Açık Toplum Enstitüsü’nün son araştırması değil, Türkiye’de son zamanlarda ABD destekli birçok sivil toplum örgütünün hazırlattığı bilimsel araştırmaların olay ve olguları tespit ve anlamaya yönelik değil, yönlendirme ve biçimlendirmeye yönelik olduğudur. Mannheim’ın işaret ettiği gibi Amerikan Sosyolojisi’nin olguları ele alış tarzı asıl olarak yapısal değil, yığınsaldır. Bu demektir ki; Amerikan Sosyolojisi açısından bir konunun bilimselleşmesi için, önce “yığınlaşması” ve ardından “sorun”laşması gerekir.
ABD sosyolojisinin temel özelliği, bilginin toplum mühendisliği için oldukça kullanışlı bir araç olduğunun keşfedilmiş olmasıdır. Rahmetli Edward Said’in Batı’nın doğu hakkındaki çalışmalarının tanımlama, dönüştürme ve manipülasyona yönelik olduğunu gözümüze soka soka anlatmış olmasına rağmen, bunun yukarıda geçen zevat tarafından bu gün keşfedilmiş olması ne kadar acıdır.
Edward Said’in Oryantalism ve Entelektüeller kitabını okumayan kalmadığı halde, özgürlükler adına bizi bir birimize karşı ötekileştiren birçok rapora bilimsel kıyağı çekildi. Şimdi bunca rapora imza atan bu kuruluşlar birden bire ne kadar da ön yargılı olmuşlardı, hayret doğrusu. Çok zeki ama unutkan bir aydın tabakamız var… Fotoğrafik bir bellekleri var, iyi resim çekiyorlar ama mercek kapağını tutkallamışlar açılmıyor anlaşılan…
Bilim tekelleri kurarak, beş yıldızlı otellerde raporlar açıklayanlar banka ve sermaye sektörünü arkasına alarak kültürü endüstrileştirmiştir. Bu endüstrinin en gözde metası kimlik, etnisite ve alt grupları kışkırtarak yeni çatışma alanları yaratarak kârlarını muhafaza etmektir. Sonuçta kişinin nasıl bir kimlikle kamusal hayatta var olacağı, kültür endüstrisinin çıkarları doğrultusunda önceden oluşturulmuştur. Faklı dil, farklı kimlik ve farklı inançla yeni bir imaj sunulur, böylece kültürel semboller metalaştırılarak piyasaya sürülmüş olur. Şimdi kültürlerinizi tıka basa yiyin ve tüketin, denir. Tevfik Fikret’in Hân-ı Yağma Adlı şirindeki mısralar gibi;

Bu harmanın gelir sonu kapıştırın giderayak
Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak

Kadir Cangızbay’ın terimleriyle söylersek “her şeyin pazar içinleştiği” bir çağda kimliğin bundan bağışık kalması beklenemez. Kimliklerin çoğulluğu imgesi, kapitalist pazarı meşrulaştırmaya yönelik olarak kullanılan bir meta-imgedir. “…“Topyekûn pazar-içinleşme çağı, sadece kültürel kimliklerin, mikro-milliyetçilik/kavmiyetçiliklerin, yeniden aşiretleşmelerin değil, bunların yanı sıra, cemaatleşmenin, okült tarikatların ve de fan-kulüplerin/marka fanatizmlerinin çağıdır”.
Toplum bize dayatılan ve öğretilen kadar farklılaştırılarak ötekileştirilmekte ve atomlarına ayrılmaktadır. Bizden istenen yalnızca etrafımıza örülen dar, etnik, dini kimliklerimizin duvarlarını aşmadan önümüze bakmak, bu duvarları sonuna kadar birbirimize karşı savunmaktır. Oysa bu duvarların gerisindekiler bize küçük hapishaneler inşa ederken, geriye kalan büyük ve muazzam coğrafyalarda imparatorluklar inşa ediyorlar. Irak’ta bir gün biri bu ülkede tek millet tek devlet vardır, o millet kendi kaderini tayin hakkına sahiptir dese, neler değişirdi düşünsenize.
Bizim için yapılan araştırmalar yalnızca toplumda “öteki” olarak yaşanabileceği, böyle değişik ve farklı olunabileceği gibi bir yanılsamayı dayatarak tüketilme oranının maksimize edileceğini var saymaktadır. Ben “öteki” değil, dost, kardeş, arkadaş kısacası insan olmak istiyorum diye haykırmak nasıl mümkün olacaktır, sorusuna cevap aramak yerine biz ne yaptık.
Önce şehirlerde kaybettik kültürün o kutsal mabetlerini; Üniversiteler, Okullar, Kütüphaneler, Tiyatrolar, Sanat Galerileri, Sinema hepsi şimdi ötekileştirmeye hizmet ediyor. İnsan değerleri, eylemleri, fikirleri ve inançları ile değil, ait olduğu grupla özdeşleştirilmiş. İnançlarımız ve fikirlerimiz karşımızdaki ile iletişim kurmanın araçları değil, karşımızdakine sınır çekmenin araçlarına dönüştürülmüş.
O halde kimliğin metalaştırılması olgusu kapitalist “ekonomik” rasyonalitenin bir sonucu olarak “globalleşme” çağının sonuçlarından birisidir. Hiç kimse benim kimliğim vazgeçilmez sanmasın. Kullanım süresi dolan her kimlik, bir başka ürünle değiştirilir.